Mehmet Özay 18 Ağustos 2015
Bağımsızlığın 70. yılı kutlanırken, halkın beklentisi, ülkenin kurucu temelleri olan ve karşılığını ‘Pancasila’da (Beş İlke) bulan ilkelerin gündelik yaşamın tam da ortasındaki pek çok temel soruna cevap olacak şekilde pratiğe dökülmesi yönünde.
17 Ağustos, Endonezya Cumhuriyeti 70. Kuruluş yıldönümü. 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde bağımsızlığını ilân (1945) eden Endonezya’nın Birleşmiş Milletler tarafından tanınması 4 Aralık 1949 tarihinde gerçekleşti. Savaşın hemen akabinde sömürge topraklarında yeniden egemenlik kurmak isteyen Hollanda Krallığı, İngilizlerin desteğiyle sömürge Cava Adası’ndan başlayarak çeşitli noktalarda askeri harekata girişti. Dört yıl boyunca gerçekleşen mücadele, nihayetinde Batılı devletlerin ve de Birleşmiş Milletler’in nezdinde yapılan girişimlerle Hollanda’nın ‘razı edilmesiyle’, yeni bir ulus-devletin inşası kabul edilmiş oldu. 1945 ilâ 1949 yılları arasında ülkenin ‘bağımsızlık’ statüsüne sahip kabul edilmesinin temel nedeni, Endonezya ulusalcı hareketi liderlerinin, Hollandalıların gir/e/mediği ve bağımsız bir bölge hüviyetindeki Açe’yle kurulan organik ilişkidir.
Endonezya adı verilen bu binlerce ada ülkesi, modern uluslar listesinde yerini alırken, nasıl bir ‘ulus-devlet’ inşa edileceği sorununu da beraberinde getiriyordu. Bu sorun “A Nation in Waiting” adlı kitaba konu olacak kadar önemliydi. Bu soru, bölgedeki etnik çoğunluğa konu olan, hemen hemen diğer ülkeler için de kullanılabilecek ‘imgesel bir ulus-devlet’ olgusundan öte bir anlam taşımıyor. Bunu test edecek biricik yaklaşım ise, bağımsızlık öncesi dönemde Takımadalar’daki toplumların nasıl bir dini-kültürel ve siyasi yapı içerisinde yer aldıklarını incelemekten geçer. Batısından doğusuna tarihsel olarak İslamlaşma süreçlerinin değişik evrelerinde yer almış bu halklar, geniş anlamıyla ‘Malaylılık’ denilebilecek bir sosyo-antropojik yapının müntesibiydiler. Malaylılık -içinde Müslüman olmayan unsurları da taşısa da-, kabul edilegelen bir yaklaşımla Müslümanlıkla iç içe ve ayrışmaz bir bütün oluşturuyordu. Belki bu geçmişten ve de yeni ulus devletin nüfus yapısının kahir ekseriyetini Müslümanların oluşturmasından hareketle, o tarihlerde Türkiye’de bu gelişmenin nasıl yansıdığınıda dikkat çekilmeli. Bu bağlamda, ‘Sebilürreşad’ yazarı Kilisli Mehmed Kıdeyş’ın ‘Endonezya Müslüman Devleti’ başlıklı makalesinde dile getirdiği hissiyat, belki o dönem için anlaşılabilir nedenlerle pembe bir tablo çizilmesine yol açmış olabilir.
Aradan geçen yetmiş yılda, bazı dönüm noktalarına yer verelim. Sukarnolu yılların başlarında Federal yönetim taleplerinin reddedildiği, halkının çoğunluğu Müslüman olmasından mütevellit Müslüman liderlerin ülkenin İslam Cumhuriyeti olması taleplerinin “siz zaten çoğunluktasınız, seçimlerde çoğunluğu alır, istediğiniz yasayı çıkartınız” denilerek ‘yol gösterilmesi’; Bandung Konferansı gibi kayda değer bir inisiyatife ev sahipliği yapabilen bir ülkeden Soğuk Savaş’ın kutuplaşmasına kurban gidilmesi; 1950’li yıllarda, o dönem Üçüncü Dünya ülkelerinde Demokrasi söyleminden bihaber epeyce kesim varken Açeli bir diplomatın (Hasan di Tiro) kaleme aldığı ‘Demokrasi’ adlı eserin neye tekabül edeceği üzerinde kafa yormadan, Cava merkezli bir siyasi yapılanmayı öncellenmesi; önemli doğal kaynakları halkın da yararlanabileceği bir ekonomik çerçevede içinde ele almak yerine, bir yandan ulusaşırı şirketler öte yandan ülkenin ekonomik getirinin belli ellerde toplanması gibi faktörler, olası bir ulusal birliğin önündeki en önemli engellerdi ve engel olmaya devam ediyor.
Bununla birlikte, ülke modern tarihinin, diğer İslam coğrafyalarındaki hallere benzer tecrübelere sahip oluşu, bugün ortaya pek de pespembe bir tablo çıkmadığını gösteriyor. Ancak aradan geçen yıllarda, Milliyetçilik-komünizm-Müslümanlık gibi dönemin her türlü akıma mensubiyetini dile getirmekle pragmatik bir lider olduğunu kanıtlayan Sukarno, ABD güdümlü devrimle iş başına gelen ‘güler yüzlü’ ancak ‘demir yumruklu’ general Suharto, 1945-1998 yılları arasında ülkede ‘tekelci’ siyasetin adı oldular.
