Selasa, 21 Juni 2016

Obama - Dalai Lama Görüşmesi’nin Hatırlattıkları

Mehmet Özay                                                                                                              17 Temmuz 2016

Dalai Lama Öncülüğünde Tibet Siyasi Hareketi ve Çin’le İlişkiler
Tibet’in dini ve siyasi lideri Dalai Lama’nın geçen Çarşamba günü ABD Başkanı Barack Obama ile görüşmesi Çin tarafından büyük tepkiyle karşılandı. Tibet Budizminin sadece ruhani değil, siyasi liderliğini de yürüten seksen yaşındaki Dalai Lama’nın, zaman zaman Batılı ülkelerin yakın ilgisine mazhar olduğu gibi siyasilerle de görüştüğü biliniyor. Bu bağlamda söz konusu görüşmenin, Obama’nın Dalai Lama ile dördüncü kez olduğunu hatırlamak gerekir. Tüm bu görüşmeler öncesi ve sonrasında Çin’den tepkilerin gelmesi de rutin bir durum arz ediyor. Örneğin 2012 yılında İngiltere Başbakanı David Cameron’ın görüşmesinin ardından bir yıl boyunca İngiltere’ye bakan düzeyinde heyet gönderilmemesi verilen tepkilerin boyutun ortaya koyması bakımından dikkat çekici.

Bu hafta ortasında yapılan görüşme, Çin’in çıkışı özelinde bir değerlendirmenin ötesinde hiç kuşku yok ki, yönetimde son aylarını yaşayan Barack Obama’nın insan hakları ve dini azınlıklar konusunda sergilediği önemli bir duruş olarak anlaşılabilir. Görüşme için mekân seçimi de oldukça ‘incelikliydi’. Beyaz Saray’da siyasilerle görüşmelerde kullanılan ‘Oval Office’ değil de, ‘Map Office’in seçilmesi, Obama’nın Çin’den gelecek tepkileri sembolik olarak engellemeye matuf bir girişimdi. Toplantının bir başka önemli yanı ise, tarihi Çin’in tarihi gibi binlerle ifade edilen bir geçmişe dayanan ve kendine has kültür, gelenek ve dini ile Asya’nın özgün bir coğrafyasını oluşturun Tibet’in siyasi varlığına dair de bir hatırlatma içeriyor.

Çin’in Egemenlik Hakkının İhlali
Bu ve benzeri görüşmeler üzerine Çin hükümetinin verdiği tepkilerin temel nedeni, egemenlik haklarının ihlal edildiği iddiasına dayanıyor. Çin yönetimi yarım yüzyılı aşkın bir süredir Tibet’in kendi toprağı olduğu; Dalai Lama’nın dini lider değil, dini liderlik kisvesi altında siyasi lider olarak Çin’i bölmeye çalıştığını ileri sürüyor. ABD’nin veya bir başka Batılı liderin Dalai Lama ile görüşmesini de Tibet’in Çin’in toprağı olduğu konusundaki güvencesine muhalif bir girişimde bulunması yönündeki iddialarından kaynaklanıyor.

Çin’in Tibet topraklarında nasıl bir hak iddia ettiği ve bunu nasıl pratiğe geçirdiği konusu önemli. Tarihin uzun bir döneminde bağımsız bir toprak parçası olarak varlığını korumuş olan Tibet, dönem dönem Moğolların ve çeşitli Çin hanedanlıklarının ve akabinde çok kısa bir süre de olsa, 19. yüzyıl sonlarında İngilizlerin siyasi egemenliğine girdi. Özellikle bu son dönem, Çin devleti tarafından Tibet’in Çin’den koparılması süreci olarak algılanıyor ve bugün Çin yönetiminin Batılı devletlere Dalai Lama konusundaki uyarılarının da temelini  oluşturuyor. Öte yandan 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında yaşanan siyasi değişimler neticesinde Tibet bağımsız bir toprak parçası hüviyetine kavuştu. 1949’daki komünist devrimle birlikte, sadece ‘uzak’ tarihin değil, 19. ve 20. yüzyıl başları gibi yakın tarihinde de  maruz kaldığı istilalarla bir tür korunma psikolojisine bürünen Çin, Tibet gibi pek de o dönem uluslararası gündemde yer etmeyecek bir coğrafyayı ilhak girişiminde bulundu.

