Sabtu, 10 September 2016

Cakarta’da bir ‘Jawa Şeytanı’ Gösterimi / ‘Setan Jawa’ in Jakarta


Adil Yurtkuran                                                                                                                       10.09.2016

‘Setan Jawa’ adlı siyah beyaz film 2 Eylül Cuma akşamı basın mensupları için Taman İsmail Marzuki sanat merkezinde sunuldu.

‘Setan Jawa’, yani ‘Cava Şeytanı’ adını taşıyan siyah-beyaz filmde Cava mitolojilerinden biri olan ‘Pegusihan’ perdeye aktarılmış. Bir hedefe ulaşmak için ‘şeytanla’ yapılan anlaşma veya bir başka deyişle şeytana ruhunu satma denilebilecek ‘Pegusihan’ anlayışı bir mitolojik öge olmakla geçmişe bağlanırken, bugün dahi pratiğe dökülmesiyle varlığını sürdürüyor. Endonezya sinema tarihi açısından bu sessiz filmi ayrıcalıklı ve bir ilk kılan ise, genişçe sahne üzerinde yer alan canlı bir orkestranın eşlik etmesiydi. Bu siyah-beyaz sessiz filmle Ada’nın kadim dini-kültürel yapısını farklı bir boyutta izleme imkânı bulurken, sessizliği ‘bozan’ ise genişçe sahneyi kaplayan Orta Cava’nın geleneksel müzik enstrümanları eşliğinde eşsiz bir ziyafet veren orkestra oldu. Yaygın adıyla ‘gamelan’ olarak bilinen enstrümanlar mistiğ yoğunluğu artırırken, perdede akan hikâyeyi seyircilere aktaran ise ikisi erkek üç bayan hikâye anlatıcılarıydı. Tabii ‘hikâye anlatıcısı’ derken burada yeksenâk bir konuşma değil, aksine -bir benzetme yapmak gerekirse- tastamam opera sanatçıları anlaşılmalı.

Çalışma 1992 yılından bu yana faaliyet gösteren ve son derece zengin Endonezya kültür değerlerini yeni nesle ve dünya kamuoyuna aktarmayı hedefleyen Bakti Budaya Djarum Foundation’ın katkılarıyla hazırlanmış. Bu anlamda Cava Şeytanı, aralarında Endonezyalı ve Avustralyalı akademisyenlerin, araştırmacıların, yerel-geleneksel etnik sanatçıların,  da yer aldığı geniş bir kadronun el birliğinin ürünü. Filmin yönetmesi ise, Endonezya film sektörüne 35 yılını vermiş ve halen genç ve dinamik olan Garin Nugroho. Yönetmen Garin, gerek konuşmasında gerek kaleme aldığı tanıtım yazısında Cogcakarta’da doğup büyümüş biri olarak bu bölgenin zengin mitolojik değerleri ve müziğiyle hem hal olurken, bu sessiz film ve ‘Şeytan’ örneğinde olduğu gibi Batı’da üretilen ‘Nosferatu’ ve ‘Metropolis’e atıf yapmaktan da geri kalmıyor.

Film, bir köyde orman ürünleriyle geçimini sağlayan genç bir erkeğin soylu bir kıza aşkını konu ediniyor. Bu aşkı metafizik plândan fiziki plâna taşımada rol üstlenen ise ‘Şeytan’ oluyor. Bu gencin normal şartlarda gerçekleşmesi mümkün olmayan evliliğini, ‘şeytan’a başvurarak gerçekleştirmesi etrafında dönen bir yapım. Sömürge döneminde sömürgecilerce el üstünde tutulan, varsıl bir konumla ‘derebeylik’ düzeninde yol tutan ‘soylu’ bir aileye mensup genç kız, kibri her haline yansımış annesi ve kendilerine eden iki ‘soytarı’ ile bir at arabasıyla Pazar ziyaretine gider. Pazar yerinde yoldan geçen kaba saba bir satıcının şöyle bir omuz vuruşuyla sarsılan genç kız saçına taktiği nadide bronşunu düşürür. Bir köşede ormandan topladığı ağaç ürünleriyle yaptığı süpürgelerini satmakta ve olan bitene tanık olan gencin yere düşen bronşu alması, aynı zamanda onun ‘şeytanla’ pazarlığa girmesinin de başlangıcını oluşturur.

Film pek çok simgesel sosyal ve kültürel ögeleri içermesiyle dikkat çekiyor. Bu anlamda, Hollanda sömürgeciliğinin 1870’lerden itibaren özellikle Cava Adası’nda uygulamaya başladığı ‘etik politika’ nedeniyle yoksulluğun toplumun neredeyse her kesimine ulaştığına vurgu yapan kırdan kareler; aynı dönemde sömürge yönetimince ‘araçsallaştırılan’ yerli soylu tabakası ve bunların giderek kendi insana yabancılaşan ve dışlayan modernleşmeci değişim süreci; Cogcakarta-Solo gibi iki önemli klasik yönetim merkezine ev sahipliği yapan Orta Cava’nın kadim gölge tiyatrosu (wayang); gene bu bölgenin binyıllar öncesinde ürettiği ve doğada neredeyse her türlü varlıkla ilişkilendirilen iyi ve kötü ruhlar; ve bu ruhların sözlü kültürden somut yapısal unsurlara yansımasının ürünü olan mimari yapılar yaklaşık iki saat süren filmin akışı içinde yer alıyor.

Filmde Hollanda sömürgeciliğine atıf, yukarıda dile getirilen ‘etik politika’ ile yoksullaşan kitlelerin bu yoksulluktan kurtulmak için mitolojik ‘değerlere’ yönelmeleriyle ilintilidir. Bu anlamda yoksullukla mündemiç genç erkek, gene sömürge yönetimince işlevselleştirilen ve bir başka toplumsal tabakayı temsil eden soylular sınıfına mensup kıza olan aşkını, ancak bu ruhlar dünyasının baş aktörlerinden ‘şeytan’la anlaşarak gerçekleştirebilir.

Filme konu olan ‘pegusihan’ inancı, sadece geçmişe ait bir olgu değil, bugün de Cava toplumunun kayda değer bölümünde varlığını sürdürmesiyle güncel bir durum arz ediyor. Burada gene yönetmen Garin’in ifiadesiyle söyleyecek olursak bu inancın siyaset, ekonomi ve kültür dünyasındaki ‘aktörlerce’ uygulanagelen bir toplumsal karşılığı bulunuyor.

Cakarta’da Taman İsmail Marzuki sanat merkezinde sadece iki gösterime konu olan film, önümüzdeki haftalar içerisinde Avustralya’da Melbourn’de izleyicilerle buluşacak.


(Not: Adil Yurtkuran arkadaşımıza blog’umuza katkılarından ötürü teşekkür ederiz.)

Jumat, 09 September 2016

ASEAN Zirvesi’nin Jeo-stratejisi ve Jeo-Ekonomisi / ASEAN Summit with Its Geo-strategy and Geo-politics


Mehmet Özay                                                                                                                      09.09.2016


Laos, 6-8 Eylül günlerinde gerçekleştirilen Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği (ASEAN) Zirvesi’ne ev sahipliği yapıyor. Ülke delegasyonları ön toplantılar için 2 Eylül’den bu yana Laos’da çalışmalarını yürütüyor. Bu nedenle, bu yıl dönem başkanlığını üstlenen birliğin coğrafi ve nüfusça en küçük ülkesi Laos’un başkenti Vientiane bugünlerde yoğun bir ziyaretçi akını maruz kalmış durumda. Bununla birlikte, artık ASEAN dendiğinde akla sadece Güneydoğu Asya topraklarında yükselen on ülke gelmiyor. ASEAN - ‘artı’ denilen yapılaşmalarla Birlik ile tek tek endüstrileşmiş ülkeleri yani ABD, Çin, Japonya, Rusya, Avustralya, Kanada, Güney Kore, Hindistan ve Avrupa Birliği’ni biraraya getiren toplantılar gerçekleştiriliyor. Bu geniş çerçeveli oluşumlar temelde Güneydoğu Asya topraklarının jeo-stratejisi ve jeo-ekonomisine tekabül ediyor. ASEAN, tarihsel olarak Çin ile coğrafi ve kültürel nüfuzdan ötürü görece daha yakın ilişkiler geliştirmiş ve buna ilâve olarak bugün en büyük dış ticaret ortağı gene bu ülke yani Çin olsa da, ABD devlet başkanı Barack Obama’nın ilk gün yaptığı konuşmada dile getirdiği üzere ABD’nin Asya-Pasifik’den bir yere gitmiyoruz bağlamındaki açıklaması bölgede rekabetin varlığına ve bunun giderek artacağına işaret ediyor.

