Sabtu, 31 Maret 2012

Modernleştirici Sultan Modernleşen Sultanlık: Ebubekir ve Cohor İlişkisi (I)


Mehmet Özay                                                                                                                       30 Mart 2012

19. yüzyıl ikinci yarısı tüm İslam dünyasının Batıyla karşılaşmaları silsilesinde yeni bir evrenin tecrübe edildiği zaman dilimine tekabül eder. Bu dönem, 16. yüzyıl başlarından itibaren Avrupalıların dünyanın doğusu ile batısını sömürgeleştirme girişimlerinin, aradan geçen sürede yaşanan pek çok değişimin sonucu olarak emperyalizme evrildiği bir dönemdir aynı zamanda. Batı, bu siyasi ve ekonomik hegemonyasını perçinleştirirken, pençesindeki İslam beldelerinin asli sahipleri olan Müslümanlar varoluş algılarını merkezi teşkil eden Halifelik kurumuyla giderek daha fazla irtibatlandırmaları, temelde Batı emperyalizminin yol açtığı dolaylı bir etki ya da doğal akışını bulmuş bir yönelim olarak da algılanabilir. Oysa, Halifelik makamı dini temsil kadar, siyasi ve ekonomik sistemlerin nüfuzu ve çervevesi dışarısında tutulamayacak kadar geniş bir alanı kapsar. O dönem İstanbul’daki Halife, bu nedenle Batılı sömürgeci ve de emperyalist güçlerin soso-politik ve teritoryal sınırları içerisinde varlıkları giderek sınırlı alanlara hapsolunmuş İslam coğrafyası halkları için bir mucizevî kurtuluş ışığı olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu ışığın uzaktan parıltısının ne kadar aydınlatıcı bir gücü olduğu da -genelde sergilenegelen uslübun aksine- öyle çarçabuk geçiştirilecek bir konu değil. Bu sadedde, Malay dünyasının söz konusu yüzyıl içerisindeki önemli siyasi kollarından birini teşkil eden Cohor Sultanlığı, tam da Avrupa medeniyeti ve de emperyalizminin kendine has özellikleri ile dikkat çeken İngilizlerle yan yana varlık sürdürme zorunluluğu nedeniyle dikkat çekici bir hâl arz eder.

Hemen yeri gelmişken ifade etmekte zaruret addettiğimiz bir hususa değinelim. Cohor Sultanlığı dediğimiz siyasi bütün kökleri 1414 yılında kurulan Malaka Sultanlığı’na kadar geri gitse de, aradan geçen yüzyıllarda kendi içerisinde geçirdiği sosyal, siyasi ve de ekonomik evrimler kadar Batılı güçlerle etkileşimlerinin neticesinde egemenlik alanı daralmış, siyasi meşruiyeti sorgulanan bir yapıya dönüşmüştür. Bununla ne demek istediğimizi açıkça ortaya koymak, Sir William Farquar ve Thomas Stamford Raffles’ın Singapur’u keşfi ve de Ada’nın İngiliz kontrolüne geçme sürecinde yaşananların dikkatle tetkiki ile mümkündür. Burada kısaca ifade edelim ki, 1800’lü yılların başında Cohor-Riau Sultanlığı olarak varlık süren siyasi bütünün merkezi Riau’dur. Yani Singapur Adası’nın karşısında bugünkü Sumatra Adası’nın doğu sahillerinde aynı adla yer alan bölgededir. İç siyasi çekişmeler, Cohor-Riau Sultanlığı’nı önce ikiye ayıracak, ardından, Güneydoğu Asya’nın diğer sömürgeci gücü Hollanda Krallığı’nın emperyalizmi hayata geçirme projesi bağlamında teritoryal yayılmacılık mücadelesinde Riau’nun varlığı ortadan kaldırılacaktır. Bu süreç, aynı zamanda, Cohor Sultanlığı’nın bizatihî köklerinden -antropolojik olmasa da- koparıldığı ve siyasi bağlamda kurucu unsurlarının başında İngilizlerin karar mercii makamında oldukları bir aşamaya tanık olur. Bu karar merciiliği, ustalıkla işlenmiş bir İngiliz siyasi projesinden ziyade, hemen hemen tümüyle Raffles’ın bireysel teşebbüsleri ve referansları çerçevesinde vucüd bulmuştur. Yani bir anlamda, tarihi tesadüflerin Güneydoğu Asya şartlarında neşet edişidir. 

Malay modernleşmesinin ana damarı kabul edilebilecek olan Cohor Sultanlığı daha kuruluş aşamasında Batılı bir nüfuz ve etkiye konu olduğundan modern Malezya ulus devletinin nihai noktada ortaya çıkmasında da Cohor’un önemi yadsınamaz. Öyle ki, Cohor bugüne kadar Malezya siyasi hayatında varlığını devam ettiren ve Ulusal Cephe’nin en güçlü ortağı kabul edilen UMNO’ya “kan vermiş” olması hiç de şaşırtıcı değil. Ulus devlet olgusuna evrilen yerel sultanlıklar, önce İngilizler eliyle ‘eyalet’ konumuna indirgenmiştir. Bunların bir bölümü, İngilizlerce günün koşulları dikkate alınarak Federe Malay Devletleri adı altında, doğrudan siyasi ve idari yönetim altına alınmış. Ki din ve gelenek Sultan’ın özel sahasına bahşedilmiştir ki, bu bir yandan sultanları egemenlik haklarından “hiçbir şey” kaybetmediklerini iknaya yaramış ve bundan daha trajik olanı da İslam anlayışının “dünyevi ve ilâhi” boyutlar bağlamında parçalanmasına bir başka deyişle deformasyonuna neden olmuştur. Özellikle bu ikinci husus, bugüne kadar ki çalışmalarda pek de rastlamadığımız, ancak can yakıcı bir durum arz etmesiyle sahici bir araştırmaya değer bir konu olarak araştırmacıları beklemektedir.-

Federe Devlet birliği dışında kalan sultanlıklar -ya da Eyaletler dersek dönemin siyasi gerçekliğine daha çok vurgu yapmış oluruz- ise İngiliz yönetimine alınması için görece geç bir döneme ertelenmiştir. Oysa bu geç dönem Cohor söz konusu olduğunda, kimilerinin bu Sultanlığa atfettiği siyasi bir güçle açıklanma çabasının ilişkilerin doğası dikkate alındığında zorlama bir yorum sonucu olduğu kanaatindeyim. Bu nedenle, Cohor’un 1904 yılına kadar İngilizler’den bağımsız bir yönetim yapısı teşkil ettiği söylemi temelde bir yanılgının ürünüdür. Nedeni ise tastamam Cohor Sultanlığı’nın 19. yüzyıl başında kuruluşuna kadar geri götürülebilir. Aradan geçen yaklaşık bir yüzyıllık dönem, Cohor’u İngilizler için kontrol altına alınacak bir belde kılmadığı gibi, Cohor yönetimi gönüllü olarak İngiliz “fikri ve maddi” sermayesinden istifade etmiştir. Öyle ki, sultanlığın asıl mekânı Riau’dan koparılan Singapur’da sözde taht mücadelesine taraf olan Malay eliti önce -yerel bir unvan olan ve soyluluğu“Temenggong” unvanı verilmiş, ardından da Ebubekir’in talebi ile, bizzat gene İngilizler eliyle “sultan”lığa lâyık bulunmuşlardır. Bu bağlamda, Ebubekir’in İngilizlerle içli dışlı sosyal ve siyasi yaşamı kadar, İngiltere’ye yaptığı çeşitli ziyaretler dönemin ulaşım ve uluslararası ilişkileri dikkate alındığında epey dikkate şayandır.

