Mehmet Özay 14 Ağustos 2015
Yapılan toplantılara, ‘Açe Barışı’nı çalışan ve halen çatışma bölgeleri veya barış sürecine adım atmaya hazırlanan Papua, Mindanao, Patani ve Myanmar’dan insan hakları savunucularının katılımı vardı.
15 Ağustos, Açe Barışı’nın onuncu yılı. Bu vesileyle, Açe’de ulusal ve uluslararası misafirlerin katılımıyla çeşitli toplantılar gerçekleştiriliyor. Toplantılar aradan geçen sürede barışın nasıl ‘korunabildiği’ kadar, aksayan yönlerine dikkat çekilerek yakın ve orta vadede bu barışın nasıl korunabileceğine dair çeşitli yaklaşımlar ortaya konuyor.
‘Açe Barış Forumu’nca “Açe’den Dünya’ya Barış’ın İnşası ve İnsan Hakları” başlığıyla düzenlenen iki günlük toplantıda, 15 Ağustos 2015 tarihinde imzalanan Helsinki Barış Anlaşması sonrasında AB ve ASEAN’a üye ülke delegelerinden oluşan ve yaklaşık bir buçuk yıl görev yapan ‘Açe İzleme Komitesi’ne başkanlık yapmış olan Pieter Feith, barış sürecinin sivil ayağında kayda değer bir rol oynayan Juha Christensen ile merhum Hasan di Tiro’dan sonra hareketin liderliğini üstlenen Malik Mahmud al-Haytar’ın katılımı önemliydi. Ayrıca, ‘Açe Barışı’nı çalışan ve halen çatışma bölgeleri veya barış sürecine adım atmaya hazırlanan Papua, Mindanao, Patani ve Myanmar’dan insan hakları savunucularının katılımı vardı.
Böylesi bir yıldönümü çoğu kişi için sıradan bir vakıa olarak algılanabilir. Ancak, Açe ve Açeliler için bu, sadece 20. yüzyılın son çeyreğinde sürdürülen bağımsızlık hareketinin ‘özerk yönetim’ elde edilmesiyle sonuçlanmasından ibaret bir gelişme değil. Şayet böylesi bir algı varsa, bu algının yanlışlığı Açe’nin sadece Endonezya Cumhuriyeti için değil, abartmadan ifade etmek gerekirse küresel öneme sahip bir coğrafya olmasına dair bilgi kıtlığının veya tastamam bir kayıtsızlığın göstergesinden başka bir şey olamaz.
15 Ağustos 2005 tarihinde Helsinki’de Açe Özgürlük Hareketi ile Endonezya merkezi hükümeti arasında bir anlaşmanın imzalanma sürecinde yapılan görüşmelerde, hareketin ‘de facto’ lideri konumundaki Malik Mahmud’un yaptığı bir konuşma dikkat çekicidir. Bu konuşmada, Açe’nin neye tekabül ettiğini ve de o güne kadar verilen mücadelenin ne anlama geldiğini gerek merkezi hükümet tarafına gerekse görüşmelere aracılık yapan uluslararası çevrelere hatırlatması kayda değerdir (Fachri Ali vd., “Kalla dan Perdamaian Aceh”, 2008: 62). Burada referans, doğrudan tarihi meşruiyete ve egemenliğe dairdir. 20. yüzyıl son çeyreğinde Açe bağlamında ortaya çıkan bağımsızlık hareketini salt ekonomik koşullara indirgemek yanıltıcı ve manipülatiftir. Bunun böyle olmadığı, hareketin önde gelen kadrosunun erken dönemden itibaren kaleme aldıkları çalışmalarla biliniyor.
Burada detaylara girmeden önemli bir hususa dikkat çekmekte fayda var. 19. yüzyıl son çeyreğinden itibaren başlayan Hollanda sömürgeciliğinin ardından Endonezya’ya bağımsızlığın gelişinde ve Cumhuriyet’in ilanında Açe bölgesinin oynadığı yapıcı ve öncü role binaen gerçekleşmesi beklenen ‘haklar’ konusunda Açelilerin sürekli hayal kırıklığına uğratılması, önce 1950’li yılların başlarında, ardından 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren baş gösteren çatışmacı yapının ortaya çıkmasındaki ‘ayartıcı’ rolü unutulmamalı. Bu nedenledir ki, bugün onuncu yılına ulaşan Açe Barışı, sadece son otuz yıldaki çatışma döneminin nihayete erdirilmesi anlamı taşımıyor. Aksine, abartısız bir ifadeyle, son 130 yılını benzeri süreçlere katlanarak geçiren Açelilerin ilk kez böylesine ‘özgür’ bir ortama tanıklıkları nedeniyle olağanüstü bir gelişme olarak kabul ediliyor.
