Mehmet Özay 8 Eylül 2015
ABD’nin son beş yıldır üzerinde önemli çalışmalar yürüttüğü Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) nihayet geçtiğimiz Pazartesi (5 Ekim) günü imzalandı. Bu anlaşma Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan ülkelerden on ikisini içinde barındırmasıyla yeni bir küresel ekonomik blok anlamı taşıyor. Ülkelere tek tek bakacak olursa, aslında kadar farklılıkların da ortaya çıktığı görülür. Bu anlamda, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri gibi Anglo-Sakson dünyasının temsilcileri; Malezya, Vietnam, Singapur, Brunei gibi ASEAN bloğu içerisinde yer alan grup; öte yandan Peru, Şili, Meksika gibi Latin ülkelerinin varlığı ile ABD ile güvenlik ittifakını yenileyen Japonya’nın varlığı yeni bir küresel algının ortaya çıkmasını da güçlendiriyor.
Anlaşma ile ilgili ülkelerde gümrük vergileri düşürülür ve kimi emtialarda sıfırlanırken, ortak bir ticaret birliği gündeme taşınıyor. Tabii Anlaşma’nın yürürlüğe girmesi için, ilgili ülke parlamentolarının onayı gibi sarf edilmesi gereken ciddi bir süreç de var. Aralarında ABD de olmak üzere bazı ülkelerde, 29 bölümden ve yüzlerce sayfadan oluşan bu anlaşmaya önemli itirazların yükseldiği biliniyor. Tartışmaların ağırlık nokasını tıbbi ürünler/hizmetler ve ilâç sektörü, otomobil vergileri, süt ve süt mamülleri ile entellektüel haklar gibi alanlar oluşturuyordu. Her ülke, doğal olarak güçlü olduğu alanlarda bir kayba uğramak istememekle birlikte, Pasifik gibi geniş bir coğrafyanın ve %40’lık gibi büyükçe bir ekonominin varlığı karşısında da kazançlar ile kayıpların ince bir hesaba tabi tutulduğunu söyleyebiliriz. Özellikle, emtia üretim ve maliyetleri kadar, iş gücü dolaşımında da önemli değişimlere yol açacağı beklenen anlaşmanın mevcut ekonomik kazanımlarına dair iyimser görüşler sarf edilirken, ne gibi sosyal ve siyasal çalkantılara yol açıp açmayacağı da henüz bilinmiyor.
ABD için bu anlaşma, aslında soluk soluğa geçen bir uzun maratondu. Öyle ki, son görüşmelerin başladığı 26 Eylül’den itibaren yoğun bir çaba sarf edildi. Ve anlaşma için verilen 5 Ekim sabahı saat dokuzda yapılacağı bildirilen basın açıklamasına sadece dört saat kala imzalar atılabildi. İmzaların atılmasıyla birlikte, Barack Obama yönetimi, İran’la nükleer anlaşma imzalanmasının ardından en önemli projelerinden birini daha gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyordu. Hatırlanacağı üzere Hillary Clinton’ın 2007 yılında kaleme aldığı ve ‘Asya yüzyılı’na güçlü atfın olduğu “21. Yüzyıl’da Güvenlik ve Fırsatlar” makalesinden ve de 2011 yılında APEC toplantısı öncesinde, ‘Amerikan’ın Pasifik Yüzyılı’ olacağını ifade eden açıklamasından bu yana, özellikle Doğu ve Güneydoğu Asya üzerinde hem teritoryal, hem ekonomik ilişkilerde yoğun bir süreç göze çarpıyor. TPPA’nın imzalanmasıyla, her ne kadar Asya Yüzyılı dense de, öne çıkan bölgelerin Doğu ve Güneydoğu Asya olduğu dikkat çekiyor.
Bu bağlamda, ABD’nin küresel ekonomi politikalarınca da bu bölgeler desteklenmeye devam ediyor. Üye ülkelerin, dünya ticaret hacminin %40’ından fazlasına -ki bu oran 28 trilyon Dolara tekabül ediyor- sahip olmaları nedeniyle kuşkusuz ki, TPPA diğer açılımları şimdilik tabiri caizse sollamış durumda. Aslında çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz üzere, söz konusu bölge önemini hiçbir zaman yitirmedi. Sadece ABD’nin küresel hakimiyet süreçlerindeki tercihleri dolayısıyla göz ardı edildiği veya böyle bir intiba uyandırıldığını söyleyebiliriz. İngilizlerin 18. yüzyıl başlarında (1717) Bengal/Hindistan hakimiyeti ile Çin arasında kurdukları ticaret ilişkilerinden bu yana bölge zaten her daim küresel üretim-tüketim ilişkilerinde başat bir rol oynuyor. Girişte belirttiğim üzere, her ne kadar içinde somut bir unsur olarak İngiltere’yi göremesek de, TPPA’nın dominant unsuru Anglo-Sakson ülkeleri olduğuna kuşku yok.