Küresel Ekonominin Akım Alanı
Laos’daki toplantıların gerek ASEAN gerekse bölgede diğer ülkeleri ve küresel aktörleri ilgilendiren konularıyla ve ilgili ülkelerin katılımıyla çeşitli toplantılara konu oluyor. Geçen yıl Malezya’nın dönem başkanlığında ASEAN Ekonomi Birliği (AEB) hayata geçirilirken, aradan geçen süreçte bu noktada nasıl bir mesafe kat edildiği masaya yatırılması noktasında Laos’daki toplantılar önem taşıyor. AEB ile bağlantılı olarak üye ülkeler arasında tartışılacak ve karara varılması beklenen konu 2025 ASEAN Vizyonu başlığını taşıyan bölüm olacak. Güney Çin Denizi’e komşu dört ASEAN üyesi ülke ile Çin arasındaki egemenlik hakları tartışmaları ilgili ülkelerce dile getirilmeyi bekliyor. Bunun yanı sıra, ABD başta olmak üzere Laos’la ikili ilişkiler geliştirilmesi için de taraflar uygun bir zemin arayacağına kuşku yok. Bunda hem Laos’un son dönemde birlik içerisinde hızla büyüyen ülkeler arasında bulunması ve bu noktada hâlâ ‘yatırıma aç’ konumu; buna koşut olarak alt yapı yatırımlarının desteklenmesi; eğitim ve teknoloji ithali ile ülke yönetiminin siyasi yapısının değişimine kadar uzanan bir ilgi alanı mevcut.

ASEAN dönem başkanı ülkelerin bir sorumluluğu da toplantıların başarılı geçmesi ve ASEAN’ın mümkün olduğunca parlak bir birlik olarak ortaya konması. Laos’da bu görev de başbakana düştü. Bu bağlamda, Laos Başbakanı Thognloun Sisoulith yaptığı konuşmada, ASEAN’ı sadece üye ülkeler nezdinde değil küresel bağlamıyla bir fırsatlar topluluğu olarak lanse etmesi dikkat çekiciydi. Başbakan bu vurgusunu verdiği bazı rakamlarla destekledi. Bu bağlamda, öne çıkan hususlar 620 milyon kişilik bir pazara ev sahipliği yapması; 2015 yılında 2.43 trilyon kar yapan bir piyasa ve bu karını 2020 yılında karını 4.7 trilyon dolara çıkartacak olması; 2030’da dünyanın 4. büyük ekonomisi olmaya adalığı gibi parametreler pembe bir tablo ortaya koyuyor. Son dönemde dünyanın hızla büyüyen ekonomileri arasında ASEAN üyesi ülkelerin de olması bu tabloyu tamamlayan bir unsur.

Siyasi Yönetimler ve Halk Ayrımı
Bununla birlikte, ASEAN’ın umut vaad eden yönünü ekonomi ve finans sektörlerine sıkıştırmak, bölge ülkelerinin ve de halklarının geçirmekte olduğu değişim dönüşüm süreçlerindeki sancıları göz ardı edilmesi anlamı taşıyor. Öte yandan, genel itibarıyla bakıldığında, birlik ülkeleri arasında ekonomik yakınlaşmanın ve ortak yatırımların artırılmasını amaçlayan 2025 vizyonunun gerçekleştirilebilmesinin önünde bazı ciddi zorluklar bulunuyor. Bunların başında, piyasa ekonomisi kurallarını kabul ettiğini iddia eden, ancak ekonomileri devlet teşekkülleri tekelinde olan ve giderek artan orta sınıflaşma eğilimlerine paralel olarak tüketim ekonomileri şeklinde seyreden bir toplulukla karşı karşıyayız. Serbest piyasa kuralları ile devlet kontrollü teşekküllerin varlığının doğurduğu çelişkiye, zayıf bankacılık sektörü de eklendiği görülüyor. Birlik ülkelerinin büyüyen ekonomiler sıralamasında kayda değer yer edinmesi ise dış yatırımlar ve kamçılanan iç tüketim süreçleri oluşturuyor. Üretimde dış yatırımcıya bağımlı, yapısal sorunları olan bankacılık sektörünün ön açmasıyla kredi kartları özelinde ortaya çıktığı üzere kitleleri tüketim kültürüne endeksleyen bir sürecin varlığı artı gibi gözüken ancak orta ve uzun vadede sadece ekonomik değil toplumsal sorunları da beraberinde getiren hususlar. Ekonomide devlet kontrolünü tercih eden siyasi yönetimler, kendi halklarına güven besleyip sivil alanları genişletme konusunda da ‘cimri’ davranıyorlar. Bu anlamda ‘polis devleti’ hüviyetine bürünerek halklarını da kontrol altında tutmanın uğraşını veriyorlar. Hiç kuşku yok ki, bu hususlar birliğin açmazı ve üstesinden gelinmesi gereken temel yapısal sorunlar olarak ortada duruyor.

Tarihin Tekerrürü Ya da Nerede Kalmıştık?

Yukarıda değinilen ekonomi ve ticari parametreler noktasında bugün ASEAN’la ilgili ortaya konan veriler aslında bölge için yeni bir olgu değil. Sömürgecilik tarihinin Batı’da Amerika kıtasını içine alan bölümü kadar, bugün adına Güneydoğu Asya toprakları denilen coğrafyayı da kuşatan ve yaklaşık 450 yıllık bir geçmişe sahip bir dönem de ortada duruyor. Batılı sömürgecilerin bir yanında Malay, öte yanında Budist ve animist dünyanın uzandığı bu coğrafya üzerindeki ticari sömürgecilikle başlayan akabinde siyasi sömürgecilik, yani emperyalizme evrilen yapılaşmasında temel faktörün bölge coğrafyasının bahşettiği zenginlik ve bölge halklarının ucuz iş gücü piyasasındaki rolleriyle açıklanabilir.

Batılı unsurların öne çıkardığı kaynaklar ve iş gücü temelli açılımın karşısında yerel liderler konumundaki krallar, sultanlar ve soyluları içine alan toplumsal kesimin de oynadığı rol yabana atılır gibi değil. Bu noktada, sömürgecilik ve emperyalizmin ülkeye “kazandırdığı” varsayılan “değerler” bir yanda bulunuyor. Öte yanda ise sömürgecilik sonrası, bağımsızlık yılları ve bugüne kadar ulaşan süreçte gene bölge yönetimleri ile halkları arasındaki ilişkiler; bölgenin halen bitmeyen, aksine kendini şu veya bu şekilde yenileyen kaynaklarına erişim, bu kaynakların üretim süreçleri ve piyasa değerlerdirmelerinin geniş üretici kesimlere ne şekilde yansıyıp yansımadığı da ince elinip sık dokunması gereken bir konuyu oluşturuyor. 

Malezya’da Bağımsızlık ve Siyasi Mücadele / Independence and Political Struggel in Malaysia


Cihan Kurtaran                                                                                                                       09.09.2016

Malezya bağımsızlığının 59. yılını kutluyor.  Başkent Kuala Lumpur’da Bağımsızlık Meydanı’nda (Dataran Merkeda) “Tek yürek” teması başlığını taşıyan kutlamalar, Federal Sultan ve Başbakan’ın da olduğu üst düzey katılımla gerçekleşti.

Malezya Federasyonu, Malay Yarımadası ve Borneo adası gibi iki farklı kara parçası üzerindeki topraklarda egemenlik sürmesi; farklı etnik unsurları bünyesinde barındırması; tedrici bir şekilde gelişmek suretiyle 165 yıl boyunca İngiliz sömürgeciliğinde kalması; görece küçük bir coğrafya parçası üzerinde yükselmesine rağmen 9 farklı ‘sultanlığa’ ev sahipliği yapması gibi özellikleriyle dikkat çekiyor.

