Mehmet Özay 25 Mayıs 2016
Geçen yıl Mayıs ayı ortalarında Bengal Körfezi ve Malaka Boğazı’nda yaşanan insanlık dramından bu yana bir yıl geçti. Binlerce Arakanlı Müslümanı taşıyan teknelerin önce Tayland ardından Malezya ve Endonezya sahil güvenlik yetkililerince ülke sınırlarına girmesine izin verilmemesiyle Arakanlılar konusu bir anda yeniden dünya kamuoyunun gündemi oturmuştu. Arakanlıların okyanusun ortasında yaşam savaşı vermelerinin doğurduğu dramın yanı sıra, Malezya ve Endonezya gibi Müslüman Malay dünyasının temsilcisi olduğu iddiasındaki iki ülkenin sergiledikleri tutum da bir başka drama tekabül ediyordu.
Öte yandan, Tayland’ın Patani bölgesindeki Müslümanlara yönelik tavrından hareketle, sınırlarına dayanan diğer Müslümanlara bu şekilde muamele etmesinin, temel insanlık duruşu açısından sorunlu olduğuna kuşku yok. Bu noktada, Arakanlıların kendi ülkeleri Myanmar’da vatandaşlık statüsünden başlayarak temel insan haklarından mahrum edilmeleri ve toplumsal linçle karşı karşıya kalmalarıyla, bu üç ülkenin yaklaşımları arasında genel itibarıyla nasıl bir fark olup olmadığı da sorgulanmayı hak ediyor.
Tekneler sürecinin durulmaya yüz tuttuğu bir anda 2015 yılı Haziran ayında bu sefer Malezya-Tayland sınırında, insan kaçakçılarının ağına takılan onlarca Arakanlı sığınmacının mezarları bulundu. Uzunca bir süredir dile getirdiğimiz ve bölgedeki insan kaçakçılarının faaliyetine doğrudan gönderme yapan bu gelişme bile, ilgili ülkeler ve ASEAN içerisinde hakkıyla ele alınıp, kalıcı bir şekilde çözümlenebilmesi umudu verecek istikrarlı bir şekilde ele alınmadı. Sadece birkaç görevli ve sivil suçlanıp konunun üzeri kapatılması çözüm olarak sunuldu. Vakıanın Tayland tarafında üst düzey bir subayın can güvenliğini ileri sürerek Avustralya’ya sığınması ve akabinde insan kaçakçılarıyla ilgili ifşasının da kapsamlı bir karşılığı olmadı.
Öte yandan, aradan geçen bir yıl sonrasında bu vakıayla ilgili akıllarda ne kaldı sorusuna cevabını, denize açılan Arakanlılara ne oldu sorusuyla birlikte cevap aramak gerekiyor. Aslında o günlerde muğlak kalan sorulara bir yıl içerisinde cevap bulunabildiğini söylemek zor. Örneğin, 4500 kişinin ‘karaya çıktığı’ ileri sürülüp, Birleşmiş Milletler 2000 kişinin açık denizde bulunduğunu söylese de, sığınmacıların gerçekte toplam kaç kişi oldukları, nereden ve hangi koşullarda denize açıldıkları, bu ‘mağdur’ insanları kimlerin ne şekilde teknelere bindirdiği ve kaç tekne ile okyanusa açıldıkları gibi verilere ulaşılamadı. Bu noktada, Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo, vicdan yaralayıcı ilk tepkilerin ardından deniz kuvvetlerine bağlı birkaç geminin uluslararası sularda bulunduğu belirtilen tekneleri arama çalışması yapması emrini verse de, bu girişimin nasıl gerçekleştirildiği ve nasıl bir sonuca ulaşıldığına bilgi mevcut değil. Yukarıda verilen sayılar dikkate alındığında bile, onlarca teknenin bu işte kullanıldığını göstermesi, son derece organize bir ‘müdahalenin’ varlığını gündeme getiriyor. Konuyla doğrudan ilintili ülkeler ve geneli itibarıyla ASEAN’ın bu işin üzerine giderek kesin bir çözüme ulaşması beklenirken, herkesin kaçamak davrandığına ve adeta hiçbir ülkenin sorumluluk almak gibi bir niyet taşımadığına tanık olundu. Bu durum, 2012 yılından itibaren Myanmar’da yaşananların birilerinin ekmeğine yağ sürdüğünü konusunda ciddi şüphelerin oluşmasına neden oldu ve aşağıda görüleceği üzere olmaya devam ediyor.
Yukarıda zikredilen üç ülke yetkilileri, ilk günlerde sergiledikleri çekingen duruş sonrasında, uluslararası kamuoyundan gelen tepkiler karşısındaki mahcubiyetlerini gidermeye yönelik olarak yaptıkları toplantı sonrasında, Arakanlı sığınmacıların ilgili ülkelerde ‘bir yıl boyunca kalmalarına izin verilmesi’ kararı çıktı. Ancak bu karar, karaya çıkan Arakanlılar için günün getirdiği bir umut olarak karşılık bulurken, konunun ne ilgili ülkeler ne de bu ülkelerin üyesi oldukları ASEAN nezdinde kalıcı bir çözüme kavuşturulamayacağının bir örneği şeklinde tezahür etti.
Arakanlı sığınmacılarla ilgili en somut konu öyle gözüküyor ki, Açe Eyaleti’nin kuzey ve doğu sahillerinde karaya çıkmaları; önce bölge halkı ve yönetiminin ve ardında merkezi hükümet ve bazı uluslararası kuruluşların katkılarıyla kurulan üç kamp bir yıl boyunca ‘sessiz sakin’ bir yaşam sürmeleriydi.