Sultan Ebubekir’in, hani bizde yaygın ifadesiyle "Batı'nın tekniğini alıp ahlâkını atma" ilkesi yerine, “hem tekniğini hem ahlâkını” alma  formülasyonunu hayata geçirdiğini söylersek abartmış olmayız. Ebubekir, kendi şahsında teknikten önce “ahlâk” işini halletmesiyle bir anlamda saray ve çevresine öncülük etmiştir. Elbette önce “ahlâkını” almakla Batı’nın tekniğinin hiç de nazlanmadan peşi sıra geleceği aşikârdır. Nitekim öyle de olmuştur...

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=203911

Rabu, 28 Maret 2012

Doğu Timor Başkanı’nı Seçiyor


Mehmet Özay                                                                                                                     23 Mart 2012

Güneydoğu Asya’nın gencecik ülkesi Doğu Timor’da devlet başkanının belirlenmesi amacıyla demokratik seçimlerin ikincisi geçen hafta sonu yapıldı. Üç adayın yarıştığı seçimlerde mevcut Devlet Başkanı Ramos %17 oy almasına karşılık siyasi hayatı sona ermiş kabul ediliyor. Diğer iki aday, yani ülkenin geleneksel anlamda güçlü sol partisi Fretilin’in adayı Francisco Guterres %28 ve emekli general Taur Matan Ruak %25 oy alarak, 21 Nisan’daki ikinci tur seçimlerde mücadele edecekler.

Doğu Timor, 2002 yılında bağımsızlığını kazanan ve bu anlamda Güneydoğu Asya’nın en genç ülkesi sıfatını taşıyor. Önümüzdeki Mayıs ayında bağımsızlığının onuncu yılını kutlayacak olan bu ada ülkesininn kaynakları sınırlı olmakla birlikte, tarihi birikimi, Avustralya, Pasifik bölgesi ve Malay Takımadaları arasında doğal bir sınır oluşturmasıyla görece jeo-stratejik bir öneme sahip. Avustralya’nın Doğu Timor’a yönelik özel ilgisinin ardında da bu önemi dikkat çekiyor.

Bu genç ülkenin bağımsızlığını kazanması sürecinde yirmi yıl boyunca önemli rol oynayan Jose Ramos Horta geçen Cumartesi günü yapılan başkanlık seçimlerinde siyasi mağlubiyeti kabul ederek şimdilik köşesine çekildi. 1996 yılı Nobel Barış Ödülü’nün de sahibi olan Horta 2002 yılındaki bağımsızlığın akabinde Dışişleri Bakanı olarak hükümette yer almış, akabinde önce Başbakan ve nihayetinde 2007 yılında Devlet Başkanlığı’na seçilmişti. Bağımsızlıkla birlikte, pembe bir tablonun çizilemeyeceği Doğu Timor’un, bu süreçte iç savaş eşiğinden kurtulabildiğini söylemek güç. Öyle ki, bu şiddet olaylarından Devlet Başkanı olduğu dönemde hatırlanacağı üzere Ramos da payını almış ve kendisine düzenlenen suikast girişiminde Avustralya’nın tahsis ettiği helikopterle Darwin şehrine nakledilerek bir anlamda hayata dönüş yapmıştı. Seçim sonuçlarının açıklanmasının akabinde, siyasi devir teslim ise 19 Mayıs’ta yapılacak. Ramos, yenilgiyi kabul ederken, yeni seçilen başkana “zorluk çıkartmayacağını” sözlerine ekledi.

Doğu Timor’un önemi, yukarıda değindiğimiz üzere, Anglo-Saxon dünyasının Asya’nın köşesindeki uzantısı Avustralya ile geniş bir Müslüman nüfusu barındıran Malay Takımadaları arasında yer aldığını söylemiştik. Öte yandan, ASEAN gibi, Pasifik ile Hint-Çin’i ve Güneydoğu Asya ilişkilerinde biranlamda genişlemeci politikaların bir uzantısı olarak, Doğu Timor’u bir süredir ASEAN toplantılarında gözlemci sıfatıyla görüyorduk. ASEAN’ın önde gelen liderleri, aradan geçen zaman zarfında Doğu Timor’un da birliğe dahil edilebileceği sinyali geçen yıl sonlarına doğru yapılan toplantılar sırasında dile getirmişlerdir.

Güneydoğu Asya’nın bu küçük, fakat çeşitli vecheleri ile dikkat çeken bu ülkesinde demokrasinin yerleşmesinin oldukça sancılı geçtiği bir gerçek. Bu anlamda, Doğu Timor, siyasi sistemin adına ‘demokrasi’ deyipte her şeyin oluruna bırakılamayacağını gösteren somut örneklerden biri. Yoksulluğun, sosyal problemlerin yanı sıra, ülkenin güvenlik güçlerini teşkil eden ordu ve polis arasındaki biteviye sürtüşmenin mağduru halk oluyor. Aslında bu mağduriyetin son ayağının, 20. yüzyıl başlarında Portekiz’in Avrupa’daki olumsuz gidişatta modern sömürgeci yaklaşımı ile Doğu Timor’un kaynaklarına el koymasıyla başladığını söyleyebiliriz. Post-kolonyal dönemin epeyce gecikmeli geldiği Doğu Timor 1975’de Portekiz’deki devrimin akabinde ‘Avrupa yularından’ kurtulurken, bu kez de karşısında Suharto’yu buldu. Bu küçük ada devletindeki Hıristiyan unsurları kendine sorun edinen Suharto, Doğu Timor üzerinde kıyım harekatını elbetteki Batı’nın desteğiyle sürdürdü. Suharto dünya tarihine 1991 yılında imza attığı Dili katliamıyla bir kez daha kara leke olarak geçti. Otuz yıla varan bu sarsıntılı yıllar, Doğu Timor’da 1999’da yapılan referandumla düzlüğe çıkma sürecine girdi. Ve akabinde 2002’de özgürlük geldi… İşte bu bağlamda, gündeme “kurtarıcı birlikler” devreye giriyor… Yani Birleşmiş Milletler ve Avustralya askeri birlikleri güvenliğin bekçisi olarak vazifelerini sürdürüyorlar. Bugün Doğu Timor, ekonomik ve sosyal sıkıntılarına çare ararken, sosyal yapısı dolayısıyla Avrupa kültürünün bir ürünü olarak elbette ki, Avustralya’ya daha yakın duruyor. 

Endonezya’ya Büyükelçi Dayanmıyor!


Mehmet Özay                                                                                                                                                       15 Mart 2012

Türkiye’nin Endonezya’ya atanan yeni büyükelçisi göreve hazır. 2005 yılından bu yana üçüncü büyükelçi değişiminin ardından dördüncü büyükelçi, İzmir AKP eski milletvekili ve Başbakan Erdoğan’ın danışmanlarından Zekeriya Akçam’ın 15 Mart’ta göreve başlayacak.

Endonezya Büyükelçilerinin görece sık değiştirilmelerinin elbette kayda değer nedenleri bulunuyor. Özellikle Sayın Zekeriya Bey’in Dışişleri Bakanlığı’nın ‘klasik kadrosundan’ olmaması bu değişime verilen önemi ortaya koyuyor. Konuya ilgilenen her birey ve kurum bu değişimi kendilerince yorumlayabilir. Ben de içinde bulunduğum konum muvacehesinde bu değişime dair bazı hususları paylaşacağım. Nedenlerin Cava ayağı bir yana, bizi daha çok ilgilendiren yönü doğal olarak Açe. Açe’nin Endonezya bağlamında ne gibi bir yer tuttuğu konusunun Büyükelçiler nezdinde hak ettiği değeri bulup bulmadığı üzerinde durulması bir zorunluluk.