Yaklaşık otuz milyon nüfusa sahip Malezya Federasyonu’nun yüzde altmışa yakın bölümü, ülkenin asıl sahipleri anlamına gelen Bumiputra topluluklarına ev sahipliği yapıyor. Bumiputra temelde Malay Müslümanlara atfen kullanılsa da, Borneo Adası gibi irili ufaklı ve aralarında İslam dışı inançlara mensup kitleleri de içeren etnik unsurları da bünyesinde barındırıyor. Nüfusun yüzde yirmi beşini oluşturan Çin kökenli ve yüzde yedisine tekabül eden Hint kökenli Malezyalıların yanı sıra, tarihin erken dönemlerinde olduğu gibi modern dönemde de başta Endonezya olmak üzere Kamboçya, Myanmar, Filipinler, Bangladeş gibi ülkelerden dış göç almaktadır. Resmi açıklamaların dışında yasa dışı yollardan ülkeye giriş yapan ve çalışan nüfus da kayda değer bir orana tekabül etmektedir.

Geçen süre zarfında Endonezya, Tayland ve Filipinler gibi askeri darbelere maruz kalmış ve istikrarsızlıkların yaşandığı komşu ülkelerle kıyaslandığında Malezya Federasyonu’nun istikrarlı bir siyasi yapı sergilediği söylenebilir. Bununla birlikte, her ülkenin kendi siyasi ve sosyal yapıları kadar, geçmişten bugüne aktarılan siyasi yapılaşmaları da gündemden uzak tutmamak gerekir. Bu anlamda, Malezya’yı 1957 yılında bağımsızlığa taşıyan sürecin, gene yukarıda zikredilen ülkelerin bağımsızlık süreçleriyle kıyaslandığında görece geç bir döneme tekabül ettiği görülür.

Bu çerçevede, İngiliz sömürge yönetimiyle 1945’den itibaren başlayan görüşmelerin bir olgunlaşma döneminin ardından bağımsızlığı Malay Yarımadası’na getirmesinin belki de bağımsızlık sonrasında başta ekonomik olmak üzere siyasi istikrara tesirinden bahsedebiliriz. Bu noktada şunu hatırlamakta fayda var. 2. Dünya Savaşı’nın veya bölgedeki adıyla Pasifik Savaşı’nın 1945 yılı Ağustos ayında sona ermesiyle İngiliz sömürge yönetimiyle başlayan siyasi görüşmeler Malay topraklarına yaklaşık 12 yıl sonra, yani 31 Ağustos 1957 tarihinde bağımsızlığı getirdi. Bu ‘istikrar’, İngilizlerle anlaşma masasında ‘mesai olarak’ var olan, ancak adını bağımsızlık sonrasında Ulusal İttifak yönetimiyle duyuran 59 yıllık iktidarla ortaya çıkar.

Aradan geçen süre zarfında Malezya bir yandan ulusal birlik çabası sergilerken, bir yandan da içinde yer aldığı Güneydoğu Asya topraklarında Soğuk Savaşı’n etkisini yakından hissederek bölgesel birlikler içerisinde yerini aldı. Hatta bunlara öncülük yaptığını da söyleyebiliriz.  İngilizlerle yapılan görüşmeleri yürüten ve bu anlamda ülkenin kurucu babası olarak da kabul edilen ilk başbakan Tunku Abdul Rahman’ın ASEAN’ın nüvesini oluşturan Güneydoğu Asya Birliği’ni (ASA) gündeme getiren kişidir. Aynı Tunku Abdul Rahman’ın, İslam İşbirliği Konferansı’nın (OIC) kuruluşuna da ön ayak olduğu belirtelim. Tabii ASA’nın kuruluşun bir Malay siyasetçinin ‘yaratıcı politikaları’ olarak değil de, Soğuk Savaş yıllarının getirdiği hususiyetlerin bir sonucu olarak görmek gerekir. Bu anlamda, Filipinler ve Tayland’la birlikte başlayan sürecin komünizmin bölgede siyasi ve toplumsal nüfuzuna karşı bir blok oluşturulmasıyla bağlantılıdır. Tunku Abdul Rahman’ın bir diğer önemli siyasi projesi 1960’lı yılların başlarında Singapur ile Borneo Adası’ndaki Sabah ve Saravak bölgelerinin Malay Federasyonuyla birleşerek Malezya Feredasyonu’nun oluşturulmasıdır.

Tunku Abdul Rahman’ın, sadece bölgesel işbirlikleri açısından değil, çeşitli etnik yapıları bünyesinde barındıran bu yeni ülkede toplumsal barış ve güvenliğin sağlanması konusunda da çabaları gündemdeydi. Özellikle, Çin ve Hint kökenli Malezyalıların Müslüman Malaylarla ortak bir ‘ulus bilincine’ ermeleri konusunda toplumsal barışı gözeten bir liderlik izlediği belirtilir. Her ne kadar, UMNO’nun kurucusu Dato Onn bin Cafer’in UMNO’ya Müslüman Malay olmayan Çin ve Hint kökenlerinin de üye olması ve politika yapması talebi kadar olmasa da, Tunku Abdul Rahman sosyo-kültürel ve ekonomik çalışmalarda bu etnik yapıların desteklediği görülür. Ki bu destek karşısında Malay Müslümanların tepkiselliği 13 Mayıs 1969 tarihinde bir toplumsal ayaklanma şeklinde kendini ortaya konurken, bu sürece yol açan Başbakan Tunku Abdul Rahman da yaklaşık bir buçuk yıl görev yapan ‘olağanüstü hükümet’ tarafından görevden alındı. Aslında yaşanan bir sivil darbeden başka bir şey değil.  

70’li yıllar 1969 krizini atlatma mücadelesi olarak geçti. İkinci başbakan Rezak bin Huseyin’in -ki şu anki Başbakan Necib bin Rezak’ın babası- kırsal kalkınma öncelikli çabasına ve ardından bunun Hüseyin bin Onn başbakanlığında konsolidasyonuna tanık oldu. 80’li yıllar ise, küresel neo-liberal politikalara eklemlenen Malezya’nın ekonomik kalkınmasının başlangıcını teşkil eder. Bu dönemde, hem kişilik olarak hem de izlediği siyasetler noktasında agresif bir yapıya sahip olduğu bilinen Dr. Mahathir Muhammed izini bulmak mümkün. Dr. Mahathir, bir konuşmasında dile getirdiği üzere kendisine atfedilen ülkenin ‘ekonomik kalkınmanın babası’ sıfatını kısmen kabul ettiğini, kendisinden önceki başbakanların ekonomik kalkınma konusunda başlangıç yaptıklarını, kendisinin de bunun devam ettiricisi olduğunu belirtir. Aslında, özellikle bu dönemde gerçekleştirilen ekonomik kalkınma bir Malezya mucizesi olmaktan öte, hem tarihsel hem bölgesel ilişkileri bağlamında değerlendirilmelidir.

Dr. Mahathir’in 2003 yılında görevinden ayrılmasıyla başlayan bir başka süreç başlıbaşına bir dönem olarak incelenmeyi hak ediyor. 2004 yılında Abdullah Ahmed Badawi, 2009 yılından bugüne kadar Necib bin Rezak’ın sürdürdüğü başbakanlık ulusal birliğin kurulma sürecinin devam ettiğini ortaya koyuyor. 2009 yılında başbakanlık koltuğuna oturan Necib bin Rezak, bu bağlamda gündeme getirdiği ‘1 Malezya’ sloganı o günden bugüne artık pek gündemde yer almıyor. Öte yandan, gündemin çeşitli siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlarla belirlendiği bir Malezya ile karşı karşıyayız. 2020 kalkınmış ülke sloganı da bugün sadece hükümet çevresi tarafından gündemde tutulmaya çalışılıyor.

Siyasi hayatın iktidar yönelimli perspektifi kadar, ülkede var olduğu ileri sürülen muhalefet kesimlerinin de bu süreçteki rolü öneme incelenmeyi hak ediyor. 2000’li yılların başından itibaren ‘reform’ politikalarıyla gündemi belirlemeye çalışan bir dönemin başbakan yardımcısı Enver İbrahim muhalefetin yegâne lideri olmakla birlikte, yaşadığı mahkumiyetlerle bu süreci dolaylı olarak yönlendirebilmiştir. Kimi çevrelerin ifade ettiği üzere, mevcut iktidarı demokratik yollarla alt edebilecek bir siyasi donanıma sahip lider vasfı nedeniyle Enver İbrahim siyasi manipülasyonlarla mahkumiyetine neden olunduğu da unutulmamalıdır. Bugün 59 yıllık iktidarında UMNO’nun varlığına karşı çıkan daha doğrusu UMNO içerisinde gücü elinde bulunduran liderlere karşı çıkan lider olarak 92 yaşındaki Dr. Mahathir Muhammed’i görmek hiç kuşku yok ki Malezya siyasetinin yaşadığı en büyük krizdir. Bugün gelinen noktada, muhalefet lideri hapiste, UMNO’nun önde gelen bazı siyasetçileri partiden ihraç edilirken, yarım yüzyılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten UMNO öncülüğündeki Ulusal Koalisyon, gelecek 40 yılda ülkeyi nasıl yöneteceğinin hesaplarını yapıyor. 

