Mehmet Özay 1 Aralık 2015
Bugünlerde küresel politikanın gündemi Paris’teki İklim Zirvesi olsa da, Çin hükümeti, Paris kadar, 1-4 Aralık tarihlerinde Afrika atağı ile farklı kulvarlarda var olabilme kapasitesi olduğunu ortaya koyuyor. Çin Devlet Başkanı’nın Şi Cinping’in önce Zimbabwe, ardından Güney Afrika’ya yapacağı ziyaretler, ülke ziyaretleri olmanın ötesinde anlam taşıyor. Şi Cinping’in bugün gerçekleştireceği ziyaretle, yirmi yıl sonra Zimbabwe’ye resmi ziyarette bulunan ikinci Çin devlet başkanı olacak. Özellikle, Johannesburg’da Çin-Afrika zirvesi ve Şi Cinping’in zirveye eş başkanlık yapacak olması oldukça önemli bir gelişme.
Hatırlanacağı üzere Batılı ülkelerce yalnızlaştırılan Mugabe 2014 yılı Ağustos ayında Çin’e resmi ziyarette bulunmuştu. Johannesburg’da gerçekleştirilecek olan ve ilki 2000 yılında gerçekleştirilen Çin-Afrika zirvesi ise, Çin’in Kıta’daki varlığını pekiştirmeye yönelik önemli bir atılım olarak değerlendiriliyor. Çin-Afrika dış ticaret hacminin 2000 yılında 10 milyar Dolar’dan, 2015 yılı sonu itibarıyla 300 milyar Dolar’a çıkmış olması, Çin’in Afrika açılımındaki agresif yapılanmasını ortaya koyuyor. Bu yapılanmanın ekonomik boyutuyla sınırlı olmadığı, aksine Afrika açılımında işin giderek güvenlik stratejilerine doğru evrildiği de görülüyor. Bunun son dönemde ortaya çıkan örneği ise, Çin’in Cibuti’de askeri üs kurma çabaları oluşturuyor.
Biri dünyanın ikinci büyük ekonomisi, diğeri sosyo-ekonomik geri kalmışlığı ile gündemde yer işgal eden bir Kıta. Çin-Afrika yakınlaşmasının bugün ne anlam ifade ettiğini anlamak için, belki kısa bir istatiski bilgi ile başlamakta fayda var. Bugün Çin, Afrika’nın en büyük dış ticaret ortağı konumunda. 2013 yılındaki rakam ise 200 milyar Doları buluyor. Bunun %44’lük bölümünü, Çin’in dış yatırımı oluşturuyor.
Afrika Kıtası’nın, yüz yıllar boyunca Batılı kapitalist sömürgecilerin kıskacında bir coğrafya olduğu hatırlandığında, burada “Batı nerede?” veya “Çin niçin Afrika’da?” sorularını birbiri ardı sıra sormak gerekir. Batılı sömürgeci ülkelerin yüz yıllar boyunca Afrika’yı sömürmüş olması yüz kızartıcı ve utanılası bir durum değil, aksine Batılılar tarafından da “Evet, biz yüz yıllarca Afrika halklarını tüm değerlerine varıncaya kadar sömürdük” cümlesi, bizzat Batılılarca rasyonel bir duruşun ifadesi olarak yüksek sesle seslendiriliyor. 2. Dünya Savaşı sonrasında gelen küresel yeniden yapılanma sürecinde Afrika’nın payına, gene Batılı devletler eliyle “yukarıdan-aşağıya” modernleşme düştü. Yukarıdan-aşağıya tabiri, aslında Afrika için yeni bir kavram değil, aksine sömürge yüz yılları boyunca doğrudan ve dolaylı yönetimin bir başka adı olarak gündeme geldi. “Yukarıda” kavramı, bilgi ve teknolojilerin hakimi Batılılara; “aşağıya” kavramı ise, Afrika’nın geniş kesimleri içine alan, sosyo-ekonomik mağduriyetin tastamam odağındaki topluluklara gönderme yapar. Bu ikili arasındaki araçsallaştırılan kesim ise, Batılı eğitim kurumlarında eğitilmiş geleneksel ve onların modern uzantıları ara yöneticiler takımıdır.
Ancak bu sürecin Afrika toplumlarına arzu edilen modernleşme süreçlerini kendilerinin yönetebileceği bir alan açması ihtimal dahilinde değildi. Temelde Batılı güç odaklarının gerek tekil devletler, gerekse Dünya Bankası, IMF, BM gibi uluslararası kuruluşlar vasıtasıyla Afrika kıtasına “yardım” temelli modernleştirmeci çabaları kontrol mekanizması kurmasıyla sınırlı bir alanda kendini ortaya koydu. Bu süreç, koca kıtayı uluslararası kapitalizme alıştırma temrinleri şeklinde geçtiğini söylersek pek de yanılmış olmayız.