Büyükelçi değişimi derken, öncelikle, yukarıda niçin 2005 diye yazdık, bunun üzerinde duralım. Çünkü Türk makamlarının Endonezya bağlamında Büyükelçilerle teşrik-i mesaisinin kayda değerliğini ortaya koyan gelişme 2004 yılı sonunda Açe’de yaşanan deprem ve tsunami de ondan. Açe’ye ayak bastığımız günden bu yana, giderek artan ilgi ve alâkayla Açe’nin düne kadar nasıl ele alındığı, bugün nasıl ele alınmakta olduğu ve gelecekte nasıl bir değerlendirmeye tabi tutulması konusunda somut, elle tutulur gerekçeleri şu veya bu şekilde kendileriyle beraber olduğum STK sorumlularına, yöneticilerine ve onlar aracılığıyla kimi devlet organlarına sözlü ve yazılı olarak iletmiştim. Bu kişi ve kurumlar arasında Büyükeçlilik makamlarının da olduğunu ifade etmeliyim.

İlk değişim nasıl başladı bir bakalım... Sayın Başbakan Erdoğan’ın tsunaminin hemen ardından 2005 yılı Şubat ayında Açe’ye yaptığı ziyaret herkesin malumu. Ancak o gezi sırasında yaşananlar, sınırlı bir çevrenin bilgisi dahilinde. Öyle de kalsın... Tsunami olmasaydı, bugün önemli makamları tutmuş kimi yazar çizer erbabının Açe’yi onyıllar öncesinde bir “hak arayışı mücadelesi” olarak ilgimize sunan yaklaşımlarının üzerinde biriken küller birekmeye devam edecekti. Sayın Başbakan’ın ziyaretinden kısa bir süre ilk büyükelçi değişimi gündeme geldi. Bu değişimin, Açe’ye dair yönelimlerin arzu edilir düzeyde olmamasından kaynaklandığını ve o tarihlerde görev yapan Büyükelçi’nin de böyle bir hatanın aktörü olması nedeniyle değiştirildiğini söyleyebilir miyiz? Yani, Açe’den bîhaber, Açe’nin Endonezya ve bölge içerisindeki önemini “kollayamayan”, Açe’deki zulme ve haksızlığa göz yuman siyasi ve insani etikle bağdaşmayacak bir yaklaşıma şu veya bu şekilde konu olmasıyla ‘kaybetmişti’ denilebilir mi?

Ardından Sayın Aydın Evirgen geldi... Kendisiyle çeşitli vesilelerle yüzyüze ve sanal ortamda iletişim imkânı buldum. Sayın Evirgen, görece uzun sayılabilecek bir dönem görevini sürdürdü. Dışişleri Bakanlığı nezdinde “çalışkan” bir büyükelçi olarak algılanmış olmalı ki, akabinde ASEAN’a büyükelçi olarak atandı. Sayın Evirgen’in Banda Açe’de açılmasına katkıda bulunduğumuz Türk Kültür Merkezi’ne desteğini burada zikretmek isterim. Bununla birlikte, çeşitli vesilelerle kendilerini Açe’ye davet etmiş olsak da somut bir gelişmenin olmaması üzücüydü. Buna ilâveten, Açe’deki Barış ortamını etkileyen çeşitli gelişmeler karşısında -örneğin 2009 seçimleri öncesinde 45 kişinin hayatını kaybettiği fâil-i meçhul cinayetler zincirindeki gibi- Açeli kimi nüfuz sahibi dostların bize ulaştırdıkları talepleri kendileriyle paylaşmayı Açe için bir sorumluluk olarak algılamıştık. Sadece siyasi sorunları değil, kara ve açık denizde petrol ve doğal gaz sondaj çalışmaları örneğinde olduğu gibi Açe’nin ekonomik kalkınmasını tetikleyebilecek ve dolayısıyla siyasi sorunların da gündemdeki sıcaklığını düşürebilecek gelişmeler bağlamında da görüşlerimizi kendilerine iletmiştik. Tüm bunları salt akademi çalışmalarımıza konu olan çerçeve bağlamında değil, Açe’nin gerek Endonezya gerekse Güneydoğu Asya kapsamında sahip olduğu dominant faktörlerin giderek öne çıkmaya başladığını görmemizle de yakından alâkalıydı.

Yukarıda kısaca değindiğim hususları ve benzerlerini, ailesiyle Açe’ye ziyarette bulunan ikinci sekreter Sayın Kılıç Bey’e de aktarma fırsatı bulmuştum. Özellikle kıymetli pederlerinin Açe’ye yaklaşımlarını burada takdir ettiğimi söylesem de, resmi olarak girişimlerin gerçekleştiğine tanık olamadım.

Benzer şekilde, Türkiye’yi şu veya bu şekilde ilgilendiren İİT’nin (eski adıyla İKÖ) Açe’deki yetim projesini yürüten ofisle ilgili kimi hususları da Sayın Evirgen ve çalışanlarıyla paylaşma gereği duymuştuk... Ancak Sayın Büyükelçinin İİT üst düzey yöneticilerinde nasıl yönlendirildiğini anlamak için biraz daha zamana ihtiyacımız var. Çünkü, söz konusu yöneticiler bizimle yaptıkları yüzyüze görüşmelerde ifade ettikleri ‘gerçeklerle’ çelişecek kararlara imza attıkları biliniyor. Bu detay bir konu şimdilik geçelim...

Akabinde 2010 yılında yeni Büyükelçi Murat Adalı Bey atanmıştı... Murat Bey’le yüzyüze görüşmek nasip olmadıysa da, Büyükelçiliğimizin diğer çalışanları vasıtasıyla dolaylı da olsa kısmen görüştüğümüzü ifade edebilirim. Bu süreçte de Açe’de yaşananlara atfen kimi hususları paylaşmış ve Büyükelçimizin katkılarının ciddi olduğuna dair görüşlerimizi daha önceki yazılarımızda da dikkat çekmiştik. Murat Bey’in döneminde oldukça önemli bir gelişme, yani Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Endonezya’ya ziyareti gerçekleşmişti. O dönem kaleme aldığımız bir yazıda Açe’nin es geçilmemesini vurgulamış, hatta açıklanan resmi gezi programda Açe adını gördüğümüzde Açe adına sevinmiştik. Ancak Açe gezisi gerçekleşmedi. Açe konusuna hassasiyet beslediğini düşündüğüm Sayın Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’ye dönene kadar moral bozukluğunun devam ettiğini tahmin etmek güç değil... Geçen Eylül ayında Sayın Murat Bey’in Açe’yi ziyaret ettiğini bilsek de, bu gezide nasıl bir Açe vizyonu geliştirdiğini ve bunun ne gibi sonuçlar doğurduğunu bilemiyoruz.

Bunları niçin aktarıyorum? Bugüne kadar dikkatlere sunduğumuz hususları tekrarlayalım ki, önümüzdeki süreçte benzer yanılgılar içinde olunmasın. Öyle ya, sık aralıklarla değişime konu olan Büyükelçilikse sorunların yapıcı olmak kaydıyla açık ve net bir şekilde ortaya konulması ve akabinde ne gerekiyorsa ivedilikle yerine getirilmesi kaçınılmazlık arz ediyor.

Gelelim bugüne... Sayın Zekeriya Bey’in işi kolay değil. Niçin? En başta ikiyüzotuz milyon nüfuslu ve bir ucundan ötekine beşbin kilometreyi varan bir coğrafya genişliğindeki bir ülkeye atanıyor. Bu maddi büyüklükte bir ülke ile kurulacak ilişkilerde bir ‘neferin’ varlığı ne kadar gerçekçi tartışmaya açık. Bu nedenle sürekli dile getiriyoruz. Şayet Türk hükümeti bu coğrafya ile ilişkilerini geliştirme noktasında ciddiyse bu maddi büyüklükle orantılı bir yapılanma içine girmesinde fayda var.