Bu derin geçmişe rağmen, Açe’ye özerk yönetim sağlayan anlaşmanın onuncu yılında ‘Açelilerin kazanımı ne olmuştur?’ sorusu da elbette cevaplandırılmayı bekliyor. Bu sorgulamayı yapabilmek için Helsinki Anlaşma Maddeleri’nin tek tek ele alınması şartı var. Elbette burada tüm bu anlaşma metnine gönderme yapmayacağım. Biraz daha kestirme bir yöntemle, geçen günkü foruma katılan Pieter Feith’in Açe barışının olmazsa olmazları diye gündeme taşıdığı beş maddeye değineceğim. Feith’in dile getirdiği ve barışın sürdürülebilirliğinde başat rol oynayacağı belirtilen maddeler, sivil toplum-alimlerin ve kadınların rolü, ekonomik kalkınma çabaları ve medyanın rolünden ibaret. Feith’, geçen sürede -tüm olumsuzluklarına rağmen- barışın tesisinin önemli olmakla birlikte, yakın ve orta vadede barışın olmazsa olmaz şartlarını bir kez daha hatırlatmasıyla, aslında mevcut bazı sorunlara da dolaylı olarak dikkat çekiyordu.
Aynı toplantıda söz alan iki kadın dinleyici, ki bunlar “Inong Balee” (Dullar Ordusu) adı verilen, çatışma döneminde aktif rol alan birimin mensuplarıydı, aradan geçen on yıla rağmen, sadece ekonomik değil, psikolojik yıpranmışlıklarının halen sürmesinden yakınıyordu. Eşlerini, çocuklarını kaybeden, savaşın en onulmaz yaralarına muhatap olan bu kitlenin halen görmezden geliniyor olması üzüntü verici. Hak ve adalet arayışının Anlaşma metninin temel maddelerden biri olduğunu hatırlayarak, başta kadınlar olmak üzere savaş döneminin tüm haksızlıklarına maruz kalanların ‘adil’ bir sürece tanık olmadıklarını zaman zaman dinliyor ve işitiyordum. Yerel parlamentoda milletvekilliği yapan bir dostumuzla, sadece birkaç hafta önce yaptığım sohbette benzer sıkıntıları işitmiştim. Bu dostumuz, hakkaniyeti elden bırakmadan, bu sürecin odağında sadece merkezi hükümetin yer almadığını, aynı zamanda merkezden-Açe’ye akan birtakım ‘kaynakların’ belli ellerde toplanarak, ayrımcılığa yol açıldığını açık yüreklilikle dile getiriyordu.
Benzer sıkıntıları eski savaşçı kitlenin bir bölümünden de dinlemek mümkün. Oysa anlaşma metnine de yansıyacak şekilde bu kitlelerin topluma yeniden kazandırılmalarının temel noktalarından birini ekonomik bağımsızlıkları oluşturuyordu. Ancak o günden bugüne zaten toplumla iç içe olan bu kitlenin ne kapsamlı bir teknik eğitim, ne de ekonomik yapılaşmalarını sağlayacak sürdürülebilir bir ekonomik model ortaya konabildi. Burada suçlu aramak yerine çatışma döneminin ardından Açe’nin liderlik yapısı, insan kaynakları kadar, nasıl bir Endonezya ile karşı karşıya kaldığının hesabının çok iyi yapılması gerekiyor. Özellikle 2010 yılında Hasan di Tiro’nun vefatının ardından baş gösteren liderlik krizi ile baş etmek yerine, ayrışma ve zaman zaman çatışma getirecek bir sürece sürüklenmeye terk edildi. Barış Anlaşması’nın ilk gününden itibaren ‘merkez güçler’ arasında yer alan ve Barış’ı hiç de kanıksamayan yapılaşmaların barış sürecinin Açe’ye kazandırabileceği kazanımların önünü alma adına çeşitli yöntemleri icraat koydukları da unutulmamalı. Aynı şekilde, Barış Anlaşması’nı sadece Açe Özgürlük Hareketi’ne atfeden ve kendilerini Açe coğrafi ve kimlik sınırlarının dışına taşırcasına garip bir perspektif geliştiren kampüs-iş çevreleri ve bürokrasinin etkisini de göz ardı etmemeli.