Selasa, 06 September 2016

Rodrigo Duterte: Uluslararası Arenada Yeni Bir Fenomen / Rodrigo Duterte: A New Phenomenon in International Arena


Cihan Kurtaran                                                                                                                      06.09.2016

Filipinler’de uzun yıllar Mindanao Adası’nda Davao şehri belediye başkanlığı yapmış olan Rodrigo Duterte Laos’a yapacağı ilk yurt dışı seyahati öncesinde, ABD Başkanı Barack Obama’ya yönelik küfürlü demeciyle gündeme oturdu.

Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği (ASEAN) dönem başkanı Laos’un başkenti Vientiane’de başlayacak zirveye saatler kala, Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin ABD başkanı Barack Obama’ya yönelik adab-ı muaşerete mugayir sözleri gündemi belirledi. Sadece ASEAN’ı değil, farklı ülke devlet başkanları ve delegasyonlarını da biraraya getirmesi nedeniyle küresel bir önem arz eden ASEAN toplantıları, daha başlamadan herkesi şaşırtan olağandışı bir gündeme sahip oldu.

Söz konusu iki liderin Vientiane’de biraraya geleceği, G-20 zirvesi dolayısıyla Çin’de bulunan Obama tarafından duyurulmuştu. Obama, Filipinler’in çiçeği burnunda devlet başkanı Duterte ile görüşeceğini söylemekle kalmamış, görüşmenin içeriği konusunda, yani Filipinler’de insan hakları konusuna gündeme getireceğini belirtmişti. ‘Üçüncü dünya’ ülkeleriyle ilişkilerde sadece Başkan Obama’nın değil, genel itibarıyla ABD politikalarında önemli bir yer tutan ‘insan hakları’ konusu, bu kez Filipinler bağlamında gündeme getiriliyor. ABD yönetimince Filipinler’e, daha doğrusu başkan Duterte’nin aşağıda değineceğim bazı uygulamalarına yönelik olarak daha önce de değişik vesilelerle tepkiler gündeme getirilmişti.

Burada hatırlanması gerek bir diğer husus, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 26-27 Temmuz günleri Manila’yı ziyaret ederek Duterte ile görüşmesidir. Kerry’nin kişisel yaklaşımından ötürü olsa gerek, Duterte’nin ağzından ona karşı kötü bir söz sadır olmamıştı. Ancak Duterte basına yaptığı açıklamada, “Kerry’le görüşebilirim, ancak onun büyükelçisi eşcinsel diyerek” ABD yönetimine yönelik hakaret anlamı içerek bir söylemi gündeme taşımaktan da geri durmamıştı.

Vientiane toplantıları öncesi yaşanan bu gerginlik, Obama ve Duterte arasında kişisel bir atışmanın ötesinde anlam taşıyor. Bu noktada Rodrigo Duterte’nin kim olduğu, nasıl bir siyasi geçmişi olduğunu kısaca ele almak gerekir. 8 Mayıs 2016 seçimleri yapılacağı duyurulduğunda Filipinler’de başkan adayları arasında adı geçmeyen, ancak kısa bir süre sonra aday olabileceğini açıklanan Duterte, ülkenin güneyinde Mindanao Adası’nda uzun yıllar belediye başkanlığı ve il yönetim meclisinde görev yapmış bir isim. Mindanao Adası’nı, Filipinli Müslümanların tarihsel olarak yaşam olanı olarak biliyoruz. Son dönemde ise, Moro İslami Kurtuluş Cephesi’nin (MILF) bağımsızlık ve akabinde özerk yönetim taleplerine konu olan bir bölge. Ancak çatışma bölgelerinin taşıdığı geri kalmışlık, zorunlu ve gönüllü göçlerden neşet eden etnik çeşitlilik, suç oranlarının yüksekliği gibi hususiyetleri de bünyesinde barındırıyor. Filipinler’de suç denilince akla ilk gelen ise uyuşturucu mafyaları oluyor. Sadece ‘çetelerle’ sınırlı olmayan, ekonomik kazanımı oldukça yüksek bu ‘işten’ değişik düzeylerde kimi ‘memurların’ da iştirak ettiği biliniyor.

Duterte, Ada’nın önemli şehirlerinden biri olan Davao’daki 22 yıllık belediye başkanlığı süresince bir yerel yönetici olmanın ötesinde, bir ‘şerif’ hüviyetiyle şehir ve çevresini uyuşturucu mafyalarından temizleme uğraşını üstlenmiş ve bunda da başarılı olmuş bir yerel politikacı. Ancak Duterte’nin bu ‘başarısını’ gerçekleştirirken, uyguladığı ‘gayri resmi’ yöntem, o yıllar boyunca ulusal gündemin dışında pek yer bulmadı. Gayri resmi yöntemden kastımız, Duterte’nin kurduğu iddia edilen ‘ölüm timleri’ diye anılabilecek bir yapıyla uyuşturucu çetelerini hizaya getirmesi oldu. Bu sürecin sonunda Davao en güvenli şehir unvanını kazanırken, hiç kuşku yok ki, Duterte’nin uyguladığı gayri resmilik te o kadar üzerinde durulan bir konu olarak dikkat çekmedi.

Ancak işler, Duterte’nin devlet başkanlığına aday olmasıyla ve akabinde kampanya dönemindeki söylemiyle yavaş yavaş uluslararası gündemde yer işgal etmeye başladı. Öyle ki, Duterte ‘Davao başarısını’ ulusal düzeye çıkarmaya ant içmesi üzerine, eski başkan Benigno Aquino ülkenin ‘yasaların ihlâl edileceği’ bir döneme girmek üzere olduğunu görerek iki güçlü adayı ittifak yapmaya ve Duterte’nin önünü almaya çalıştı. Aquino bunda muvaffak olamayınca, 71 yaşındaki Duterte 8 Mayıs seçimlerinde aldığı önemli bir oy oranıyla başkan seçilip 30 Haziran’da resmen göreve başladı.

Duterte, seçim kampanyası boyunca iç siyasete yönelik olarak, ülkenin en önemli sorunlarının başında gelen güvenlik olgusuna yoğunlaştı ve bu yöndeki açıklamalarıyla gündemi belirledi. Aynı Duterte o günlerde, 1989 yılında hayatını kaybeden Avustralyalı kadın misyoner üzerinden Avustralya hükümetine ve Papa Francis’in Ocak ayında Manila’yı ziyaretinde yaşanan trafik karmaşası sonrasında buna sebep olduğu iddiasıyla Papa’ya yönelik gayr-i ahlaki çıkışı ile uluslararası basının gündemine oturmaya başladı. Duterte bu türden çıkışlarına dün Barack Obama’yı hedef alan küfürlü söylemiyle devam etti. Duterte, uyuşturucuyla mücadeleyle ilgili olarak kısa bir süre önce bazı uyarıları gündeme getiren ve kendisiyle Laos’da görüşmeyi talep BM Genel Sekreteri’yle görüşmeyi de reddetmişti.

Filipinler devlet başkanının tüm bu süreçlerde benzer bir söylemi tekrarlaması nedeniyle sıra dışı bir fenomen olmaya doğru gittiğini söyleyebiliriz. Ülkesinde suçlarla ilgili mücadelede seçtiği yöntemi, yerel yöneticilik dönemindeki başarılarına bina ederek tartışılmazlığına güvenen Duterte, uluslararası çevrelerin bu konudaki eleştirilerine ise ‘ulusal bağımsızlığımıza müdahale ediyorsunuz’ diyerek geri çeviriyor. Duterte’nin güvenlik güçlerine çeteleri sorgusuz sualsiz öldürme hakkı veren uygulaması ile son iki ayda yaklaşık 2000’i aşkın kişi çatışmalarda öldürüldü ve ülke hapishanelerinin teslim olan uyuşturucu çete mensubu ve kullanıcılarıyla doldu. Dün Obama’ya yönelik yaptığı açıklamanın bir yerinde de, “Filipinler sömürgecilikten kurtulalı çok oldu” diyerek, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl ortalarına kadar süren ABD sömürgeciliğine atıfta bulunarak, Obama’nın insan hakları söylemini reddediyordu.