Davutoğlu Hoca, Endonezya’ya bir çare bulmalı... Büyükelçi değişikliği çareymiş gibi gözüküyor ilk etapta. Halbuki, sorun başka yerde... Örneğin Ankara’da konuşlanmış şu veya bu şekilde devletten fonlanmış siyasal STK’ların masabaşı çalışmaları ile ne Endonezya ne Güneydoğu Asya anlaşılabilir. Kaldı ki, bu tip kuruluşların yayınlarına bakıldığında bu coğrafyaya değinenini de görmüş değiliz. Örneğin, “Asya” konulu İstanbul’da yapılacak bir toplantı için ilgili kurumu aradığımda programlarında Güneydoğu Asya olmadığını söylemişti sekreter. Burada bir sakatlık olduğunu ilgililerin dikkatine sunalım... Söz konusu bu STK yöneticilerinin Asya haritasını önlerine koyduklarında nasıl bir algı içinde olduklarını merak ediyorum. Sayın Davutoğlu Hoca’ya önerim şu: Aklı Batılılardan almaya gerek yok... Hasılı sorun ve çözüm ortada... Güçlü fonlanmış, çıkar gruplarının uydusu olmayan nitelikli akademisyenlerin saha çalışmaları sadece Endonezya’yı değil, giderek yoğun şekilde Güneydoğu ve Doğu Asya’yı kapsayacak güçlü bir “büyük doğu” hamlesine gerek var.


Zekeriya Bey, elbette Ankara ve İstanbul’da çeşitli kurumlardan brifing üstüne brifing almıştır herhalde. Ancak iş sahada... Her kurumun kendi çıkar muvacehesinden konuya baktığını elbette ki, yeni Büyükelçimiz biliyor. Bu çıkar çevrelerinin Zekeriya Bey’in Cakarta’ya ayak basar basmaz etrafında pervane olacaklarından da eminiz. İşin yakıcı tarafı, Büyükelçilerin etrafını saran çıkar gruplarının yönlendiriciliğinin, doğası gereği salt kendi emelleri ve çıkarları ile sınırlı olduğu gereçeğidir. Oysa devlet ciddiyeti konulara yaklaşımı farklı perspektiften ele almayı zorunlu kılıyor. Hele bu içinde Açe gibi son derece jeo-stratejik öneme sahip bir bölgeye sahip Endonezya gibi bir ülkeyse hiç es geçilmemesi gereken bir husus. Bu vesile ile yeni Büyükelçi Zekeriya Bey’e yeni görevinde başarılar dilerim. 

53. Yılında Malezya




Malezya bugün 53. kuruluş yıldönümünü kutluyor. Çoğulcu etnik yapısının yanı sıra, 1980’lerden itibaren istikrarlı kalkınma hamlesi ile sadece İslam dünyasında değil, kalkınmakta olan ülkeler içerisinde model olarak gösterilen Malezya’nın dört bir yanında, birliği temsilen Negara Ku (Ülkem) parçası çalınıyor. Romantik bir birliktelikten ziyade, ekonomi ‘tutkalının’ birarada tuttuğu Malezya halkları refahtan pay aldıkları ölçüde bağımsızlığın tadını çıkarıyor.

Ulus-devletin vazgeçilmez unsuru kabul edilen dil’de birliğin ne kadar gerçekleştirildiği sorgulanmaya açıksa da, bireylerin banka hesaplarının kabarıklığı, en azından şimdilik, işlerin yolunda gittiğini ortaya koyuyor. Bugüne kadar sergilenen ekonomik kalkınma ile sağlanan ‘toplumsal birliği” daha da geliştirmek ve herhangi bir ‘kazaya’ meydan vermemek amacıyla Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) öncülüğündeki Malay hükümetleri, tam kalkınmış ülke profiline ulaşma hedefiyle “Vizyon 2020”ye kiletlenmiş durumda. Bu hedefe ulaşmada motive edici güç ise, son başbakan Datuk Seri Najib Tun Razak’ın tedavüle koyduğu “1 Malaysia”, yani her alanda bir numara olması hedeflenen Malezyanın sembolü.
Güneydoğu Asya’nın kalkınma yarışında öncü ülkelerden Malezya, İngiliz sömürgeciliğinin ardından 31 Ağustos 1957 tarihinde kazandığı bağımsızlığını yeni ekonomik kalkınma hedefiyle güçlendirmekle meşgul.

Vizyon 2020

2000’li yılların ortalarında ülkenin önünde bir diğer hedef var: Vizyon 2020. Bu vizyon, ülkenin tam kalkınmış ülkeler arasına girmesini hedefliyor. Vizyon 2020, ülkenin kurucu babalarının öngördüğü ve uygulamaya geçirdiği “Mermi yerine ekmek, üniforma yerine sivil elbise, Baraka yerine konut” projesinin bir devamı. Bu süreçte, ne Çinli komünist gerillaların komünist devlet kurma ideali, ne Sukarno’nun ‘İngiliz icadı devlet neo-kolonyalist devlet’ tanımı, ne de Filipinler’in doğu Malezya’yı ilhak girişimi Malezya’nın bugünlere gelmesine mani oldu.

Vizyon 2020’nin önemli açılımlarını, eğitim ve ekonomi alanı oluşturuyor. Ülkede giderek artan sayıda üniversite araştırma üniversitesi statüsü kazanırken, aynı zamanda, daha çok sayıda uluslararası öğrenci çekmeyi hedefliyor. Ekonomik açılımını ise iş ve refah yaratımı olgusunda buluyor. Bu bağlamda önemli yatırımlardan birini turizm ve ulaşım sektörü oluşturuyor. Ucuz havayolu taşımacılığında bölgede öncü konumunu sürdüren Malezya, inşa edilecek yeni havalimanı ile sadece ulusal havayolu şirketine değil, uluslararası ucuz havayolu taşıma şirketlerine de hizmet vermeyi plânlıyor. Böylece turist sayısında artışın yanı sıra, ticaret hacminin de artırılması öngörülüyor. Bu çerçevede, genişletme projesi ile, 2009 yılında 17 milyar Dolar olan turizm gelirlerinin 2020 yılında 55 milyar Dolar’a çıkması bekleniyor.

Bugünü Anlamanın Yolu Geçmişi Bilmekten Geçer

Kökenleri Sumatra Adası’ndan gerçekleşen göçler ile yerli unsurların karışımına dayanan Malay toplulukları 15. yüzyıl başlarında Malaka Sultanlığı ile dünya sahnesine çıktı. Doğu’da Çin batıda Ortadoğu, Hindistan arasında gerçekleşen uluslararası ticaretin önemli antrepolarından birine ev sahipliği yapan Malaka, gelişmişliğini ancak yüzyıl kadar sürdürebildi. Ve ardından 1511 yılında Portekiz sömürgeciliği ile yüzleşen Malaylar, Malaka hanedanlığı mensuplarınca kurulan Cohor Sultanlığı ile varlıklarını devam ettirdiler. Bu süreçte, bölgede hakim olma mücadelesi veren Portekiz, Hollanda ve Açe Darüsselam Sultanlığı ile çeşitli boyutlarda gelişen ilişkiler, Hollandalıların 1641 yılında Malaka’yı Portekizlilerden alması ile yeni bir safhaya taşındı. Cohor Sultanlığı, Malaya topraklarındaki diğer bazı sultanlıklarla evlilikler yoluyla kurduğu bağın yanı sıra, Doğu Sumatra’da, özellikle Riau’daki Malay toplulukları ile kültürel yakınlığı ile de temasını sürdürdü. Öyle ki, bir ara sultanlık merkezi Riau’ya taşındı.

