Mehmet Özay 31 Temmuz 2015
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki gün sürecek Cakarta ziyareti bugün resmen başlıyor. Bundan yaklaşık dört yıl önce, 2011 yılı Nisan ayında, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ziyaretine tanık olmuştuk. Aradan geçen dört yılın ardından Cakarta’nın bir kez daha Türkiye Cumhurbaşkanı’nı ağırlayacak olması önemli. Bununla birlikte, aradan geçen sürede neler yaşandığı kadar, bu yeni ziyaret ile önümüzdeki süreçte neler yaşanabileceği üzerinde durulmayı hak ediyor.
Bu ziyaret vesilesiyle kimi çevreler Sayın Cumhurbaşkanı ile Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo’nun yerel yönetimlere dayanan siyasi geçmişlerinin benzerliğinden hareketle hoş manzaralar çizebilirler. Ancak bu benzerliğin, her iki ülke ilişkilerinde bugüne kadar arzu edilebilir düzeye çıkamamış/çıkartılamamış olmasına rağmen, yeni bir vizyon oluşturulmasına katkısı olur mu sorusu da gündeme getirilebilir elbette. Tabii ziyareti bu ve benzeri bir minvale oturtarak yazıya devam etmek yerine, burada sınırları genişleterek bu ziyaretin anlamını ortaya koymak da mümkün.
Öncelikle Sayın Erdoğan’ın nasıl bir Endonezya’yla karşılaşacağına dair birkaç hususa değinelim. Bugün Başkan Jokowi’nin selefi Susilo Bambang Yudhoyono’dan (SBY) devr aldığı Endonezya dünkü Endonezya değil. Yakın geçmişe dönüp bakacak olursak, Susilo Bambang Yudhoyono yönetminin görece parlak bir gelişme kaydetmesine rağmen, ülkede hak edilen ve geniş kesimleri içine alacak reformların gerçekleştirilebildiğini söylemek güç. Bu nedenledir ki, kimi kesimlerin bir tür yılgınlıkla ‘Keşke Suharto döneminde olsak’ yollu temennileri gündeme taşınıyor(du). Bu temennileri pratiğe geçirme kosunuda istekli olan halen etkin odakların bu yönde bir inisiyatif geliştirme temrinleri de açıkçası insanı ürkütmüyor değil. Endonezya’nın gerek çoğul etnik yapıları barındıran bir ülke olması, gerekse Malaka Boğazı ve Güney Çin Denizi’ne sınırları nedeniyle küresel bir probleme dönüşmüş olan bölgesel açmazın içinde yer alıyor oluşu, stratejik önemini artırırken, aynı zamanda son birkaç yıldır giderek yüksek sesle dile getirilen tarihi ‘Deniz İpek Yolu’ projesine taraf olabilme yönelimi bu ülkeyi bir an önce kendine çeki düzen vermeye zorluyor. Bu hususlarda Türkiye’nin Endonezya’ya bir ‘el uzatması’nın mümkün olup olmadığı da tartışılmayı hak eden bir husus.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın ziyaretinin Çin’den başladığını dikkate aldığımızda, sadece Endonezya ile ikili ilişkiler çerçevesinde değil, bölgesel yani Doğu ve Güneydoğu Asya bağlamıyla ele alınmalı. Bu çerçevede, ASEAN genel sekreterliğinin Cakarta’da bulunması kadar, Endonezya’nın birlik içinde öne çıkabilecek bir lider ülke konumunda olması en azından böylesi bir potansiyele sahip oluşu, Çin ile Endonezya arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkiler vb. özellikler çerçevesinde, Türkiye’nin bu iki ülke ile yakınlaşmasının önemine gönderme yapabiliriz. Bu ifadeleri kullanırken, pembe bir tablo çizme gayesi de taşımıyorum. Ortada bir inisiyatif geliştirilmesi konusunda irade olduğuna dikkat çekmek için sarf ettiğim bu cümlelerin ardından, bugüne kadar yukarıda zikredilen bağlama oturacak siyasi-ekonomik-eğitim-sosyo/kültürel açılımları yapacak gerek devlet gerek özel sektör/STK yapılaşmalarının olup olmadığını; şayet varsa bunların bugüne kadar nasıl bir süreçte ne gibi komplike ilişkilerle çerçevelendiğini dikkatle incelenmesine de gerek olduğunu söylemek isterim.
Çin ve Endonezya özelinde pratikte karşımıza çıkan sorunlar/ilişkiler nedir kısaca bir bakalım. Kuşkusuz ki, Çin dediğimizde Türk kamuoyunda ilk akla gelen Uygur sorunu oluyor. Dünyanın ikinci “süper gücü” olan bir ülkeye karşı Türkiye’nin bir baskı unsur geliştirebileceğini söylenemez elbette. Ancak Türkiye’nin başta Uygurlar olmak üzere Çin özelinde veya bölgede şayet bir inisiyatif geliştirme arzusu taşıyorsa, bunu bölge ülkeleri ile kurulan birliktelikler bağlamında yapması kaçınılmazdır. Örneğin Malezya ve Endonezya gibi nüfusunun kahir ekseriyetinin Müslüman olan ülkelerindeki yönetimlerin dahi bu konuda bir inisiyatif geliştermekten uzak siyasi duruşları üzerinde epeyce çalışılmayı hak ediyor.