Duterte’nin yukarıda zikredilen ‘güvenlik politikasına’ yönelik karşı çıkışlar ülkedeki bazı siyasi çevrelerden de gelse, genel itibarıyla yüksek bir oyla devlet başkanı seçilen bir lider olması ve siyasi gücü ele geçirmesi nedeniyle eleştiriler -en azından şimdilik- kurumsal bir boyut kazanmış değil. Ancak Duterte’nin en son Obama’yı da hedef alan uluslararası politikacı ve şahsiyetlere yönelik çıkışın ülkelere arası ilişkileri etkileyecek boyutu olacaktır. Ayrıca, Filipinler’in önümüzdeki yıl ASEAN dönem başkanlığını üstlenecek olmasıyla, Birliğe üye ülkeler arası ilişkiler de olumsuz yönde etkilenebilir.

Bunun ötesinde, Filipinler ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden biri. 1990’lı yıllarda ülkede ABD karşıtlığının yol açtığı tepkiler üzerine o dönemki ABD üstleri kapatılır ve sayısı azaltılırken, son yıllarda Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddialarının neden olduğu anlaşmazlık Filipinler’i ABD’ye yeniden yaklaştırmıştı. Bu anlamda, bir önceki başkan Aquino döneminde ikili ilişkilerde askeri boyut yeniden ön plâna çıkmaya başlamıştı. Duterte’nin, Batı Filipinler Denizi olarak adlandırılan bölgede giderek artan Çin balıkçı ve sahil güvenlik teknelerinin varlığı karşısında ‘Çin’le masaya oturur hallederiz’ söylemi bugüne kadar somut bir açılıma konu olmadı. Kaldı ki, benzer sorunlarla yüzleşen bölgedeki diğer ülkeler de Çin’le tek tek masaya oturmak yerine ABD ile yakınlaşarak politika geliştiriyorlar.

Duterte’nin Obama’yı hedef alan küfürlü sözlerinin ABD politikalarını pek etkilemeyeceği düşünülebilir. Ancak burada Duterte’nin ve Duterte güdümündeki Filipinler hükümetin alacağı kararların belirleyiciliğini de unutmamak gerekir. Bu süreçte, ASEAN içinde öne çıkan ülkelerin Duterte yönetimini şu veya bu şekilde ‘hizaya çekme’ çabası olabilir. ABD ise, bölgede Çin faktöründen hareketle Filipinlerle ilişkileri koparması söz konusu değil. Ancak iki ülke ilişkilerini daha alt düzeyde sürdürme politikası izleyerek Duterte’nin uluslararası politikaya ‘adaptasyonunu’ bekleyecektir.


(Not: Cihan Kurtaran arkadaşımıza bloğumuza katkılarından ötürü teşekkür ederiz.) 

Jumat, 02 September 2016

Çin'in G20 'gösterisi' ve bazı gerçekler / China’s G-20 ‘show’ and some facts


Mehmet Özay                                                                                                                        02.09.2016

Çin, bu yılki G-20 toplantılarına ev sahipliği yapıyor. 4-5 Eylül tarihlerinde Çin’in doğusunda tarihi bir şehir olan Hangzhou’da gerçekleştirilecek zirvenin, tıpkı öncekiler gibi, aslında öncesindeki teknokratların, uzmanların aldığı kararların onanması şeklinde geçeceğini söylemek mümkün. Çünkü G-20 çerçevesinde maliye, enerji gibi bakanlıklar ile merkez bankası başkanlarının toplantıları pek gündemde yer işgal etmese de belirleyicilik noktasında önem arz ediyor. Buna ilâve olarak B-20, L-20, T-20, W-20 gibi birliklerin G-20 politikalarının oluşturulmasına katkısından da söz ediliyor. Dünya ekonomisinin ‘en büyükleri’ olarak adlandırılan ülkeleri yıl içerisinde periyodik olarak biraraya getiren bu toplantılarda küresel ekonominin içinde bulunduğu durum ve geleceği konusunda politikalar üretiliyor. Bununla birlikte 2009, 2010 yıllarında olduğu gibi bazı yıllarda iki defa gerçekleştirildiği görülüyor. Birliği oluşturan 19 ülkenin yanı sıra, Avrupa Birliği’ni de zikretmek gerekir. Sekreteryası bulunmayan birlik, periyodik olarak değişen ev sahibi ülkenin maharetiyle organize ediliyor.

Küresel ekonomide belirleyicilik
G-20’nin temel amacı küresel ekonomiyi canlandıracağı varsayılan ticaret, yatırım, bankacılık, yenilikçilik, istihdam sektörlerinde küresel yasalar tasarımlamak ve uygulanması noktasında rehberlik yapmak. Bununla birlikte, katılımcı ülkelerin coğrafi, sosyo-kültürel farklılıklarından hareketle küresel ekonomide Batılı ülkelerin dışında bazı ülkelerin de rol aldığı gibi bir yanılsama ortaya çıkabilir. Aslında bu çeşitlilik, ülkelerin özellikle nüfuz ve bununla doğru orantılı tüketimcilik kapasitesinin büyüklüğünün bir eseri. Bu nedenle, katılımcı üyelerin her birinin küresel ekonomi politikalarının belirlenmesi sürecine ne denli katkıda bulunduğu şüpheli. Aralarında Brezilya, Endonezya, Hindistan gibi ‘geri kalmışlıkla gelişmekte olmaklık’ arasında yer alan ülkelerin de bulunduğu dikkate alındığında, temelde ekonomik büyüklük ile küresel ekonomi politikalarına yön verme arasında bir fark olduğu görülür. Söz konusu zirve ev sahibi ülke kadar katılımcı ülke bürokrasisinin koltuk altına sıkıştırılmış dosyalarını küresel aktörlerle paylaşma zemini de hazırlamaktadır.  

G-20 adıyla toplantılar 1999 yılında başladı. Bu durum, aslında o döneme kadar dünya ekonomisinin belirleyiciliği noktasında girişimler yapılmadığı anlamı taşımıyor elbette. Aksine IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası birlikler ile ABD ve AB bağlamında yürütülen çabaların küresel bir yapılaşma kazanmasında sadece Asya Krizi’ni bahane etmek mümkün değil. Örneğin benzer dönemde, yani 2001’de Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) kabulüyle, sahip oldukları nüfus hacimleriyle neo-liberal ekonominin uygulayıcısı olmaya hazır ülkelerdeki gelişmeleri de hesaba katmak gerekir.

Çin’in ekonomide korumacılığı ve karşı çıkışlar
Zirvenin, ekonomi alanındaki düzenlemeler noktasında bir süredir ABD ve AB ile anlaşmazlık yaşayan ve bu nedenle serbest ticareti ilke edinen (DTÖ) kıstaslarına uyması için baskıya maruz kalan Çin’de yapılacak olması önemli. Anlaşmazlığın önemli bir alanını, Çin ekonomisinin devlet teşekkülleri eliyle yürütülüyor olması ve Çin iç piyasasının Batılı şirketlere ‘fair-play’ kurallarına uymayacak şekilde kapalı olması. Bu durum, devlet müdahaleciliğini gündeme getirdiğinde klasik liberal ekonominin oyun kurallarının dışına çıkılmış kabul ediliyor. Çift rakamlı büyüme dönemini geride bırakan Çin, ekonomide şu veya bu ölçüde korumacılığa yönelirken Batılı ülke liderleri ve ekonomi uzmanları, Çin’in DTÖ’ye verdiği sözleri yerine getirmesinde ısrarlı.

Yatırımlar noktasında da sıkıntılar yaşandığı biliniyor. Özellikle Alman şirketlerinin Çin’de karşı karşıya kaldığı zorluk Merkel tarafından gündeme taşınıyor ve zirvede de görüşülecek konular arasında bulunuyor. Öyle ki, Çin devlet teşekkülleri Avrupa ve Avustralya’ya açılım yaparken, benzer bir durumun Çin’de gerçekleşmesinin önünü alacak ‘korumacılık’ yasaları geliştiriyor. Bu çerçevede, son dönemde Avustralya ve İngiltere’nin Çin şirketlerinin yatırımlarına engelleme çabası da bunun bir sonucu. Çin, özellikle son çeyrek asırda elde ettiği ekonomik büyüme eğilimlerinin doğurduğu bir tür ‘öz-güvenle’ hareket ediyor. Ancak bu ekonomik kalkınmışlık sürecinde liberal politikaların dışında bir yol izlemediği dikkate alındığında, Çin dönüp dolaşık Batı ekonomisinin kıstaslarına uymak zorunda kalacaktır. Aksi halde uluslararası çevrelerin Çin’i ‘piyasa ekonomisi’ne dahil etmeme tehdidinin doğurabileceği sıkıntılardan bahsetmek mümkün. Kaldı ki Çin, zirveden sadece birkaç gün önce yapılan görüşmelerde AB-Çin kapsamlı yatırım anlaşmasının 2017 yılında imzalanabileceği gündeme geldi.