Burada haklı olarak, ‘Açe yönetimi özerk bir yapıya büründüyse, başta ekonomik kazanımlar olmak üzere diğer alanlardaki başarısızlıkta suçu merkeze atmanın anlamı ne?’ diye sorulabilir. Unutmayalım ki, başta asker/polis bürokrasisi olmak üzere, eğitimden-ekonomiye kadar tüm kamu kurumlarının Açe ayağındaki müdürlükleri merkezin ‘yapısal bütünlüğü’ içinde hareket ediyor. Bu bağlamda, Barış Anlaşması’nın yerel parlamento ve ardından merkezi parlamentoda kabul edilen ‘Açe Yasası’ olarak bilinen yasal bütünün, pratikte uygulanabilirliği hiç kuşku yok ki, sivil bürokrasinin etkinlik, şeffaf yönetim, sürdürülebilirlik ve yolsuzluklara bulaşmama gibi çok temel dayanaklardan hareket etmesi gerekiyordu.
Ancak, tüm bu hususların bırakın Açe, tüm ülkenin, yani Endonezya’nın temel sorunu olduğunu hatırladığımızda Açe’de sosyo-kültürel ve ekonomik kalkınmada sihirli bir değnekle olağanüstü bir gelişme beklemek hayalcilikten başka bir şey değildi. Bugün de tanık olunduğu üzere, böylesi bir yapılaşma ne kampüs çevrelerinde, ne sivil bürokrasi de ne de Açe’nin önünü açmaya matuf kayda değer bir birikime sahip Açe kökenli işadamları nezdinde ortaya konabildi. Böylesine kapsamlı bir açılım ortaya konamadı çünkü, yukarıda da ifade ettiğim üzere, Açe’nin kazanımı olan bu barışı, örneğin kampüs ve iş çevreleri “Açe Özgürlük Hareketi”nin malı görüp, ‘dokunmak’ istemediler. Buna sebep ise, bu çevrelerin merkezle ‘göbek bağı’na sahip olmaları, atacakları herhangi olumlu bir hareketin, sanki Açe halkına değil de, Açe Özgürlük Hareketi liderliğine bir kazanım kazandıracağı yönündeki negatif tutumlarıydı. Bu noktada durup, tsunamiden sonra oluşan kaynaklarla yurt dışında lisans, yüksek lisans ve doktora için öğrenime gönderilen beş bini aşkın genç ve dinamik insan nerede diye sormak gerekiyor. Hedeflerinde, öğrenimin ardından kültürel şokun tesiriyle ya halen yurt dışında kalmayı tercih edenler ile Açe’ye dönüp memurluğa kapak atıp, hiç de ‘temiz’ olmayan bir yapının içinde ‘erimeyi’ ilk tercih görünlerin önemli bir yekün tuttuğuna tanık oluyoruz.
İş çevrelerine en iyi örnek, 2006 yılında Açe Vali Yardımcılığı yapmış ve ardından merkezi hükümette bakanlık düzeyine kadar çıkmış “Halkın Emaneti Partisi” (PAN) bir milletvekilinin ‘prototipleşmi’ yaklaşımıydı. Sanki merkezi hükümetin ülke ekonomisini rayına koymada en önemli araç kabul edillen yabancı yatırımcıların gelmemesine sebep, ‘aşırı milliyetçi/korumacı yasalar; alt yapı eksiklikleri; bürokrasideki yolsuzluk vb.’ değilmiş gibi, Açe’de son on yılda gerçekleştirilemeyen ekonomik kalkınmanın barışın sürekliliğindeki rolüne binaen bir an önce gerçekleştirilmesi gerektiğini söyleyerek Açe Eyalet Yönetimi’ni köşeye sıkıştırmaya matuf açıklamasıydı. Burada durup, Açe’nin haklarını merkezde savunma sorumluluğu olan bu milletvekiline daha barışın ilk yılında ‘Sabang Limanı Serbest Bölgesi’nde’ liman genişletme çalışmalarına başlayan Dublin Port Şirketi’nin nasıl olupda bir süre sonra Açe’yi terk ettiği ve söz konusu serbest bölge genişletme ve faaliyete geçme plânının nasıl bir yılan hikayesine döndüğüne ve bunun gibi onlarca dev projenin nasıl aktif bir yapıya taşınamadığı veya atıllığa terk edildiği hakkında detaylı açıklaması yapması beklenirdi. Şayet bu milletvekili ve benzeri kişi ve gruplar cahilliklerinden değilse, kendi hemşehrilerini ‘aptal’ yerine koymaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Barış sürecinin imza törenin bitmesinden itibaren başlayan zaman diliminde nelerin hayata geçirilip nelerin geçirilemediği nin hesabının çok iyi yapılması gerekiyor. Bu hesabı sadece Açelilerin değil, Açe’ye umut verenlerin, umut bağlayanların da aynı şekilde sorumluluk üstlenerek ciddi sorulara cevaplar üretmesi şart.
Tidak ada komentar:
Posting Komentar