Mehmet Özay 23 Kasım 2014
Her yıl 26 Aralık yaklaştıkça Açe’de farklı bir psikoloji hasıl olur. Açeli olanlar kadar, bölgeyle haşır neşir olanların da bir şekilde hissedebildiği bir psikolojidir bu. Tsunaminin 10. Yılı’na doğru giderken, her yıl olduğu gibi Açe’de nelerin değişip değişmediğinin; Helsinki Barış Anlaşması bağlamında Açe siyasi eliti ile Merkezi Hükümet arasındaki ‘diyaloglar’; geniş toplum kesimlerini içine alabilecek sosyo-ekonomik kalkınma çabalarına; adına ‘fakir/miskin/yetim/öğrenci’ bağlamıyla gündeme getirilen ve yardım adı altındaki çalışmalar çerçevesinde yerli ve yabancı çevrelere mensup ‘bireylerin’, ‘grupların’, ‘hangi ellerle’, ‘hangi kirli oyunlara daldığı’ vb. konuları ele alacak yazılara ihtiyaç olduğunu sürekli söyleyeduruyoruz. Bunun nedeni de çok açık. Açe, tsunaminin ardından bu yana önemli bir sosyo-siyasi laboratuar olarak değerlendirildi. Bu değerlendirme bağlamındaki tüm icraatlar sonrasında, buranın diliyle ifade edecek olursak, Açe’nin ve Açelilerin nasıl bir ‘mertebe’ kazandığı sorusuna konuya taraf olan her çevrenin hakkıyla cevap vermesini beklemek kadar doğal bir şey olamaz. Bu yıl da bu konudaki değinilere yer vereceğiz hiç kuşkusuz.
Ancak burada erkene alınan tsunami anma toplantıları ile ‘Açe-Hint Okyanusu Çalışmaları Merkezi’nce (ICAIOS) düzenlenen toplantıya değinmek istiyorum. Bu yıl, tsunami anma törenlerine neredeyse bir ay öncesinden başlandı. Aslında Açe’ye gelmeden önce böylesi bir duyum almıştım. En azından ICAIOS tarafından düzenli olarak organize edilen konferansın 26 Aralık’a yakın bir tarihde değil de, 17-18 Kasım tarihlerinde düzenlenmesi bu izlenimi uyandırmıştı. Akabinde birkaç program vesilesiyle aynı tarihlerde Açe’ye geldiğimde Sultan II. Selim Toplum Merkezi müdürü arkadaşımız Fauzan’la kısa görüşmemde bu duyumu sağlamlaştıracak bir açıklamayla karşılaştım.
Fauzan, Endonezya Kızıl Haç teşkilatı (PMI) olarak onuncu yıl programını birkaç gün önce gerçekleştirdiklerini söylemesinin ardından bunun nedenini de kısaca izah etti. Tsunaminin onuncu yılı nedeniyle, zamanında Açe’de faaliyette bulunmuş olan pek çok Kızıl Haç teşkilatınn program için Açe’ye geleceğine değindi. Ancak bu ‘kalabalık katılımcı grubunun’ tsunami anma programlarını şu veya bu şekilde ‘yeni yıl’ (Noel) ile ilintilendirme çabaları konusundaki tahminler Açe toplumunda farklı yorumlara neden olabileceğinden hareketle, PMI olarak ilgili programlarını erken bir zamana almayı tercih ettiklerini söyledi.
Tabii, Avustralya, ABD, Kanada, İngiltere gibi ülkelerden Kızıl Haç kurumlarının Açe’de tsunami sonrasındaki faaliyetlerinin bölgede tsunaminin etkisini maddi anlamda ortadan kaldırmaya matuf çabalar olarak görmek mümkün. Bunun ötesinde, ilgili kurumların şu veya bu şekilde ilintili oldukları yerli ve ulusal çaptaki kurumlar vasıtasıyla Açelileri hedef alan ‘eğitim’ faaliyetlerinin Açe dini/kültürel yapısına dönüştürmeye matuf çabaları içerdiğini de ifade etmek gerekir. Bunun belki de, özellikle 1980’lerden sonra yaygınlaşma gösteren ve adına sivil toplum denilen kurumsal yapılaşmanın bir ucunda bulunan Kızıl Haç gibi teşkilatlara içkin olduğunu düşünebiliriz. Öyle ki, STK ve benzeri oluşumların, hiç de öyle Hıristiyan veya Budist kaynaklı değil, bizatihi adına ‘İslami’ denilen ya da bu ismi açıkça zikretmemekle birlikte, sosyo-kültürel bağlamı ile değerlendirildiğinde Müslümanca bir çaba gibi gösterilebilecek çalışmalara imza atan şu veya bu ülkelere mensup kurumların -en azından bazılarının da- açıkçası Açe sosyo-dini ve kültürel yapısını dönüştürmeye/değiştirmeye yönelik hesapları olduğuna tanık olundu ve halen de olunmaya devam ediliyor.
Açeliler perspektifinden bakıldığında, değişimi ve dönüşümü Açelilerin rızası ve katkısı olmadan kapalı kapılar ardında uygulama işaretleri verenlerin ve bunu pratiğe dökenlerin şu veya bu dinden olup olmamalarının pek bir farkı yok. Daha yıllar öncesinde dile getirmeye çalıştığımız gibi, bu çabaların Açe’yi, belki de maddi anlamından daha çok manevi bağlamlarıyla tarihden silme icraatına soyunmuş Hollanda sömürgeciliğinden ne farkı olduğu üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu nedenledir ki, yukarıda atıfta bulunduğumuz düşünce ve icraat biçimlerine girenleri ‘yeni sömürgeciler’, eylemlerini de ‘yeni sömürgecilik’ olarak adlandırmakta bir beis yok. Nihayetinde ortada kendi değişim algısı dışında değiştirilmeye/dönüştürülmeye namzet bir ‘toplumsal nesne’ olduğu algısıyla hareket eden dışarlıklı grup veya grupların varlığı, yerli bakış açısından ele alındıkta, en hafif ifadeyle, hiç de iyi niyetli olmayan bir çabanın içerisindeler.
ICAIOS konferansının, bu oluşumun fikir babası Prof. Dr. Anthony Reid’in katılımıyla daha da farklı bir atmosfere büründüğünü söylemeliyim. Konferansa bir araştırma makalesiyle katılma isteğim, yoğunluktan gerçekleşmedi. Bununla birlikte, bir oturumda yer alma konusunda davet gelmesi de sevindiriciydi.
Konferansın açılışı Endonezya Hükümet Sekreteri görevini üstlenmiş olan Dipo Alam’ın kaleme aldığı bir eserin tanıtımıyla başladı. Beş yıldır ICAIOS müdürü olarak görev yapan Dr. Saiful Mahdi, konferansdan birkaç hafta önce bu açılışta yer almak üzere bir davette bulunmuştu. Nedeni ise, Sayın Dipo Alam’ın kaleme aldığı roman türü eserinin Açe-Türk ilişkilerini ele almasıydı. Bazı önemli gerekçelerle bu daveti nazikçe reddettim. Aslında, Ağustos ayının başlarında Sayın Dipo Alam kaleme almakta olduğu eserin içeriğiyle ilgili olarak görüş alış verişinde bulunmak üzere Cakarta’ya davet etmişti. Sayın Dipo Alam’ın çalışmasına açıklamadığım ‘kattı yapmama nedenimi’ dostumuz Dr. Saiful Mahdi ile paylaşma fırsatı buldum. Belki bir başka yazıda buna değinme fırsatı bulurum.
Tidak ada komentar:
Posting Komentar