Güvenlik olmadan ekonomik gelişme olmaz
Küresel ekonomiyi ilgilendiren alanların yanı sıra, bu alanların sağlıklı işlerliği için kaçınılmaz olan bölgesel ve küresel güvenlik konusu da zirvede birincil görüşme alanlarından biri olacak. Bu bağlamda, ilk akla gelen husus, zirvenin yapılacağı ülke Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizleri üzerindeki egemenlik iddiaları ile Kore Yarımadası’ndaki gelişmeler. Çin’in bu iddialarına karşılık olarak Uluslararası Tahkim Mahkemesi geçen Temmuz ayında Çin aleyhine karar verse de konuyla ilgili tartışmalar sürüyor. İddialarını tarihi bağlama oturtan Çin şu ana kadar geri adım atmış değil. Bu nedenle, söz konusu bu iddiaların, bölge ülkeleri kadar Batılı ülkeler için de deniz ticaretinin seyir ve güvenliğine engel olduğu yolundaki açıklamalar bir süredir gündemde yer işgal etmeye devam ediyor. Öyle ki, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, zirveden birkaç gün önce Hindistan ziyareti sırasında Güney Çin Denizi anlaşmazlığında karşı karşıya gelen Çin ve Filipinleri konuyu barışçıl yollarla halletmeye yaptığı davet etti. Burada tabii ki sorun, sadece komşu ülkeler arası var olan bir anlaşmazlık değil. Bunun ötesinde Doğu ve Güney Çin Denizleri’nin yeni bir küresel ‘çatışma’ alanı olduğu ve bu anlamda ABD’nin ‘Asya Yüzyılı’ konsepti çerçevesinde Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nı gündeme getirmesi

Bu çatışmacı alanlara karşılık Çin hükümeti zirveyi bir tür başarıya çevirmenin hesabını yapıyor. Bu amaçla, G-20 birliği dışındaki ülke liderlerini de davet etmek suretiyle, Çin’in kalkınmışlığını ve bir dünya lideri olmaklığını ‘paylaşmayı’ plânlıyor. Çin, zirve dolayısıyla bir dünya lideri pozunda pembe bir tablo çizmeye hazırlanırken, karşısında küresel ekonominin kurallarını belirleyen ancak Çin’in bu alandaki işbirliğinden memnun olmayan belirleyen Batılı ülkelerin, jeo-stratejik yapılaşmasına yön verme uğraşındaki ABD’nin ve bölgesel barış ve güvenliğinin tehdit altında olduğu algısına sahip ASEAN’ın karşı çıkışlarına maruz kalacağına kuşku yok.

Selasa, 30 Agustus 2016

Panglong Konferansı: Myanmar’da Tarih Yeniden Yazılıyor / Panglong Conference: Rewriting of Myanmar History


Mehmet Özay                                                                                                                         30.08.2016

Myanmar hükümeti 31 Ağustos’da başlayacak ve beş gün sürecek tarihi bir konferans yapılacak. 21. yüzyıl Panglong Konferansı adı verilen program merkezi hükümet ve ülkenin önde gelen etnik yapılarıyla uluslararası çevreleri biraraya getirecek. Adını bağımsızlıktan kısa bir süre önce benzer şekilde gerçekleşen konferansdan alan bu etkinlik, ülkenin 8 Kasım 2015 seçimleri sonrasında başlayan sivil yönetim sürecinin önemli bir evreye girmesi anlamı taşıyor. Ülkenin bağımsızlığı kazandığı 1948’den kısa bir süre sonra ülkeyi yöneten askeri rejimler dönemi ve 1988 yılında başlayan demokrasi mücadelesinin öznesi konumundaki etnik yapılar tüm geçen bu süre zarfında siyasi, ekonomik, kültürel ayrımcılıklara maruz kaldılar. 1947 yılında yapılan birinci Panglong Konferansı etnik yapılarla siyasi bağımsızlığı paylaşma hakkı tanıyordu. Ancak bu girişimin mimarı Aung San, yani bugün demokrasi hareketinin lideri ve Dışişleri Bakanı Su Çi’nin babasının silahlı saldırı sonucu öldürülmesiyle bağımsızlık sonrasında bu düşünce ordu mensuplarının eliyle Burma (Burmese veya Barma) denilen ülkenin yüzde altmışını oluşturan etnik çoğunluğun hakimiyetine evrildi.

Bir önceki devlet başkanı ‘yarı-sivil’ Thein Sein inisiyatifiyle başlatılan barış görüşmelerinde bazı etnik yapıların dışta bırakılması bu girişimin kapsayıcı olmaktan uzak olması kadar, şüpheyle karşılaşmasına neden oldu. Sivil bir yönetim olarak Ulusal Demokrasi Birliği hükümetinin bu seferki barış görüşmelerinde aldığı inisiyatif merkezi hükümet, etnik yapılar ve uluslararası çevrelerce ülkenin geleceği için umutların yeşermesine neden oluyor.

Sorunun Kökeni
Myanmar, bölgenin diğer bazı ülkeleri gibi etnik çoğunluğu oluşturan bir toplumsal yapı teşkil etmekle kalmıyor. Aksine, bu etnik yapıların neredeyse hepsinde siyasi bilinci oldukça gelişmiş olması, merkez-çevre ilişkilerinin daha bağımsızlık öncesinden başlayarak siyasi yönetim hakkı elde etmek gibi bir açılımı da ihtiva ediyor. Merkezi oluşturan ve adına Burma denilen etnik çoğunluk ile diğerleri arasındaki özellikle de Arakan, Karen, Şan, Kaçhin gibi öne çıkan etnik yapılarla ilişkileri belirleyen ise geçmişi 19. yüzyıla kadar uzanan bir tarihsel ilişkiler ağına dayanıyor. İngilizlerin bölgedeki varlığı, yönetim ve ordu yapılaşmasında görev verilen etnik yapılar ile verilmeyenler arasındaki ilişki, bağımsızlık sonrasındaki ayrışmanın da temellerini oluşturuyor.

21. Yüzyıl Panglong Konferansı
Konferansa 21. Yüzyıl Panglong Konferansı adının verilmesinin nedeni, 1947 yılında, yani bağımsızlıktan sadece kısa bir süre önce aynı adla bir konferansın gerçekleştirilmiş olması. O dönem ulusal lider konumundaki Aung San’ın Şan, Kaçin ve Çin etnik toplulukların liderleriyle yaptığı görüşmelere, konferansın yapıldığı yerin adıyla Panglong Konferansı olarak anılıyor. Etnik yapılarla yapılan bu konferans, ülke siyasal yaşamının dizaynı konusunda bir girişim olması bağlamında bağımsızlığın da önemli bir güvencesiydi. Ancak bu güvenin sarsılmasında, öncelikle 19 Temmuz 1949’da, yani bağımsızlıktan altı ay önce, Aung San’ın diğer bazı ulusal liderlerle birlikte katledilmesinin ve ardından da bağımsızlık sonrasında Burma milliyetçilerinin etnik yapılarla siyasal paylaşım yerine merkeziyetçi bir otorite tesislerinin rolü büyük.

İkinci Panglong Konferansı, bir dizi görüşmelerin başlangıcı kabul ediliyor. Bu süreç, aynı zamanda Myanmar’ın aslında 1947’de yarım kalmış bir projesini tamamlama hedefi taşıyor. O da, merkezi gücü oluşturan nüfusun yüzde altmışlık bölümüne tekabül eden Bamar etnik çoğunlukla, nüfusun geri kalanını oluşturan etnik yapılar arasında güven tesisi oluşturmak. Bağımsızlık öncesi süreçte federal yönetim düşüncesiyle harekete geçen dönemin liderlerinin bıraktığı yerden görüşmeleri devam ettirmek. Bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için askeri rejimin sona ermesi gerekiyordu. 8 Kasım 2015 seçimleri bu süreci şu veya bu şekilde ortadan kaldırmaya matuf bir girişimdi ve bunda da başarılı olundu.