İngilizlerin Bölgeye Yerleşmeleri

1786 yılında Hindistan-Bangeldeş ile Çin arasındaki monopole dayalı ticaretlerinde askeri ve ticari güvenlikleri için üs arayışlarında Kedah Sultanı ile yapılan anlaşma ile Penang Adası’na yerleşmeleri, İngilizlerin giderek  artan Malaya’daki hakimiyetlerinin başlangıcını teşkil eder. İngiliz Doğu Hint Adaları yönetiminin dikkat çeken isimlerinden ve İngiliz ideallerine tüm varlığı ile bağlı Stafford Raffles, 1818 yılında Riau Sultanlığı’nda yaşanan iç çekişmeleri fırsat bilerek, saraya muhalif bir ismi Singapur’da sultanlık vererek İngilizlerin yerleşimine açtı. Bu girişim, Hollanda’nın Nusantara, yani bugünkü Endonezya toprakları üzerinde kurduğu ve Sumatra Adası’nın kuzeyine doğru genişleme gösteren yayılmacı siyaseti karşısında İngiliz varlığını korumaya ve geliştirmeye yönelik çabaların bir sonucuydu. Avrupa’daki İngiliz-Hollanda ‘dostluğuna’ halel getirmemek amacıyla, sömürge topraklarında paylaşımı öngören girişim 1824 yılında imzalanan Londra Anlaşması ile hayata geçirildi. Böylece, Güneydoğu Asya toprakları sömürgecilikten emperyalizme evrilme sürecinde Malaka Boğazı’nın kuzeyi ve güneyi olarak ikiye ayrıldı. Kuzey İngilizlere, güney Hollandalılara verildi.

İngilizlerin Penang, Malaka ve Singapur’da Straits Settlements adıyla kurdukları doğrudan yönetimin ardından, 1850’li yıllardan itibaren bölgenin ekonomik zenginliklerinden kalay madenlerini işletmek amacıyla bölgeye akın eden Çinli göçmenlerin varlığıyla yeni bir boyut kazandı. Büyük riskler alarak Penang, Malaka ve Singapur dışına çıkmaya pek taraftar olmayan İngilizler, zamanla Çinlilerden de gelen talepler ve siyasi, özellikle de ekonomik çıkarları doğrultusunda Malaya olarak adlandırılan toprakların iç bölgelerine ‘medeniyet’in maddi unsurlarını taşımaya başladılar. Liman, demiryolu, karayolu gibi ulaşım ve ileşitim bağlamındaki alt yapı hizmetlerinin yanı sıra, kalay madenlerinin işletiminde Avrupa sermaye ve teknolojisi bölgeye girdi. Malaya’nın kaderini etkileyen bir diğer önemli gelişme Latin Amerika ve Afrika’dan bölgeye taşınan kauçuk ve palmiyenin ekonomik değer olarak ortaya çıkması oluşturur.

Kalay madenlerinin bulunduğu Batı Malaya bölgesinde Çinlilerin yoğunlukta olduğu kasaba ve şehirlerdeki hazır alt yapının sağladığı avantajla kauçuk ve palmiye yağı üretimine hasredilen plantasyonlar bu hat boyunca işletime açıldı. Bu süreçte, İngilizler bölgenin demografik yapısına bir kez daha doğrudan müdahale ile Güney Hindistan’dan göçleri organize ettiler. 19. yüzyıl ikinci yarısından başlayarak batı üretim merkezlerinin giderek daha fazla ihtiyaç duyduğu kalay, kauçuk ve palmiye yağı üretimi İngilizleri ihya ederken, İngilizlerin himayesindeki Çinli ve Hintli azınlık gruplar da bu gelişmeden azami ölçüde kazançlı çıkan kesimler oldu. Kedah Sultanı’na yıllık onbin Dolar kira karşılığı ve Siam Devleti’nin siyasi baskısına karşı İngiliz korumacılığının tesisi amacıyla yapılan anlaşma ile Penang’a yerleşmelerinde olduğu gibi, İngilizler süreç içeriisnde politik-ekonomik çıkarları doğrultusunda diğer sekiz sultanlıkla da yaptıkları anlaşmalar ile yönetimlere ortak oldular.

Malay Ruhu ve Milliyetçiliği

“Peki, bu toprakların asli unsuru olan Malaylara ne oldu?” sorusu önemlidir. Malaylar uzun yüzyıllardır ulusal kimliklerinin asli unsurunu oluşturan İslam inançından aldıkları güvenle, bölgeye tedrici olarak nüfuz eden yabancı unsurlar karşısında, başlarında bulunan sultanlara büyük bir sadakatle geleneksel yaşam tarzlarını sürdürmede ısrarcı oldular. Malayların kendi topraklarında “izole” bir yaşama terk edilmişlikleri kendi kararları olduğu yolundaki görüş bir kenara yazılmakla birlikte, Malayların Çinli ve Hintli azınlıklar karşısında ‘dışlanmışlıklarında’ İngilizlerin ayrımcılığı gözardı edilemez. Ancak 1900’lü yılların başından itibaren, ekonomik kalkınmanın ve refahın Çinli ve Hintli azınlıklar lehine  giderek daha görünür bir şekilde ortaya çıkması karşısında Malayların ‘geri kalmışlıklarını’ farketmeleri, Ortadoğu ile temasların geliştirilmesi gibi faktörlerle İslami aidiyetin de desteklediği Malay milliyetçilik akımı ortaya çıkmaya başladı.
Modern Malezya
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi, bölge ülkelerinde bağımsızlık arzularını depreştirirken, Malaylar bu gelişmeden ırak olmadılar. Japonların çekilmesine müteakip Malaya’ya dönen İngilizler 1946 yılında mevcut dokuz sultanlık üzerinde artık doğrudan yönetim hakkını elde edecek Malay Birliği (Malay Union) projesi, sultanların yüzyıllardır bölgede sürdürdükleri ve artık sembolik olarak devam eden varlıklarını tümüyle ortadan kaldırmayı ve İngilizlerin önderliğinde merkezi bir yönetim teşkilatı kurmayı amaçlaması Malayların büyük tepkisiyle karşılaştı ve nihayetinde o güne kadar biraraya gelmeyi pek de başaramamış Malay unsurlar, ulusalcı bağımsızlık hareketi etrafında biraraya geldi. Bu oluşumun başarılı olduğunun ilk kanıtı, 1948 yılında Malayların arzusu doğrultusunda Malay Birliği’nin revize edilerek yerine Malay Federasyonu adlı siyasi birlikteliğin alması oldu. Ardından etnik unsurların bağımsızlık doğrultusundaki birlikteliği meyvesini 1955 yılında verdi. Yapılan yerel seçimleri Malay (UMNO), Çinli (MCA) ve Hintli (MIC) partilerin birleşimiyle kurulan İttifak Partisi’nin çoğunluğu alması, Malaya topluluklarına özgürlüklerini elde etmelerinde başat rol oynadı. Bunun üzerine, Londra’da yapılan görüşmelerin akabinde 31 Ağustos 1957 tarihinde Malay Federasyonu adıyla yeni bir devlet kuruldu. Ardından 16 Eylül 1963 yılında kültürel benzerlikler ile Malay dünyası içinde kabul edilen Sabah, Saravak ve Singapur’un da iştiraki ile Malay Federasyonu’nun adı Malezya olarak değiştirildi.

Kritik Dönemeç

1957-1969 yılları arasında bumiputera, yani Malaya topraklarının asıl sahiplerinin sosyo-ekonomik kalkınma hamlesinden arzu edilen payı alamalaları kadar, özellikle Çinli azınlığın, Malay hakimiyetindeki yönetime muhalefeti ülkeyi sivil savaşın eşiğine getirdi. 13 Mayıs 1969 tarihinde Kuala Lumpur’da başlayan gösteriler can kayıplarına yol açması bölünme emareleri olarak ülkenin yönetici eliti arasında kaygıya neden oldu. Kurulan “Ulusal Eylem Komisyon”u (NOC), iki yıl boyunca (17 Mayıs 1969-Mart 1971) ülkede demokratik parlamenter sistemin askıya alan “özel hâl” yönetimini yürürlüğe koydu; ülkenin geleceğini teminat altına alacak iki önemli karara imza attı ve 1971 yılında yeni hükümet ile yola devam kararı aldı. Yeni Ekonomi Politikası (NEP) bağlamında alınan iki önemli karar: Irk ayrımı gözetmeksiniz yoksulluğa son verilmesi; ırkları ekonomik işlevlerine göre tanımlanmasının ortadan kaldırılması. Bu plân, on yıllarca ülkede çoğunluğu teşkil etmekle birlikte, ekonomik anlamda geri bırakılmış Malayların “ihyası” anlamı taşıyordu.
Yirmi yıl sürecek bu kalkınma programında ihracata dayalı endüstriyel mal üretimi ülkede etnik unsurlar arasında ekonomik ayrımcılığı gidermede ciddi bir girişim kabul ediliyordu. Bu süreçte, Malaylar köyden kente göç olgusuna tecrübe ederken, devlet imkânları ile kendilerine tanınan imtiyazdan istifade ile eğitim, yatırım, hizmet sektöründe yer almaya başladılar.