Bu tekelciliğin neden olduğu solunması güç bir toplumsal ortamda, sivil çevreler ,1998 yılı Mayıs ayından itibaren, bir tür insiyaki tepkiyle olsa gerek, gündeme birkaç yüz siyasi parti ve daha pek çok sivil toplum hareketlerle kendini ortaya koyuyor. Aynı zamanda reform dönemi olarak da adlandırılan bu süreç, hiç kuşku yok ki, tüm 20. yüzyılın ağırlığını üzerinde taşıyor. Bunun altından kalkabilmek için kayda değer bir çaba yerine, kestirme yoldan Batı’nın demokratik değerlerini -o da sözde- apartma teşebbüslerine tanık olunuyor.
Geniş kitlelere liderlik eden ülkenin okumuş yazmış kesimi, demokrasi olgusunun ayrışmayı değil, belki de daha çok farklılıklardan medeni bir şekilde uzaklaşarak benzerlikler üzerinde birleşmeyi başarabilmek olduğunu bir türlü ortaya koyamıyor. Tam da bu noktada, Sukarno’nun daha kuruluş yıllarında dile getirdiği ‘çoğunluk sizsiniz, seçimlerde çoğunluğu sağlayın istediğiniz yasayı çıkarın’ açıklaması, Müslüman kitlenin 1950’li yılların ilk yarısında kısa süren Masyumi hareketi dışında birliği gündeme taşıyamamasıyla nasıl bir sosyo-siyasi benzerlik (!) taşıdıklarını da bugüne kadar kanıtlıyor.
Öte yandan, merkezi yönetimi ile ülkenin çoğul etnik yapısı arasından başlayan ilişkilerden, bölgesel ve küresele doğru yayılan komplike politik ve ekonomik bağlamları ile önemli bir ülke görüntüsü veren Endonezya, bugüne değin bu potansiyelini ortaya koyabilmiş değil. Bu bağlamda, halkına karşı ‘şahin’ kesilen bir ordu/polis teşkilatı; dünya sıralamasında ilk basamaklarda yer almasını sağlayan yolsuzlukla sınavda bir türlü başarılı olamamış bir bürokrasi ve bunu ortadan kaldıracak içinde dini yapılaşmanın da doğrudan nüfuz edeceği bir denetim mekanizmasının kurulamamış olması, aynı hataların tekrarlanarak sınırlı çıkar çevreleri dışında geniş kitlelere ulaşacak bir adalet mekanizmasının yokluğu sorunlar yumağının odağını oluşturuyor.
Bugün gelinen noktada, ülkenin sosyal dinamiklerindeki zaafiyetlerin aşılmasında Cava merkezli kıpırdanmalara alternatif olarak, bir tür Müslüman hissiyatıyla hareket eden ümmetçi bir karekter olarak yorumlanabilecek siyasi hareketler arasındaki gidiş gelişler ülkede varlığını sürdürüyor. Camilerdeki vaazlardan, siyasi parti sözcülerinin demeçlerine kadar, ülkenin birliği yolunda açıklamalar sadır olsa da, bugün en büyük bunalım olarak zikredilen husus ekonomik bağımsızlık ve geri kalmışlıkla izaha gidiliyor. Ekonomik bulanımların açmazında kimileri çözüm olarak ‘kalkınmacı yıllar’ olarak hatırlanan Suharto dönemine referans yaparak ‘keşke o yıllarda olsak’ düşüncesini terennüm ediyor. Bunun pratikteki ayağında ise, Suharto’nun ‘ektiği’ kurumlar ve yapılar pratikte bu yönde çaba göstermeye devam ediyor.
Oysa temel sorunun, ortak bir yaşam alanında hak ve adalet temelli bir sosyo-ekonomik yaklaşımın nasıl sergilenebileceği konusunda çözüm üretilmesi ve bunun pratiğe geçirilmesi olması gerekirken, ancak cılız yaklaşımlara rastlanabiliyor. Bunun önündeki en büyük engel ülkeyi sahiplenme eğilimini her daim sergilemiş olan ve bu anlamda sivil siyaset üzerinde etkisini doğrudan ve dolaylı olarak sergilemeye imkan ve kabiliyetine sahip ordu/polis teşkilatlarının kaçınılmaz etkisi oluşturuyor. Tüm suçu bu ‘güç odağına’ atarak işin içinden sıyrılmak da mümkün değil. Bu odağın oluşturduğu veya oluşmasına katkı sağladığı ‘adaletsizlikler’ silsilesine karşı duracak hakiki bir sivil düşünce platformunun farklı kesimleri de içine alacak şekilde gündeme taşınamamış olması geliyor. Daha birkaç hafta önce, geniş katılımlı toplantılar yapan ülkenin iki önemli dini-sosyal yapısında ortaya konan veya konamayan söylem buna en büyük delil mahiyetinde.
70. yıl kutlamaları çerçevesinde resmi çevreler halka umut verme adına, gerek nüfus yapısı, gerekse sahip olduğu teritoryal genişliği ve bu coğrafyada sahip olduğu potansiyel ekonomik değerleri gündeme taşımakla yetiniyor. Bunu da yıldönümü resmi sloganı olan “Haydi Çalışalım (Ayo Kerja!) ile gündeme taşıyor. Ancak bu atıl varsıllığın gerçeğe dönüşmesinin önündeki engeller üzerinde kayda değer bir çaba ve inisiyatif geliştirilemiyor. Oysa halkın beklentisi, ülkenin kurucu temelleri olan ve karşılığını ‘Pancasila’da (Beş İlke) bulan ilkelerin gündelik yaşamın tam da ortasındaki pek çok temel soruna cevap olacak şekilde pratiğe dökülmesi yönünde.
Tidak ada komentar:
Posting Komentar