Rabu, 22 Oktober 2014
11 Eylül Saldırılarının Gölgesinde İŞİD ve Güneydoğu Asya
Mehmet Özay 23 Ekim 2014
Bundan 13 yıl önce 11 Eylül 2001’de ABD’yi sarsan ‘uçaklama’ eylemleri küresel anlamda bir çatışmanın başlangıcını simgeliyor. Ulusal güvenliği ve bu güvenliği tesis edecek araç ve organların gelişmişliğiyle bilinen ABD’nin böylesi saldırılara maruz kalması, büyük bir şaşkınlık yarattığı gibi, o günden bu yana dünyanın birincil gündem maddesi oldu. Bugüne değin, söz konusu saldırıların arka planı adıyla ortaya konulan söylem, sadece saldırılarda rol aldığı ifade edilen uluslardan kişileri, kurumları değil, tümüyle İslam ümmetini içine alacak bir ‘etiketleme’ sürecine neden oldu.
Güneydoğu Asya Müslüman toplumları bu süreçte belki en ön saflarda görülmemekle birlikte, ABD ve ittifak güçlerinin hedef tahtasında yer alıyordu. Bu güçler, özellikle Endonezya gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu bir ülkeyi hedef tahtasına oturturken, Endonezya’da yaşanan değişim süreçleriyle şu veya bu şekilde ilintiliydi. Bu ilinti, 30 Eylül 1965 tarihinde ABD destekli müdahaleyi gerçekleştiren ve Mayıs 1998’e kadar da iktidarda kalmasına olanak tanınan Suharto’lu yılların bitmesinden sadece birkaç yıl sonra gündeme geliyordu. Elbette bununla, ABD’dedeki bombalamalar ile Suharto’nun gidişi arasında doğrudan bir bağ kurmamakla birlikte, tümüyle yok saymak da mümkün değil. Ancak ulusal, bölgesel ve küresel gelişmelerin biçimleniş tarzına dair bir örnek sunuyorum.
ABD’nin ve bölgedeki ittifak güçlerinin özelde Endonezya genelde Malay dünyası Müslümanlarını çembere alma politikası en üst düzeyde yani, devlet başkanları, hükümetler nezdinde girişimlerde gündeme gelmiştir. Sadece Endonezya değil, benzeri ülkelerin tümünde, Batılı devletler karşısında gerek ulusal gerekse şahsi çıkarlar denilen olgular veya gizli/açık tehditler bağlamında savunmacı psikolojinin ortaya çıkmasına şahit olundu. Halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan, Müslümanlığını pondok/pesantren gibi geleneksel İslami kurumlarıyla geçmişten günümüze hayatın doğal akışı içerisinde İslami bilgilenme/pratiğe geçirme tecrübelerini yaşayan Müslümanlara yönelik bir baskı ortamı kendini gösterdi.
Tabii, modernleşme süreçlerinin oldukça erken döneminden başlayarak Ortadoğu eksenli İslami hareketler, bunların sözde ‘ılımlı’ formülasyonlarının nihayetinde ulus-devlet oluşumu süreçlerindeki rolü veya ulus-devlete hakim seküler söylem tarafından manipülatif egzersizlere tabi oluşunu unutmamak gerekir. Buna ilâve olarak, sömürge döneminde neşet eden emperyalist uygulamaların önemli bir ayağını oluşturan Batı bilimsel araştırma metodolojisi ‘stratejileri’yle geleneksel İslami eğitim kurumları ve bu kurumların yapısal özellikleri, eserleri ve bu kurumların yürütücüsü ‘hocalar’ (Teungku) dönüşüme zorlanmalarının ardından, 21. yüzyılın hemen başında yeni bir küresel baskı rejimine tanık oldular. Bu tanıklık, bizzat ‘yabancı eller’ ile değil, halkın emrindeki yöneticiler vasıtasıyla gerçekleştirildi.