Mahathir’li Yıllar

1981 yılında Dr. Mahathir Muhammed’in göreve gelmesi ile başlayan yeni dönem, bir anlamda, Malezya’nın bugünlere taşınmasında ve dünyada ses getiren atılımları yaptığı yıllar oldu. Ülkenin modernleşmesinde dikkate değer bir ‘mühendislik’ gösteren Dr. Mahathir, Sosyo-ekonomik ayrımcılığı ortadan kaldırma konusunda başarılı olduğu savunulan NEP’in devamı olarak 1991 yılında Ulusal Kalkınma Politikası (NDP)’nı gündeme getirdi. Böylece 2000’li yıllara doğru Malezya, yeni ekonomi hedefleri ile ulus-devletin iskeletini ve çatışını sağlamlaştırdı. Tüm bu süreçlerde, diğer İslam coğrafyalarında olduğu gibi, İslami hareketlerin ortaya çıktığı Malezya, seküler milliyetçi eğilimleri ile bilinen UMNO yönetiminin pragmatik yaklaşımı sayesinde “ulusal bir tehdit” olmadan ülke kalkınma hamlesine eklemlendi. Bunun en somut göstergelerinden biri, Malezya Öğrenci Birliği (ABIM)’in ilk başkanı Enver İbrahim’in, Mahathir tarafından UMNO’ya ve dolayısıyla hükümete dahil edilmesi oldu. Bu siyasi girişim, İslami hareket içerisinde ittifakın kopuşu anlamına gelirken, İbrahim’in hükümetteki varlığı, ulusal politikalarda İslami dengelerin gözetilmesi ve kimi İslami müesseselerin devlet marifetiyle hayata geçirilmesine yol açtı. Yani Malezya, devlet İslamı’nın kendine has bir örneği olarak kalkınma hamlesini aralıksız sürdürdü. 22 yıllık iktidarı 2003 yılında sona ererken, Mahathir Muhammed pragmatik kararları ile ne etnik çatışmaların nüksetmesine ne de İslamcı hareketlerin ülke yönetiminde söz sahibi olmasına olanak tanıdı. Ekonomik refah geldikçe, ulus-devlet yönetimi kendini güvende hissetmeye devam etti. 2003 yılında başkakanlık görevini bırakan Mahathir’in ardından, ülkenin önemli siyasal konularının başında Enver İbrahim’in başında yer aldığı muhalif hareketi oluşturuyor. 2008 seçimlerinde beş eyalette parlamentoda çoğunluğu elde etmesi UMNO çevrelerinde kaygılara yol açtı. Aralarında İslamcı ve Çinli muhalefet partilerle kurduğu koalisyonun önünü kesmek amacıyla Enver’i bir kez daha “cezaevinde zorunlu ikâmete” yollayacak suçlamalar gündemde.

Bu yazı 31 Ağustos 2010 tarihinde www.timeturk.com'da yayınlanmıştır.

Senin, 26 Maret 2012

Singapur’da Bir ‘Veli’: Habib Nuh


Mehmet Özay                                                                                                         25 Mart 2012

Singapur Velisi Habib Nuh’u anma toplantısı Mevlid Neb-i ile birlikte gerçekleştirildi. Singapur’da da ‘veli’ olur mu demeyin? Kimler gelip geçmedi ki bu Ada’dan. Sanmayın ki, sadece William Farquhar ve Thomas Raffles ikilisinin açtığı yoldan yürüyen Misyonerler ve Çinlilerin hakimiyeti bütün Ada’yı kuşatmıştı tarihte. Adı sanı bilinen ve bugünlere kalan velilerden biri diyelim Habib Nuh’a... Bölgede yaygın olarak kabul gördüğü üzere ‘Habib’ ismi bu zatın Peygamber soyundan geldiğine yoruluyor.

Tam adıyla ifade etmek gerekirse Seyyid Nuh bin Muhammed bin Ahmad Al-Habshi. 18. yüzyıl sonlarında (1788) ailesinin Penang Adası’na yaptığı deniz yolculuğu sırasında dünyaya gelen bu zatın aldığı ismin de bu seyahat sırasında yaşanan olağanüstü hale bağlandığını belirtelim. Bundan tam 150 yıl önce Rebiul-evvel ayının 14’ünde vefat etmiş. Bu tarih dikkate alındığında, geçen gün gerçekleştirilen anma toplantısının biraz gecikmeli yapılsa da, bunun bazı anlaşılabilir gerekçeleri var. Her halükârda ortada değişmeyen bir gerçek var ki, o da bu anma toplantısının 19. yüzyıl ortalarından bugüne değin aralıksız devam ettirildiğidir.
Penang yolculuğunda dünyaya gelen Habib Nuh’un ardından ailesi bu adaya yerleşir. Singapur’un 1819 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra, yetişkin çağına geldiğinde,  bu adaya geçerek hayatının geri kalan kısmını burada geçirdiği biliniyor. Vefatının ardından Palmer Tepesi’nde (Bukit Palmer) bugünkü yere defnedilen Habib Nuh kabri Singapur İslam tarihinin önemli mekânlarından biri olmakla kalmıyor, aynı zamanda, Singapurlu Müslümanların ziyaret ettikleri önemli mekânlarından biri olarak biliniyor.

24 Mart 2012 Cumartesi günü Hacı Muhammed Salih Camii’nde Habib Nuh için anma töreni yapıldı. Singapur’un en işlek bölgelerinden Tanjung Pakar’da Kepel Limanı’nın yanı başında, bugün bir tarafında devasa binalarla çevrili öte yanında Doğu Sahil’ini oluşturan otoban’ın geçtiği alana bitişik olması nedeniyle ilk etapta pek de dikkat  çekmeyen Cami ve Türbe, bu küresel şehirde soluk almak isteyenler için bir hayat kaynağı olmaya devam ediyor. Bugün adı ‘Palmer Tepesi’ olarak geçse de, bu alan 19. yüzyılda bir Farisi aileye aitmiş. Dışardan bakıldığında tek katlı, kare plânlı tipik bir Malay camii olan bu ibadethanenin hemen yanı başında yirmi, yirmibeş metre yüksekliğinde bir tepe üzerinde duran ve çatısına iliştirilmiş küreyi andıran kubbesi ve diğer mimari özellikleri ile dikkat çekiyor.