Bugün şayet Afrika’nın yanında Çin’i görüyorsak, bu noktada gündeme getirilmesi gereken diğer bazı sorular da olmalı. Bunların başında, “Afrika ile Çin’i yakınlaştıran unsur nedir?” geliyor. Yirminci yüzyıl ikinci yarısı boyunca Afrika’ya “yardım yatırımı” yapan Batılı devletlerin, bu ülke ekonomilerini yönetme bağlamında kendine yeter hale getirmede başarısız olduğuna kuşku yok. Ayrıca, bölgesel ve küresel politikalara ayarlanmış şekilde kendi kurduğu “demokratik değerler” skalasına aykırı yapılaştırmalarla Afrika toplumlarını sınırlı sayıda elitten müteşekkil yönetim çevrelerinin siyasi ihtiraslarına kurban bırakması da işin cabası. Süreç içerisinde, küresel taleplerdeki değişime bağlı olarak Batılıların bu yönetim çevrelerinden “demokratikleşme, insan hakları, özgürlükler vb.” bağlamlardaki talepleriyle karşı karşıya kaldıklarında, idarede yolsuzluklar temelinde kökleşmiş yapı direnç göstermesi psikolojik bir refleksin dışında algılanmalıdır.
İşte bugün Şi Cinping’in ziyaret edeceği Zimbabwe (İngiliz sömürgeciliği dönemindeki Rodezya) buna en iyi örnektir. 2000 yılların başında Mugabe yönetimi Batılıların değişim taleplerine resti çekerken, yanı başında aynı resti çoktan çekmiş ve bunu Tiannenman Meydanı ve ardından Hong Kong vb. örnekleriyle kanıtlamış, ancak ekonomik liberalizmle Batı’nın modernleşme süreçlerine adaptasyonu gerçekleştirebilmiş bir Çin buldu. Aslında bu durum, Çin’in, ABD ile yarışında küresel açılım politikalarına karar verdiği dönemde, tam da istediği bir gelişme olarak karşılıklı çıkarlar olgusuyla açıklanabilir. Mugabe’nin, yukarıda zikrettiğim Çin ziyareti sırasında iki ülkenin “dostluk, eşitlik ve kazan-kazan ilkelerine dayalı işbirliği” yaklaşımında da görüldüğü üzere, Çin’in bir tür ‘Üçüncü Dünyacı’ bağlamında “dostane” duruşu Batının buyurgan politikalarıyla karşılaştırıldığında Afrikalı yöneticiler için çok daha cazip bulunuyor.
Şimdi başta Zimbabwe olmak üzere Kıta’nın diğer ülkelerinin de hedefinde Batı’nın “temel değerler vurgusuna” maruz kalmadan, ekonomik kalkınmacı modernleşme sürecine adım atmak bulunuyor. Ancak Çin’in, Kıta için böylesi bir hedefi olup olmadığı tartışmalı. Çin’in, Kıta’daki bugüne kadarki icraatı, “yardım yatırımından” çok, alt yapı geliştirme ve ihtiyaç duyduğu hammaddeleri temin ekseninde gelişiyor. Tabii bir de, tıpkı Batılıların yüzyıllar öncesinde Hint Alt Kıtası-Malay Takımadaları-Çin arasında sürdürdükleri bölgesel ve küresel ticareti ve üretim süreçlerini kontrole mahsus yapılaşmasının bir örneğinin bugün Çin tarafından uygulanıyor oluşudur. Bunun Afrika’daki yansıması ise, Çin teknoloji ürünlerinin pazar payının giderek artışıdır.
Bugün gerçekleşecek ziyaret vesilesiyle Şi Cinping-Mugabe’nin imzalayacağı anlaşmalar arasında finans, doğal yaşamı koruma, yatırımların başta geldiği görülüyor. Ancak Çin’in yaklaşık son otuz yılda gerçekleştirdiği kalkınmacı modernleşme sürecinin neticesi olarak, bugün çok net bir şekilde görülen lokal ve ulusal düzeydeki doğal felâketlerinin küresel etkilerinin de Paris’deki İklim Zirvesi’ne taşınmasıyla tanık olunuyor. Bir süredir giderek yoğun bir şekilde tanık olunan Çin’in, özellikle batı ve güney bölgelerindeki göz kamaştıran modern (!) şehirlerini kaplayan hava kirliliği, 15 Ekim’de yayınlanan bir raporda ortaya konduğu üzere dünya denizlerinin plâstik atıklarla kirleten ülkelerin başında Çin’in geliyor oluşu vb. hususlar hiç de yabana atılacak konular değil. Öyle ki, başta Çin olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Asya ekonomik kalkınmacılık yarışında yer alan tüm ülkeler, gelecek elli yılda bu yolda devam mı, yoksa kendi halklarını ve küresel kamuoyunu doğal tehlikeler zincirinden kurtarmaya yönelik politikalar mı geliştirecekleri sorunuyla, daha doğrusu ikilemiyle karşı karşıya.
Tam da bu noktada, Çin’in Afrika kıtasına yapacağı her türlü modernleştirmeci yatırımın örnekliğini, tabii ki Çin’deki otuz yıllık kalkınma süreci oluşturacaktır. Ancak Çin yönetiminin Afrika devletleriyle bu kalkınma araçlarını ne kadar paylaşacağı ve Batılı devletlerin ve “yukardan-aşağıya” modernleşmeci yaklaşımından ne kadar farklılık arz edeceğini zamanla göreceğiz.
Tidak ada komentar:
Posting Komentar