11 Eylül saldırılarının Batı’ya açılmış bir ‘dini mücadele’ formülasyonu ile sunulması Batılı stratejistleri bu formülasyonun kaynağını ‘kurutma’ girişimine akredite olmalarına neden oldu. Bu durumda, dini içerikli ve kaynaklı ‘şiddet pratiklerinin’ eğitim kurumlarında ‘başat’ bir formasyon olarak sunulduğu düşüncesi eğitim kurumlarına yönelik baskının rasyoneli haline getirildi. Güneydoğu Asya Müslüman toplumlarında çok uzağa gitmeden, bundan sadece bir, bir buçuk asır öncesinde sömürgeciliğin emperyalizme evrildiğinin açık göstergesi olan savaşlarda Müslüman toplumların en önemli medeniyet ve kültürel zenginliğini oluşturan eğitim kurumları ve bu kurumları besleyen kaynaklar olarak kitapların ve ‘hocaların’ nasıl yakıldığı, dumura uğratıldığı, dışlandığı ve öldürüldüğünu unutmamak gerekir. Bugün, sıcak bir savaşla bu kurumları temsil eden kişi ve grupları ortadan kaldırmak mümkün değil elbette. Ancak, bu kurumların varlığının devamını sağlayan kitapları, metodolojileri, söylemlerini ortadan kaldırmak mümkün. İşte 11 Eylül saldırılarının ardından Batılı devlet adamları ve kurumlarının önderliğinde, ‘yerli’ işbirlikçilerinin geniş kesimleri hedef alan uğraşısı ‘dışarlıklı yapılaştırma faktörleri’ olarak ortaya çıkmıştır.
Bugün benzer bir yaklaşımın İŞİD bağlamında gündeme getirildiğini görüyoruz. Bunun en son örneğini, geçen gün Joko Widodo’nun Başkanlık törenine katılan ABD DIşişleri Bakanı John Kerry’nin açıklamalarında bulmak mümkün. Burada söz konusu edilen bir terror yapılanması konusunda ittifak kurma meselesi değil. Batının bu ve benzeri durumlarda yaptığı gibi, ki buna yukarıda 2001 yılı gelişmeleriyle değinmiştik, bütün bir İslam toplumunu etkisi içine alacak, iç ve dış mekanizmalar, güç merkezleri vb. yapılarla bu toplumun bütünlüğünü oluşturan kurumsal ve düşünsel zeminleri dejenere edecek girişimlerde bulunulmasıdır. İslami eğitim ve öğretim faaliyetinin geleneksel yapılanması içerisinde var olan, bu anlamda tarihsel bütünlük sergilediği noktasında kimi çekincelerle birlikte hem fikir olunabilecek kurumların dönüşmesi, dönüştürülmesi hedefi göz ardı edilemez. Geleneksel kurumsal yapıları oluşturan çevrelerin uzunca bir süderi ‘savunmacı’ konumuna itilmişliği vakidir. Buna, ulus-devlet yapılanmasında/modernleşme süreçlerinde zaten tehric noktasına getirildiklerini de eklemek gerekir.
Tüm bu iç ve dış ‘tehditler’, geleneksel İslami kurumları, bu kurumların bağlı olduğu geniş toplum kesimlerini sessizliğe mahkum etmektedir. Temelde, İslam toplumlarının yeniden yeşermesinde, kendine gelmesinde hakiki rol üstlenmesi muhtemel bu kurumları bu haline terk etmek, en azından bu kurumlara ‘müdahale’ hakkını kendinde bulunlarla aynı yerde durmak anlamına gelmektedir. Şimdilerde 11 Eylül’e İŞİD bahaseni eklenmiş durumda. Bunu tersine çevirecek irade ve güç mevcut mu? Kendisine modernist-ılımlı diyen Müslüman çevrelerle, sekülerizm-dindarlık arasında gidip gelen her türünden siyasi çevreler geniş Müslüman kitleleri ve bu kitleleri dini hayata bağlayan kurumlarla etkileşim kurabilecekler mi? Bu ve benzeri soruları sormamak ve hakkıyla cevap vermemek, 11 Eylül gibi İŞİD tehdidinin Batı’yı esir alması değil, bunları araçsallaştırarak Doğu’ya yani Müslüman toplumlara saldırının aracı olarak Batılının eline koz vermek anlamı taşıyacaktır.
Langganan:
Posting Komentar (Atom)
Tidak ada komentar:
Posting Komentar