Yukarıda iki isimden, yani Hacı Muhammed Salih ve Habib Nuh’u zikrettiğimiz dikkat çekmiştir. Habib Nuh, ehli-takva bir Müslüman olarak yaşamını sürmüş, devamlı olarak yoksulu gözetmiş, çocukları sevindirmiş bir hâl ehli. Hacı Muhammed Salih ise gene Cava’lı bir tüccar olup Singapur’a yerleşen ve burada Habib Nuh’un yakın çevresinde bulunan güzel bir Müslüman. İkisinin dostluğu vefatlarının akabinde aynı mekânda adlarına inşa edilen cami ve türbe ile devam ediyor. Cami idari heyeti başkan yardımcısı Hacı Nasron Bey’le program başlamadan önce kısa bir mülâkat yapma fırsatı buldum. Habib Nuh, 19. yüzyılda o zamanlar henüz Singapur Nehri ve çevresiyle sınırlı olan ticari ve sosyal hayatının bulunduğu merkezin dışında ormanlık arazinin içinde bulunun Palmer Tepesi’ne sıklıkla ziyaret eder ve burada inzivaya çekilirmiş. O dönemde, bu mekânın hemen öte yanında sahil ve alabildiğine uzanan okyanus olduğu düşünüldüğünde, Habib Nuh’un niçin burayı özel ziyaretgâhı haline getirdiği daha iyi anlaşılıyor. “Habib Nuh, ehl-i tarik miydi?” soruma Hacı Nasrun, “Vallahu alem” diye cevap veriyor. Bugüne kadar nesil-be-nesil aktarıla aktarıla gelen hayatından kareler Habib Nuh’un bir gönül adamı olduğunu aşikâr kılıyor. 19. yüzyıl ortalarından bugüne kadar aksatılmadan bu programın devam ettirildiğini ifade eden Hacı Nasrun, önceleri makamın gözetimini Yemenli bir ailenin yaptığını ancak, daha sonra Singapur hükümetinin çalışma izni vermemesi dolayısıyla görevin akabinde cami yönetimince bugüne kadar gerçekleştirildiğini belirtti.

Bu son derece özel program için, öğle namazını müteakip sadece Singapur’un dört bir yanından cemaat ve misafirler şehrin göbeğinde gizli kalmış bu makama akmakla kalmıyor, Cava’dan, Yemen’den kimi misafirlerin özellikle de alim şahsiyetlerin katılımıyla program farklı bir atmosfere bürünüyor. Yüzyıllar öncesinde Arap Yarımadası’ndan özellikle de Yemen-Hadramut’tan Malay dünyasına göç eden ve kaynaklarda bir bölümünün Peygamber soyundan geldiği ifade edilen önemli şahsiyetlere ev sahipliği yaptığı biliniyor. İşte Habib Nuh adına düzenlenen program da bir anlamda geçmişin bağını bugüne taşıyan sembolik bir öneme sahip. Böylece, bir yandan Hadramut, öte yandan Cava ile irtibatlı olan yüzyıllar öncesinin irtibatı bugün yeniden yaşatılıyor. Bütün bir günü kaplayan kutlamaların ana bölümü, öğle namazını müteakip başlıyor. Singapurlu Müslümanlar ailecek bu programa iştirak ediyorlar. Programda bölgenin önde gelen simaları Habib Nuh’un yaşamına dair bilgilerin yanı sıra, vaaz-ı nasihat ediyorlar. İkindi namazının ardından ilâhiler, salavatlarla başlayan ikinci bölüm, aynı zamanda, yabancı konukların vaazlarına konu oluyor. Bu sırada caminin geniş avlusunda cemaate ikramda bulunuluyor. Bunun bir anlamda, fakirleri, yoksulları gözeten Habib Nuh’un yaşamında eksik etmediği ikram geleneğinin bir devamı olarak da düşünmek mümkün. Akşam namazının ardından tüm cemaate ikram edilen akşam yemeğinin ardından Mevlid’e geçiliyor. Yatsı namazı sonrasında ise misafirler Habib Nuh’un mezarını ziyaret ederek dualar ediyorlar. Singapur’un en işlek bölgelerinden birinin tam ortasında Müslümanların gidebildiği biricik ibadethane olan Muhammed Salih camii yaşlısı genci, kadını erkeğiyle önemli bir etkinlikte biraraya gelerek Ada’da ‘geleneğin’ devam ettiricileri olarak önemli bir rol ifa ettiklerine kuşku yok. Bu vesile ile, böylesi bir aktivitenin, Singapur gibi bir beldede genç nesillerin aidiyet kodlarının işlenmesindeki rolü de elbette azımsanmayacak değerde. 

Minggu, 25 Maret 2012

‘Pax-Pacifica’, Kevin Rudd ya da Kapitalizm’in Kurtuluşu

Mehmet Özay                                                                                                            18 Mart 2011



Yazının başlığı Avustralya eski Başbakanı ve geçenlerde mevcut hükümette Dışişleri Bakanı olarak görev yapan ancak parti içi çekişme neticesinde istifa eden Kevin Rudd’a atıfta bulunsa da, onun Avustralya iç siyasetindeki yerini gündeme almıyor. Aksine, yeni güç aktörleri arasında yeni bir çatışma sirkülasyonunun ortaya çıkacağı ihtimaline karşı, nasıl bir strateji takip edilmesi konusundaki girişimine atıfta bulunduğumuz Rudd’un bu argümanının ne denli somutlaşabileceği üzerinde durmak istiyoruz. Öyle ya, Rudd gitti, barış umutları rafa kalktı da denilebilir. Hayır öyle değil... Aksine, ABD-Çin ilişkileri bağlamında Güneydoğu Asya faktörünün biraz daha irdelenmesi gerekiyor.

Bir süre önce dikkat çektiğimiz üzere, Rudd’un ABD-Çin ilişkilerinin ‘güvenilirlik katsayısının’ artırılmasında Güneydoğu Asya’nın konumuna vurgusu önemliydi. Bu önem, Güneydoğu Asya özelinde söz konusu bu ilişkiyi değerlendirmeye alanın salt Kevin Rudd olmasından kaynaklanmıyor elbette. Ancak, Rudd’un önemi, her iki güçle irtibatlandırılabilecek sahip olduğu siyasetçi birikimi ile, bu iki güç dengesi arasındaki ilişkilere bir yön takibinde olasılıkların en güçlüsü üzerinde görüşlerini açıkça dünya kamuoyu ile paylaşmasından geliyor.
ABD-Çin ilişkilerinin gitgide önem kazandığı ve küresel barış denilen olgu üzerinde belirleyici etkisinin kaçınılmaz olduğu aşikâr. 21. yüzyılın Asya Çağı olacağı çeşitli çevrelerce gündemde yer işgal ederken, bu çağın şekillenmesinde rolün kimler tarafından paylaşılacağı üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Asyalılar derken -burada önceki yazılarımıza atfen “Hangi Asya?” sorusunun es geçilemeyeceğini de bir kez daha vurgulayalım. Son iki yüzyıllık zaman dilimine damgasını küresel boyutta vurmuş bir Batı’nın -burada da Hangi Batı? sorusunun unutulmaması şerhini düşelim- Asya yüzyılında “geri çekileceği” anlamı taşır mı?

Batı’yı batı yapan sosyo-ekonomik değer kapitalizm olduğuna göre ve bu ekonomik sistem tüm yapılandırıcı gücü ile küresel meydan okumalarını sürdürürken, sıkıştığı evrelerde kendine yeni kapılar ara(la)mada maharetini sergilemiş bir sistemdir. Asya geleneğinin önemli bir ayağını oluşturan Japonya birkaç yüzyıllık direnişinin ardından kapılarını 1850’li yıllardan itibaren Batı’ya açarken, bugün Japonya’yı göklere çıkaran yazarlara hayretle bakmak gerekir. Öte yandan, Çin ki, 16. yüzyılda Batının ‘Güneş Batmayan İmparatorluğu’, yani İngiltere Krallığı’nın ekonomik ilişkilerine konu olmaya başladığı, bu “öncü gücü”, tabiri caizse süreçte tekme tokat sınır dışı ederken, bugün küresel kapitalizmin yeni bir güç ekseni olarak ortaya çıktığını kanıtlaması nasıl bir dönüşüm geçirdiğini gözler önüne seriyor.