Hükümet İçin Önemli Bir Sınav
Söz konusu bu barış süreci, Su Çi’nin önderliğindeki Ulusal Demokrasi Birliği hükümeti için önemli bir sınav niteliği taşıyor. Öyle ki, ‘demokratik’ yönetim çağrılarına konu olan Su Çi’nin verdiği mücadele, şimdi pratiğe geçirilmeyi bekliyor. Hedefte merkez-çevre ilişkisinde güven tesisi ve akabinde gelecek siyasi ve ekonomik kazanımlar bulunuyor. Konferansa Thein Sein döneminde 2015’de başlatılan ve Ulusal Ateşkes Anlaşması adıyla gündeme gelen barış görüşmelerine davet edilen sekiz grubun dışında, dışarda tutulan on üç etnik yapı da davet edildi. Bu grupların önemli bir bölümünün geçen yıl başlayan barış görüşmelerine davet edilmemiş olmaları ülkede merkez-çevre ilişkilerinde sorunun devam ettiği anlamı taşıyordu. O dönemde söz konusu bu etkin yapıların liderleri yeni hükümetin barış süreci görüşmelerini beklediklerini açıklamışlardı. Şimdi bu sürece gelinmiş görülüyor. Geçen hafta Birleşik Milletler Federal Konseyi temsilcileri yaptıkları açıklamada konferansa katılacaklarını ilan ettiler.

Barışta Su Çi Faktörü
Su Çi’nin ülke siyasal yaşamında aktör haline gelmeye ve toplumun geniş kesimlerinde demokrasi taleplerinin yükselmeye başladığı dönem 1988 yılına tekabül eder. Kurucu devlet başkanının kızı olmasının da getirdiği ve içinde mitsel unsurları da barındıran liderlik profilinde Su Çi’ye destek veren etnik yapılar, kısa bir süre sonra geleceği varsayılan demokratik dönüşüm sürecinde, 1947 yılındaki Panglong Konferansı’nın bir benzerinin hazırlığı hayalili kuruyorlardı. Ancak bu hayalin gerçekleşmesi için 25 yıl beklemeleri gerekti. Bu nedenle Çarşamba günü başlayacak ikinci Panglong Konferansı gecikmiş bir toplantı özelliği taşır.

Çarşamba günü başlayacak görüşmeler Su Çi’nin liderliğinde gerçekleşmesinin önemli sebepleri var. İlki, 1947 yılındaki ilk Panglong Konferansı’nı babası ve dönemin siyasi lideri Aung San’ın yapmasıydı. Ardından, 1988 yılından itibaren ülkedeki siyasi gelişmelerin bir tür zorlamasıyla kendini siyasi liderlik konumunda bulan Su Çi’nin çeyrek yüzyıla varan mücadelesi geçen yılki seçimlerdeki başarısıyla meyvesini verdi. Aung San’ın birinci Panglong Konferansı sonrasında suikasta kurban gitmesi, etnik yapıların Aung San kadar, demokrasi mücadelesinde meşaleyi taşıyan Su Çi’ye karşı bir güven ve sempatiyi çok geçmeden oluşturmuştu. Gelinen bu noktada bu ilişkinin pratiğe dökülmesi bekleniyor. Her ne kadar Su Çi’nin 2010’dan itibaren merkezi güçlerle ilişkisine eleştirel yaklaşan etnik yapılar olsa da, artık bugün merkez siyasette yer alan Su Çi’siz barışa adım atmakta olanaklı görünmüyor.

Tarih Yeni Baştan
Bu konferans ile Myanmar yeniden tarih yazmaya hazırlanıyor. Geçen yıl 8 Kasım’da yapılan seçimler sonrasında oluşan siyasi ortam, sadece askeri rejimin yerine sivil siyasilerin hakim olduğu bir sistemin gelmesiyle sınırlı değildi. Hükümette yaşanan bu değişim, aynı zamanda yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca ülkenin dört bir yanında bağımsızlık veya otonom yönetim talebinde bulunan etnik unsurlarını heyecanlandıran bir gelişmeydi. Tıpkı 1947 yılında, yani bağımsızlıktan aylar önce, o dönemin önemli etnik yapılarının katılımıyla Panglong’da düzenlenen konferansta alınan kararda olduğu gibi, bugün de gerçekleştirilecek benzer bir konferans federal bir yapının kapısını aralama anlamı taşıyor. Hiç kuşku yok ki, merkezi hükümet ile etnik yapılar arasında gerçekleştirilecek bu konferans ilk etapta ülke genelinde merkez siyaset ile etnik yapıların hakimiyetindeki bölgeler arasında güven tesisi anlamında önem taşıyor. Zaten Su Çi’nin de konferans için temel hedef olarak siyasi ve güvenlik konularını ana madde olarak seçmesi bunu gösteriyor. Bunun pratikteki yansımaları ise kaçakçılık, uyuşturucu gibi yasa dışı uygulamalar ile çeşitli alt yapı sorunlarının halledilmesi şeklinde karşılık bulacak. Bu aynı zamanda Ulusal Demokrasi Partisi iktidarının hem ülke içinde, hem ASEAN içinde hem de uluslararası kamuoyu önünde inandırıcılığını ortaya koyması açısından da kayda değer bir süreç olacak.

Siyasal Çözüm ve Toplumsal Barışa Doğru
Etnik yapıları barış masasına sevk eden bir diğer husus ise, geniş kitlelerin artık savaş ve çatışma ortamına son verilmesi konusundaki talepleri. Merkezi orduyla (Tatmadaw) etnik yapıların gerillaları arasında yaşanan çatışmalar sivil halkın evlerini barklarını terk etmelerini, temel hak ve hizmetlerden azade bir hayat sürmeleri, geleceklerinin belirsizliği gibi son derece insani kaygıların gün yüzüne çıkmasına neden oluyor. Doğal zenginlikleri potansiyel olarak bünyesinde barındıran ülkenin geniş toplum kesimlerinin barış ve huzur içerisinde yaşacakları bir ortamın oluşturulmasında hiç kuşku yok ki uluslararası çevrelerin de bir etkisi olacaktır. Bu nedenle Su Çi, görüşmelere Birleşmiş Milletler genel sekreteri Ban Ki-moon’u davet etmesi bunun göstergelerinden biri. Bir diğer husus ise, başta ABD ve AB olmak üzere Batıyı temsil eden ülkelerin ve birliklerin Myanmar’da hüküm süren askeri rejime yönelik siyasi ve ekonomik ambargolarının büyük ölçüde sonlandırılmış olması, ikili ve bölgesel ilişkilerde Myanmar’a rollerin verilmeye başlanması da kuşkusuz barış sürecinde katalizör işlevi görecek. 

Selasa, 23 Agustus 2016

Filipinler’de Hükümet Komünist Partisi’yle Barış Masası’nda / The Central Government of the Philippines and Communist Party at the Peace Table


Mehmet Özay                                                                                                                         23.08.2016

Filipinler’de yeni bir barış süreci başlıyor. Filipinler devleti ile komünist gerilla hareketi ve onun siyasi kanadı komünist parti yetkilileri arasında bugün, yani 22 Ağustos’da Norveç’in başkenti Oslo şehrinde barış görüşmeleri başlıyor. Görüşmelere Norveç’den üst düzey katılım, Güneydoğu Asya’daki bu siyasi krizi çözme konusunda tıpkı diğerleri gibi, Avrupa’nın katkısının göz ardı edilemeyeceğini ortaya koyuyor. Norveç’in 1986 yılındaki görüşmelere de ev sahipliği yapması aslında bir devamlılığın olduğunu da gösteriyor. Söz konusu barış görüşmesi, Başkan Duterte’nin ülkedeki muhalif ve gerilla savaşı veren tüm gruplarla sorunların halledilmesi konusundaki bütüncül politikasının bir ürünü.

Toplumsal Barışa Doğru
Bu noktada, merkezi hükümetin, 1960’ların sonlarından bu yana varlık gösteren komünist partisi ve bağlantılı gerilla hareketiyle barış görüşmelerine başlaması, ülkede siyasi istikrarın tesisi bağlamında, bir önceki dönemde Moro İslami Kurtuluş Cephesi’yle yapılan barış anlaşmasının bir devamı niteliği taşıyor. Böylece hem Mindanao ve çevre adalardaki Malay Müslüman kitle, hem de Luzon adası güneyi, Mindanao adasının kuzeyinde faaliyet sergileyen komünist partisiyle gerçekleştirilecek toplumsal barışın genel anlamda ülkede pozitif bir atmosfer oluşturacağına kuşku yok.