Yukarıda Endonezyalı yetkililerin tepkisini söylerken burada Açe’de sahile çıkmaları arasında acaba bir çelişki var mı diye bir soru insanın aklına gelmiyor değil. Çünkü Arakanlıları taşıyan teknelerle Malaka Boğazı girişinde karşılaşan ve akabinde tekneleri karaya çeken Açeli balıkçılardı. Açeli balıkçıların verdiği ‘vicdani’ tepkiyle, Cakarta merkez hükümetinin ve onun Açe’deki temsilcisi konumundaki ordu yetkililerin verdiği ‘resmi’ tepki arasında önemli bir fark bulunuyordu. Açeli balıkçılar üzerinde bir baskı kurma şeklinde beliren bu tepkiye karşılık Açeliler, geçmişten bu yana geleneksel olarak uygulayageldikleri ‘deniz yasalarına’ atıfta bulunarak, denizde kim olursa olsun hayatı tehlikede olana yardım edilmesi ilkesini gündeme taşıyarak sadece merkez yönetime değil, başta Malezya ve Tayland makamları olmak üzere tüm dünyaya mesaj veriyordu. Aslında Açeliler bu tepkiyi ilk defa vermiyordu. 2008, 2009 ve 2013 yıllarında da Eyalet’i çevreleyen sulara vuran Arakanlıları taşıyan tekneleri gene karaya çekerek, onlar için yapılması olağan, ancak mevcut küresel şartlarda bir insanlık dersi olmaya aday bir eyleme dikkat çekiyorlardı.
Arakanlılar Kuzey ve Doğu Açe’de önce sosyal hizmetelere bağlı binalarda konuk edildi. Ardından bölgede kurulan üç kampta daha düzenli bir yaşamı teneffüs etmeye başladılar. Öyle ki, burada çeşitli kurumların katkılarıyla dini eğitim, bahçecilik, terzilik gibi bu insanları hayata bağlayacak ve bir anlamda psikolojik tedavi görevi görecek etkinliklerle günlerini geçirmeye başladılar. Ancak yıl sonuna doğru bu üç kampta yaşayan Arakanlıların sayısında azalma olduğu konusunda bilgiler gelmeye başlaması, yukarıda dile getirilen sorunların ne denli ‘derin’ olduğunu ortaya koyuyordu. Emniyet, ordu, sivil birimlerin, STK’ların var olduğu ve ‘güvenlik tedbirlerinin’ alındığı bu kamplardan dışarı çıkmanın normal şartlarda mümkün değil. Ancak kimi yetkililer ve kamptan bazı kişilerin yaptığı açıklamalarda, özellikle Malezya’da yakını olan Arakanlıların gönderilen paralar karşılığında kamplardan çıkartılıp, önce Medan şehrindeki limana oradan da gene kaçak yollarla Malezya’nın batı sahillerine ulaştığını ortaya koyuyor. Bu sürecin, örneğin bölgede yaşayan sıradan halk tarafından yapılmayacağı, aksine son derece organize bir yapının yeniden harekete geçirildiği sonuca ulaşmak mümkün.
Burada durup, Arakanlılar hedefinde niçin sürekli olarak Malezya’ya gitmek var sorusu gündeme getirilmeli. Görece gelişmiş ekonomisiyle Malezya hükümetinin bu insanlara kucak aç/a/madığı biliniyor. Ülkelerinde karşı karşıya kaldıkları durum bu insanları siyasi mülteci statüsünde ele alınmalarını gerektirirken, Malezya’nın BM’nin mülteciler konusundaki ilgili sözleşmelerine imza atmaması, doğal olarak Malezya hükümetinin bu konuda elini kolunu ‘bağlayan’ bir haklı gerekçe olarak gösteriliyor. Buna rağmen, Arakanlıların Malezya’yı hedef ülke seçmesi, neredeyse bu ülkenin gündelik sorunlarının başında gelen yabancı işçi talebi ve bu talebin nasıl karşılanacağı konusuyla doğrudan bağlantılı. En düşük ücretle, en ‘kirli’ işlerin yapılması yönündeki gizli/açık talep, resmi kanallardan işçi getirtilmesinin maliyetleri gibi ekonomik nedenler, yabancı işçi göçünü yasal olmayan yollardan yürütülmesine neden oluyor.
Arakanlı Müslümanların içinde bulunduğu durum ise, bu alanda her nev’inden ‘at oynatan çetelerin’ işine yarıyor. Kalkınmış ülke hedefine ulaşmasına dört yıl kalmış Malezya’nın, özellikle Malay Yarımadası’ndaki topraklarının ‘genişliği’ dikkate alındığında, her karışında ne olup bittiğini yakinen bilebilecek bir sivil, emniyet ve askeri gücü bulunuyor. Buna karşın, aynı ülkede resmi kayıtlara göre yaklaşık iki milyon, resmi olmayan rakamlara göre ise, bunun iki katı kadar kaçak göçmen/işçinin varlığı ise bir çelişki olmaktan öteye geçmiyor. Tam da bu noktada, kimileri çıkıp ‘Ne var bunda. Alan razı veren razı’ diyebilir. Ancak özellikle Malezya başta olmak üzere, Endonezya, Tayland gibi ülkelere geçen Arakanlıların, şayet temel insanlık kriterlerini baz alacaksak, karşı karşıya kaldıkları zorluk öyle sanıldığı gibi Myanmar’da maruz kaldıklarından pek fazla farklılık arz etmiyor.
Bu bağlamda, anavatanlarında merkezi hükümetin Arakanlıları resmi bir etnik yapı olarak tanımlamamasından kaynaklanan ve bu kitleyi hiçliğe terk eden yaklaşımıyla yukarıda kısmen tasvir edilen durum arasındaki benzerlik mevcut sorunun henüz daha anlaşılamadığını açıkça ortaya koyuyor.
Tidak ada komentar:
Posting Komentar