Tibet’in İlhakı veya Tarihi Gerçekler
Çin’in Tibet’i işgal etmesinin temel nedeni tıpkı Güney Çin Denizi konusunda olduğu gibi ‘tarihe’ yapılan referans. Ancak uluslararası arenada haklarını arayan Tibetliler ise, ‘farklı’ bir tarihle gündemi belirlemeye çalışıyor. Geçmişte dönem dönem ortaya çıkan Moğol ve Çin istilalarına rağmen, bağımsızlığını koruyabilmiş olan Tibetliler bu her iki yabancı topluluk içerisinde Tibet budizminin yayılması gibi kültürel etkileşimde etkin rol oynadı. Yakın döneme gelindiğinde ise, özellikle Çin’deki gelişmelerle birlikte 20. yüzyıl başlarında da bağımsız bir ülke konumunda. Çin’in bu çetrefilli tarihi süreçte bir dönem hakimiyet kurduğu Tibet’i komünist devriminin akabinde yeniden kendi toprağı kabul ederek ilhak etmesi bugüne kadar devam edegeldi. Başta Hindistan olmak üzere çeşitli ülkelere göç eden on binlerce Tibetli’ye karşılık, geride kalan topluluk ise, Çin hükümetlerinin uyguladığı iç göçlerle neredeyse azınlık konumuna geldi. Çin yönetimi, bu süreçte Tibet’te nükleer silah üretimi gerçekleştirip, atıklarını gömerek hem doğa ve hem de insan sağlığını tehdit eden icraatları olduğu belirtiliyor. 

Tibet ise, tıpkı geçmişte olduğu gibi komşuları Moğollar ve Çinlilerin dev ordularıyla değil ‘bilgelikleriyle’ ayakta kalabildiklerinden bugün de aynı tabloyla karşılaşıldığını söylemek mümkün. Dalai Lama’nın dünyayı gezerek siyasi ve toplum liderleriyle görüşmeleri Tibet hareketinin stratejisini oluşturuyor. Savaşı değil, barışı öngören ve bu çerçevede Çin devletiyle ortak noktalarda buluşacak bir barış anlaşması yapılmasını talep ediyor. 

Tibet Sürgün Hükümeti
Çin’in 2. Dünya Savaşı sonrasında kendi iç güvenliğini tehdit ihtimali bulunan çeperindeki bölgeler üzerinde siyasi hakimiyet kurma politikası Tibet’i de içine alacak şekilde genişlemiştir. Komünist devrimden sadece birkaç yıl sonra yani 1950 yılında Çin’in Tibet’i ilhakı başladı. Bu süreçte, Dalai Lama Pekin nezdinde girişimlerde bulunup dönemin önde gelen siyasileriyle görüşmeler yapsa da, Çin’in bildiğini okuması üzerine baş gösteren toplumsal ayaklanma sonrasında gelen şiddet ortamı üzerine Dalai Lama 1959 yılında yaşadığı toprakları terk ederek Hindistan’ın kuzeyinde Dharamshala’ya yerleşti. Bu süreçte, dikkat çeken husus, Dalai Lama ‘pasif eylem’ yöntemini benimseyerek Hindistan’ın kuzeyinde ‘Küçük Laksa’da yaşamını sürdürürken, sürgün hükümetinin başında yer almakla kalmamakta, seçimlerle sürgün parlamentosu oluşturarak demokratik bir sisteme atıfta bulunur.

Dalai Lama, bu mücadelede Tibet’in önde gelen siyasi ve entellektüelleriyle Hindistan’da faaliyet gösterirken, Batılı ülkelerde de temsilcileri ve bağlılarıyla dikkat çeker. ‘Tibet Sürgün Hükümeti’ adıyla anılan siyasi temsil kurumunun Hindistan’da bulunması Çin ve Hindistan ilişkilerinde hassas noktalardan birini oluşturur. Dalai Lama’nın, Tibet’in bağımsızlığı ve Çin istilasından kurtulma yönünde başlattığı mücadele, o dönemin özellikleri dikkate alındığında sıradan bir hareket olarak değerlendirilemez. Aksine, sömürge sonrası dönemin artan siyasi bilinç ve özgürlükçü hareketlerinin bir parçası olarak kendine yer buldu.

Bu anlamda, Dalai Lama şahsında Tibet Budizminin özgürlükçü hareketler noktasında ‘pasif eylem’ olarak adlandırılabilecek bir direnişi olduğu görülür. Batılı siyasiler nezdinde kabul görmesi aşağıda bahsedileceği üzere, Dalai Lama’nın siyasi bir lider olarak belirlediği ve temsil ettiği dini/geleneksel yapıya göre oldukça ‘liberal’ yönelimle bağlantılı. Tabii, bu kabulün bir siyasi desteğin yanı sıra, Batı’nın ‘mistik doğu’ geleneklerine yönelik sempatisinin de rolü olduğunu söyleyebiliriz.

Aradan geçen on yıllar içinde Tibet temsilcileriyle Çin’li yetkililer arasında çeşitli görüşmeler yapılması ve BM tarafından 1959, 1961 ve 1965 yıllarında çözüm ortaya koyması iki taraf arasında anlaşmayı getirmedi. Dalai Lama’nın Obama’yla yaptığı son görüşmede ortaya konduğu üzere Tibet tarafı bağımsızlık değil, Çin yönetimiyle masaya oturup ‘gerçek’ bir otonom yapı kazanmayı hedefliyor. Bu otonom yapı içerisinde yukarıda ifade edildiği üzere ‘demokratik’ bir yönetimi öngörüyor.