Anlaşma üzerindeki çalışmaların uzamasında birkaç yıldır, özellikle Malezya ve Vietnamlı yetkililerin bazı maddeler üzerindeki çekinceleri önemli rol oynadı. Bu bağlamda, Asya Kaplanları bağlamına oturtulabilecek olan her iki ülke benzer bir ekonomik gelişmişlik düzeyi sergilemekle birlikte, görece küçük nüfus yapıları kadar, yapısal olarak küresel ticaret formasyonlarının dışındaki bazı uygulamalarıyla da çekincelerini ortaya koyuyorlardı. Örneğin, Malezya’nın çok etnikli toplumsal yapısının politik yansımaları nedeniyle ‘Malay ırkından’ olanların ticaret ve ekonomi dünyasındaki ‘ayrıcalıklı’ yerini belirlemede ve de bununla elbette ki ilintili ‘Devlet Teşekkülleri’nin ülke ekonomisindeki ağırlığı gibi bağlamlarda var olan yasalar ve uygulamalar, özellikle ABD tarafından dikkat çekilen hususlardan biriydi. Malezya’lı yetkililerin “bizim özel durumumuz anlaşılmalı “ diyerek sergiledikleri bir tür direniş hali, Barack Obama’nın 2014 yılı Mart ayında Malezya ziyaretinde en çok üzerinde konuşulan konunun TPPA olmasını sağlamıştı.
Hatırlanacağı üzere o günlerde Malezya iç politikasında yaşananlar -ki, o günkü sorunlar bugün katlanarak devam ediyor- karşısında muhalefetin Barack Obama’dan bazı ‘müdahalelerde’ bulunması yönündeki talebine de karşılık geldiğini görmemiştik. Malezya hükümetinin bu noktada TPPA’yı bir tür ‘kalkan olarak kullandığı da ifade edilebilir. Tabii, görüşmelere Malezya tarafından katılan Uluslararası Ticaret ve Endüstri Bakanı Mustafa Muhammed ilk yaptığı açıklamada söz konusu bu çekincelerin Malezya’nın geri adım atmadığı, aksine -ülke adı zikretmese de,- ABD tarafından Malezya’nın ‘özel şartının’ kabul edildiği yönünde bir açıklamada bulundu. Bununla birlikte, ülkede kimi çevrelerin bu anlaşmanın detayları konusunda tatmin olmadığının bir göstergesi olarak, muhalefet bu anlaşmaya dair metinlerin bugüne kadar kendileriyle paylaşılmadığını ileri sürerek, TPPA konusunun acilen mecliste tartışılmasını talep ediyor. Bunun gerekçesi de hazır, kapı kapılar ardında neler konuşulduğunu öğrenmek kadar, Başbakan Necib bin Razak’ın APEC toplantısı öncesinde “TPPA görüşmeleri ve neticelerinin Parlamento’da paylaşılacağı” konusunda verdiği söze dayanıyor.
Küresel ticaret ilişkilerinde yeni bir boyut anlamı taşıyan TPPA’nın binlerce emtianın dolaşımını ilgilendirmesiyle Pasifik’in iki kıyısında önümüzdeki dönemde kayda değer bir ticaret hacminin geliştirilebileceğini düşünmek olası. Bunun APEC ve ASEAN’a ne gibi katkıları veya engellemeleri olacağı da bir başka konu. Kimi ülkeler bu birlik içerisinde yer almak isterken, herhalde doğacak büyük imkânların ve kazanımların öngörüsünde bulunmuş olmalılar. Bu minvalde, ASEAN’ın en büyük ekonomisi konumundaki Endonezya’nın ve özellikle de Çin’in birlik içerisine katılma arzusunu şu veya bu şekilde dile getirdiği biliniyor. Ancak öte yandan, TPPA’nın salt bir ekonomik ve ticari ilişkiler ağını geliştirmek değil, aynı zamanda Çin’in daha çok bölgesel ve giderek küresel derinleşmeci ekonomi yapılaşmasının önünü alma kadar politik olarak da Çin’in çevresine tabiri caizse bir tür duvar örülmesi anlamını içerdiği söyleyebiliriz. TPPA çerçevesinde ticaretin Pasifik Okyanusu’nda gerçekleştirilecek olması, bu okyanusun birleşik suları mahiyetindeki Doğu ve Güney Çin Denizleri’ni de kapsaması kuşku yok ki, bu bölgede son dönemdeki teritoryal haklar meselesine ve de güvenlik inşasına da bir etkisi olacaktır.
Tidak ada komentar:
Posting Komentar