Bu ziyaretin Endonezya açısından önemi kadar, bölge ülkelerine de vereceği mesaj/lar var. Bunun başında, Suriye’de kaynayan kazanda öne çıkan ‘aktör’ konusunda bölge ülkelerindeki hassasiyetine dair Türkiye’nin önemli bir karşılık vermesi gerekiyor. Bu çerçevede, bir süredir Endonezya’da yakalanan bazı Uygurların söz konusu terör yapısıyla ilişkileri olduğu yönündeki resmi açıklamalardan hareket ederek, Türkiye’nin bir yandan Uygur, öte yandan Suriye özelindeki gelişmelere dair bir yaklaşım sergilemesi beklenebilir.
Türkiye’nin bu ziyaretten beklentilerin başında kuşkusuz ki, ikili ilişkiler kadar, ASEAN ‘bünyesine’ giderek daha çok nüfuz etme çabası içinde olmak geliyor. Sayın Gül’ün 2011’deki ziyareti sırasında “Türkiye’nin ASEAN’la ilişkileri geliştirmek istemesi” yönündeki demeci halen gündemde ve geliştirilmeye matuf olduğu görülüyor. Türkiye’nin bir yandan ASEAN’a akredite oluşu, bölgede sayısı artan Büyükelçilikler ile tüm atıllığına rağmen, D-8 gibi geliştirilmeye açık önemli bir potansiyel yapılaşmayı işlevsel kılınmasının aciliyeti ortadadır. Özellikle D-8’i ekonomik işbirliğinin ötesine taşıyacak ve geniş kesimleri bünyesine dahil etmesine olanak tanıyacak bir geniş işlevsellik kimliğine büründürülmesi gerekiyor. Ancak bu yolladır ki, bölge ülke yönetimlerinin kimi ‘atıl karakteristiklerinin’ ötesine geçerek sivil toplumun değişik kesimlerinin işbirliğiyle ortak sorunlara çözümler üretilmesi beklenebilir. ASEAN içindeki işbirliği kadar, D-8 bağlamında geliştirilebilecek olanaklar ile aralarında Arakan meselesi de dahil bölgenin özellikle azınlıklar, doğal afetler vb. konularında inisiyatif geliştirilmesi imkânı doğacaktır.
Kimileri, Türkiye ve Endonezya’nın (burada Malezya’yı da zikretmekte fayda var) ‘İslam İşbirliği Teşkilatı’ bağlamındaki ‘birlikteliği’ni gündeme getirebilir. Ancak İİT çerçevesinde, Malezya ve Endonezya’nın, Türkiye’nin inisiyatifiyle bir şeyler geliştirmesine yönelik tepkileri bir yana, kendi özel bağlamlarında dahi İİT politikasızlığından mütevellik, özellikle de geniş kamuoyu nezdinde suküt-u hayale yol açtığına tanık oluyoruz. Şayet Türkiye bu kurum üzerinden ortak bir strateji geliştirme niyetinde ise, öncelikle 2003’den bu yana bu kurumun samimi-kalıcı ve istikrarlı politika ve icraatlara imza attığının ortaya konması lazım. Bunun da ilk etapta tescile muhtaç yeri kuşkusuz ki Açe’den başlayarak Mindanao’ya kadar uzanan boyutudur elbette.
Son olarak şu hususa değinmekte yarar var. Türkiye’nin, özellikle Güneydoğu Asya ile ilişkilerinin aksını oluşturan tarihsel köklere inilmedikçe bu bölge ve bölgenin ana odaklarıyla temasın arzu edilebilir bir seviyeye çıkması mümkün değil. Türkiye’ye yakınlık hisseden ve bu anlamda psikolojik rahatlık ve hazırlık içinde olduğu görülen bölgesel ‘yapılarla’ kurulacak temasın ve buralardan başlatılacak her türlü ‘atraksiyonların’ bölge üzerinde Türkiye’nin nisbi etkisini ve varlığını etkilemede katalizör işlevi göreceğine kuşku yok. Bunun en bariz örneğini, daha 2004 yılı sonunda meydana gelen deprem ve tsunamiden sonra -tüm manipülatif çabalara rağmen-, Türkiye’nin Açe merkezli başlayan ve çevreye yani bölgenin diğer bölge ve ülkelerine yayılan etkisi oluşturuyor. Bununla birlikte, bölge halkı üzerinde ‘doğan’ bu’ etkinin rasyonel ve uzun erimli sosyo-ekonomik ve kültürel politikalara dönüştürülmesi konusunda bugüne kadar ne kadar ciddi adımların atılıp atılmadığını da bizzat müşahade etmekteyiz.
Not: 1985-1988 yılları arasında Cakarta Büyükelçisi olarak görev yapmış olan, merhum Metin İnegöllüoğlu’nu çalışma döneminin otuzuncu yılı vesilesiyle, o dönemin zor koşullarında sergilediği çabalardan ötürü kendisini rahmetle anıyorum.