Luzon Adası merkezli olarak 1969’de kurulan komünist partisi varlığını şiddete dayandırmasıyla ülke siyasal hareketleri içerisindeki yerini aldı. 1986 yılında başlayan barış görüşmelerinde sonuç alınamazken, en son girişim yaklaşık dört yıl önce Benigno Aquino’nun devlet başkanlığı sürecinin başlarında gündeme gelmişti. O günlerde Aquino’nun kabul etmediği siyasi tutukluların serbest bırakılması şartını bugün Duterte’nin yerine getirmesi iki tarafın masaya oturmasını sağlayan en önemli şart olarak gözüküyor.
Bugünkü görüşmelerden sadece birkaç gün önce, yani geçen Cuma günü komünist hareketin iki önemli liderinin cezaevinden salıverilmesi karşısında örgütün tek taraflı ateşkes kararına hükümetten de benzer bir karşılık geldi. Liderlerin salıverilmesi ve karşılıklı ateşkes kararı, iki tarafın görüşmeler öncesinde sürece olumlu bir adım atmaları anlamı taşıyor.

Başkan Rodrigo Faktörü
Açıkçası, daha 8 Mayıs başkanlık seçimleri öncesinden başlayarak, Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin komünist gerilla hareketiyle masaya oturacağını açıklaması gündemde önemli bir yer işgal etmişti. Seçimlerin ardından Temmuz ayı başında görevine aktif olarak başlamasının ardından, konuyla ilgili açıklamaları ve girişimleriyle bu konuda ne kadar ciddi olduğunu ortaya koydu. Başkan’ın bu kararlılığının bir göstergesi olarak barış görüşmeleri öncesinde aldığı dikkat çekici kararlar arasında, yeni kabinede Sosyal ve Ekonomik Kalkınma ile Tarım Reformu bakanlıklarına komünist aidiyetleriyle tanınan siyasetçileri getirmesi oldu. Ardından, güvenlik güçleriyle komünist gerillalar arasında görece düşük yoğunluklu da olsa devam eden çatışmaları sonlandırmaya yönelik olarak ‘ateşkes’ çağrısına rağmen, ateşkes süreci işletilemedi.

Şimdi sıra, taraflar arasında karşılıklı ‘pazarlıkların’ yapılmasına geldi. Oslo görüşmelerinin tarihin belirlenmesiyle, gerilla hareketinin iki lideri karı koca Benito Tiamzon ve Wilma’nın serbest bırakılması, Filipinler devleti adına iyi niyet göstergesinin ötesinde bir anlam taşıyor. Benito Tiamzon ‘Filipinler Komünist Partisi’ ve partinin silahlı kanadı ‘Yeni Halk Ordusu’nun başkanı sıfatını taşırken, eşi Wilma parti genel sekreterliğini yürütüyor. Bu bu iki liderin salıverilmesi, görüşmelerde oynayacakları varsayılan ‘yapıcı’ rolden ötürü önemli. Ayrıca, aynı günlerde yirmi siyasi tutuklu da serbest bırakıldı. Bununla birlikte, cezaevlerinde yaklaşık 550 gerillanın bulunuyor. Ve barış görüşmelerinin seyrine göre bu mahkumların da serbest bırakılması gündeme gelecek.

Dünü ve Bugünüyle Komünist Partisi
Takımadalar ülkesi Filipinler’de komünist ideolojinin, tıpkı bölgedeki diğer ülkeler gibi önemli bir geçmişi bulunuyor. Sömürgecilik dönemi, ‘koyu’ bir milliyetçilik üzerinde yükselen Japon yayılmacılığı ve ardından gelen kapitalist üretim/tüketim süreçleri vb. Filipinler’i bu anlamda diğer ülkelerden farklı kılan ise 19. yüzyıl son yılları ile 20. yüzyıl ilk yarısı boyunca Amerikan ‘sömürgeciliğine’ konu olmasıdır. Özgürleştirici ülke sloganıyla anılan Amerikan’ın, en azından Güneydoğu Asya toprakları bağlamında dile getirilecek olursa, bölge sömürge tarihinde İngiltere, Hollanda ile bir arada tutulmasa da, böylesi bir ‘kara’ geçmişi olduğu Filipinler örneğinde karşımıza çıkıyor. Ancak ABD’nin Takımadalarla ilintisi bağımsızlık sonrasında da devamlılık gösteriyor. Tabii, bununla birlikte, Rusya ve ardından Çin’de yaşanan devrimleri ve sonrasında bölge ülkelerine yansımasını da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bu çerçevede, Filipinler komünist partisinin 1930’larda kök salmaya başlaması, bağımsızlığın ardından doğan siyasi arenada kendine yer bulamaması gerilla hareketine yol açtı. 

Filipinler’de komünizm ideolojisinin ortaya çıkmasında, ABD sömürgeciliği ve bu döneme karşı verilen özgürlük mücadelesi kadar, Pasifik Savaşı sonrasında kalkınmacı modernleşme çabalarında arzu edilen başarının yakalanamamasıyla birlikte milyonlarca insanın yoksullukla iç içe yaşamasının payı büyük. Bu anlamda, komünizmin Avrupa versiyonun klişe haline gelmiş sanayi devriminin ürünü ‘geniş işçi sınıfı’ndan ziyade, yoksul ve üretim gücünde söz sahibi ol/a/mayan geniş tarım nüfusunun rolü bulunuyor. Buna paralel olarak, kırdan kente göçle okur-yazar/zanaatkârlık imkânlarına sahip olmayan kitlelerin ‘lümpen’ olarak adlandırılabilecek ‘arada kalmış’ yaşamlarında bir ümit veya en azından bir tür ‘var oluş’ imkânı olarak komünist ideolojinin belirdiği görülür. Bu çerçevede, komünist gerilla hareketi şehirlerde etkin olurken, ideolojisinin temellendirmede de kır toplum yapısına dayanıyordu. Bu toplumsal kesimlerin komünist partisiyle buluşmasında, kuşkusuz ki, 1965-1986 yıllarında ülkeyi yöneten Ferdinand Marcos’un ürettiği rejimin etkisi es geçilemez. Komünist partisiyle barış görüşmelerinin Marcos sonrası dönemde gündeme gelmesi de hem ülkedeki siyasi ve ekonomik yapılaşma hem de bölgesel ve de küresel değişimlerle bağlantılıdır. Liberal ekonomi sınırları içerisinde de olsa bir tarımsal kalkınma süreci, komşu ülkelerde ideoloji ve silah desteğinin giderek sona ermesi, ideolojik iç çekişmeler partinin belirsizliklerle dolu bir sürece girmesini sağladı.

Yeni Bir Döneme Doğru
Eski Başkan Aquino döneminde başlatılan barış görüşmeleri ve ardından yeni başkan Duterte ile devam ettirileceği konusunda güçlü sinyallerin verilmesi temelde Filipinler merkezi hükümetinin ayrılıkçı gruplar ve bunları destekleyen sivil toplum kesimleriyle ‘barışı’ hedeflediğini gösteriyor. Özellikle, 2001 yılında ABD’de meydana gelen gelişmelerin ardından ‘terörle mücadele’ olgusu küresel bir boyuta çıkarken, ABD bu süreçte kendine ‘ittifak’ bulmakta zorlanmadı. Bunların başında da Filipinler geliyordu. Bu yaklaşımı, kendisi için bir avantaja dönüştürmek isteyen hükümet, ayrılıkçı silahlı gruplarla mücadele söylemi ardından sivil çevreleri de hedef aldı. Ancak 2010’lardan itibaren Moro İslami Kurtuluş Cephesi ile anlaşma imzalanması ve ardından komünist partisi ve uzantısı gerilla grubuyla barış masasına oturulması, Filipinler merkezi yönetiminde ‘ulusal güvenlik’ konseptinin yeni bir rotaya oturtulmaya çalışıldığına işaret ediyor. İç çatışmaları sonlandırmış bir Filipinler’in, özellikle Aquino başkanlığında hız kazanan kalkınmacı politikaların kırsal ayağında yoğunlaştırılması yoksul kesimlere bir ümit aşılarken, toplumsal barışın tesisinde de rol oynayacaktır. Öte yandan, iç politikada ayağı sağlam yere basan Filipinlerin, olası dış tehditler karşısında dış politikaya yoğunlaşması ve gelişmelerin yönelimine göre bölgesel ve küresel ilişkileri geliştirmeye konuşlanması beklenebilir.

http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/filipinler-de-hukumet-komunist-parti-yle-baris-masasinda/633138