Dalai Lama: Bir Ruhani Lider
Gerçek adı Tenzen Gyatso olan Dalai Lama, Tibet Mahayana Budizminin ruhani lideri olduğu kadar, belki bundan daha çok anavatanının özgür bir yönetime kavuşması için verdiği mücadeleyle siyasi bir lider olarak tanınıyor. Dini-kültürel bir geleneğin uzantısı olarak ortaya çıkan Dalai Lama, Budha’nın reankarnasyonu olarak bugüne kadar varlığını sürdürdü. 1950 yılında ise 15 yaşındaki Dalai Lama bu silsilenin 14. mensubu olarak görevlendirildi.

Dalai Lama adı, pek de dünyevi çaba ve gayretlerle irtibatlı olmadığı varsayılan bir dinin, yani Budizmin kendi halinde bir rahibi olmaktan ziyade, siyasi hareketle birlikte anılır. Her ne kadar kendisini ‘Ben sıradan bir rahibim’ diye tanımlasa da, Budizm öğretisinin Orta Asya’da Tibet topraklarındaki varlığının temsilcisi olan ve ‘Lama’lar silsilesinin 14.sü olan Dalai Lama, yarım yüzyıldır Çin’in hakimiyetine karşı Tibet’in bağımsızlığı için verdiği siyasi bağımsızlığın öncüsüdür. Pür dini inanç ile mücadeleyi şahsında bütünleştiren Dalai Lama, sergilediği duruşuyla belki de mensubu bulunduğu dine ve de siyasi harekete uzak kitlelerce de ilgi görüyor.

Bir Budist Rahibin Demokratik Çıkışı
Dalai Lama’nın siyasi hayatı, Çin’in ilhak girişimiyle birlikte dönemin Çinli yetkilileriyle görüşmeleriyle başlatılabilir. 1960’lı yıllarda ise, sürgün hükümetine ‘demokratik’ bir yapı kazandırmasıyla üçüncü dünya ülkelerindeki dini liderler arasında farklı bir duruşu olduğunu ortaya koydu. Sürgün parlamentosu seçimle belirlenirken, olası bir ‘Tibet özgürlüğünde’ siyasi bir hak talep etmeyeceğini de beyan ederek halkına nasıl bir siyasi yönetim istediğinin işaretlerini verdi. Dalai Lama’nın sürgündeki icraatlarının belki de en dikkat çekeni, 1960’lı yılların başlarında, ‘gelecekteki’ bir Tibet devletinin anayasasını oluşturmak oldu. Budist ilkeler ve modern demokratik değerlerin birleşiminden doğan bu anayasa, şu ana kadar uygulama fırsatı bulamasa da, salt bir yönetim meselesi olarak değil, Tibet siyasi kültürünün dönüşümü anlamı taşımasıyla da dikkat çekiyor.

Siyasi bir lider olarak uluslararası arenaya çıkışı ise, 1973 yılından itibaren Litvanya’dan ABD’ye çeşitli ülkeleri, Vatikan’dan Canterbury Kilisesi’ne kadar çeşitli küresel dini kurumları, sivil toplum kuruluşlarından üniversiteler kadar ‘seküler’ yapıları ziyaretleri Dalai Lama’yı uluslararası bir figür haline getirirken, tüm bu süreçte Tibet davası için destek arayışlarını sürdürdü. Şiddetten kaçınan ve diyalogu öncelleyen siyasi yaklamışı nedeniyle 1989 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.

Bu noktada, Dalai Lama’nın 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren verdiği mücadele yerel veya bölgesel değil, küresel bir boyutu taşındı. Hindistan’da gördüğü kabulün ardından, özellikle Batılı ülkelerden aldığı destek salt bir sempati ürünü de değil. Başta Tibet’in geçmişi olmak üzere sahip olduğu egemenlik hakkı, o topraklarda hüküm süren toplumun insan hakları çerçevesi kadar, Çin gibi bölgesel ve giderek küresel bir tehdit algısına yol açan bir gücü kendi sınırlarına çekmenin de bu süreçte bir rolü var.

Komünist Devlet Budizmi Şekillendirmek İstiyor
1949 yılında Çin devleti ‘komünizmi’ siyasi rejim olarak belirlese de, kadim Çin geleneği ve bu geleneğin bugüne yansıyan yüzünde Budizm kaçınılmaz bir sosyal gerçeklik olarak kendini ortaya koyar. Bu anlamda, Tibet Budizmi ile tüm dinlere yönelik baskılara rağmen, halkın ‘külürel’ genetiğinde sahici bir yeri olduğu düşünülebilecek ve adına ‘Çin Budizmi’ denilecek yapı arasında ne türden bir bağdaşıklık ve kopukluk olduğu sorgulanmayı hak ediyor. Bu çerçevede Çin yönetimi Dalai Lama’yı tanımadığı gibi, onun vefatının ardından gelecek Lama’yı tanımayacağını açıkça ortaya koyuyor. Açıkçası komünist bir ideolojiye dayanan Çin yönetiminin bir dini grubun liderini belirleme hakkını kendinde bulundurması söz konusu din ve o din mensupları üzerindeki siyasi baskısının bir göstergesi olduğu kadar, kendi içinde de son derece çelişkili bir durum oluşturuyor.


Tidak ada komentar:

Posting Komentar