21. yüzyılın Asya yüzyılı olacağı vurgusu Asyalı, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Asya liderlerinden gelirken, bunun 20. yüzyıl Soğuk Savaş döneminden kalma nedenlerini göz ardı edilemez. Söz konusu o dönemde, Günedoğu Asya bölgesinin şu veya bu şekilde oynadığı veya oynamak istediği rol çeşitli nedenlerle hayata geçirilememişti. Kaldı ki, o dönemin komünizm tehlikesi üzerine, ABD’nin sözde bölgeyi koruma adına, ‘şeriflik’ rolünü üstlendiği ve uğruna ellisekiz bin askerini feda ettiği 1960’lı ve 70’li yıllarda ABD’nin eteklerine yapışmış bir ülkeler yığını varken, resmin öte yüzünde yani, 1980’lerden başlayarak yeniden ekonomik yapılanmaları ile küreselleşen ekonominin atar damarı rolünü başarıyla oynayan ülkeler, başgösteren kimi bölgesel ve küresel şartların  zorlamasıyla da bugün siyaseten kendine güvenen, sosyo-ekonomik varlıkları ve değerleri ile görece istikrarlı ve son beş yılda dünyayı saran küresel ekonomik krizden Batılı ülkeler kadar etkilenmeyen bir yapısal bütün teşkil ediyor.

Ancak her şeyin tastamam yerli yerine oturduğunu söyleyip pembe bir tablo çizme niyetinde değilsek de, son dönemde ASEAN’a yapılan vurgular kadar, pratikte bu birlik etrafında şekllinderilmeye çalışılan küresel yapılaşmalar da ortada. Üstüne üstlük ASEAN şemsiyesi altında birleşen ve bu birliğin mevcut gücü kadar, taşıdığı potansiyel değerleri gören bölge ve küresel güçlerin yakınlaşması Güneydoğu Asya özelinde nasıl bir senaryonun gündemde olduğunu bir kez daha bize hatırlatıyor. Dünün ‘Dragonları’na hızla eklemlenme mücadelesi veren, bugünün Vietnam ve Kamboçya’sı ile -uzun vadede- gelecek vaad eden Myanmar’ı bu güçlü yapı içerisinde yeni dinamik unsurlar olarak algılanmalı.

Bu söyleme, yani 21. yüzyılın Asya Yüzyılı olacağı söylemine ABD’nin -en azından son birkaç yıla kadar- geriden takip ettiği şimdi daha net anlaşılıyor. Bu “gericiliğe” neden ise, ABD’nin öncülüğünde Batı’nın doğu ile hesaplaşmasında tarihten tevarüs ettiği üstünlük duygusunun başat rol oynadığıdır. Özellikle ikinci Bush döneminde ABD yönetiminin Güneydoğu Asya gerçeğinin kafasında ‘dank ettiği’ biliniyor. O dönemde, -kaldı ki bugünde geçerliliğini sürdürüyor-, ABD’nin bölge, yani Güneydoğu Asya ile teşrik-î mesaisinde en önemli yeri, özellikle 2001’deki gelişmeler muvacehesinde, sözde “İslamcı terör” olgusu üzerinden yürütülüyor(du). Tıpkı, Universiti Malaya öğretim görevlisi Prof. Lee Poh Ping’in de dile getirdiği üzere, (Bond&Simons, 2009) Soğuk Savaş döneminde ABD’nin ilgi alanını terör olgusunun çektiği gibi. Bugün de bu süreç, Avustralya’dan başladığı Güneydoğu Asya’yı Amerikan “üsleriyle kuşatma” bir şekilde Amerikan Dış Politikası’nın dinamiği olarak varlığını sürdürüyor. 

Bu bağlamda, Prof. Ping’in bir görüşü üzerinden konuyu değerlendirmeye devam etmekte fayda var. Prof Ping, ABD’nin bölgedeki gelişmelere ve gerçeklere gözünü kapamaması, aksine ABD’nin varlığı için önemli bir sermaye birikimi kadar, üretim ve tüketim gücünü temsil eden bölge ile ilişkilerini hak ettiği şekilde realize etmesine vurgu yapıyor. Üstüne üstlük bunu Amerika’nın uzun erimli dünya liderliğinin kaçınılmazları arasında sayıyor. ABD yönetiminin Güneydoğu Asya üzerindeki aymazlığı sadece bölge yönetici elitleri ve akademisyenlerinin eleştirileri ile de sınırlı değil. Bölgedeki örneğin Malezya’daki ABD misyonundaki görevliler de işin farkında. Malay Yarımadası’ndaki yönetimlerle-ABD ilişkilerinin ekonomik vechesi ile son 150 yıl boyunca aksamadan sürdürüldüğü dikkate alındığında, ABD’nin bütün bir bölgeyi ve kendi çıkarlarını tehlikeye atmak istemesinde anlaşılır bir yön bulunmuyor.

Peki bu minvalde yeni dünya kutuplaşmasında ABD ve Çin’in, 20. yüzyıl Soğuk Savaş yıllarının aksine, farklı bir etkileşime konu olmaları mümkün değil mi? Soğuk Savaş’a konu olan ideolojik kapışmada aktörler kapitalizm ile komünizm olurken, günümüzde kapışmanın değil, kapitalizmin hangi yöne evrileceği ile ilgili bir kapışma yaşanıyor. Thomas L. Friedman geçenlerde kaleme aldığı bir yazısında David Rotkhopf’un henüz kitapçı raflarında sıcağı sıcağına yerini alan ‘Power’ adlı eserine atfen dile getirdiği üzere 21. yüzyılda mücadelenin “hangi kapitalizmde” karar kılınacağı üzerinde olduğuna işaret ediyor. “Hangi kapitalizm” derken Beijing türü kapitalizm, Brezilya ve Hindistan örneğindeki gibi demokratik kalkınmacı kapitalizm, Singapur gibi site devleti türü kapitalizm seçenekler arasında yerini alıyor. Buna ‘Körfez’ sermayesinin rolünü eklememizde pek bir mahsur gözükmüyor. Kapitalizme yön tayininde Güneydoğu Asya’nın rolü azımsanmayacak düzeyde. Kaldı ki, kapitalizmin çıkar arayışlarında Güneydoğu Doğu Asya’nın bugüne kadar tuttuğu ve gelecekte tutabileceği yer dikkate alındığında Çin ve ABD arasında çatışma olmaması, sıcak çatışma olasılığından çok daha fazla olduğu görülebilir.

İşte bu noktada, gündeme Rudd’un yüksek sesle dile getirdiği husus damgasını vuruyor. Nedir o? Her iki gücün, yani ABD ve Çin’in küresel ekonomik bunalımlar içerisinde kendine farklı bir yer edinen Güneydoğu Asya üzerinden farklı bir işbirliği geliştirme olgusu. Son derece pratik ve pragmatik bir açılım... Çin bölge üzerindeki nüfuzu medeniyet ve kültür perspektifinden vazgeçilemez bir öneme sahipken, modern dönemde buna ABD’nin bölgeyle ekonomik ve güvenlik ilişkileri üzerinden etkisi eklemlendiğinde, ortaya her iki gücün bölgede karşı karşıya gelmesini kaçınılmaz kılan bir sonuç çıkıyor. Özellikle son birkaç on yılda ekonomik zorunluluklarla ABD’nin Doğu ve Güneydoğu Asya ile etkileşimi, Çin’in kendi doğal nüfuz alanı kabul ettiği Güneydoğu Asya bu gelişmeler neticesinde pasif bir konum almayı sürdürecek mi?

Bugün bölge ülkeleri fotoğrafına bakıldığında hiç de öyle bir sonuç çıkmıyor ortaya. Aksine, bölge ülkeleri, ASEAN gibi giderek ağırlığını hissettiren bir birlik şemsiyesi ile her iki kutba karşı güçlü bir alternatif olarak çıkmasa da, bölgesinde çatışma olasılığı doğuracak gelişmelere kararlı bir duruş sergileyeceğini gündeme getiriyor. Prof. Ping bu konuda da, Rudd’u destekleyeci görüşleri serdederek Güneydoğu Asya’nın ABD ve Çin için küreyi etkileyecek bir ilişki platformuna dönüştürülebileceği tezi üzerinde duruyor. Bunda kazanan her üç taraf olacağına kuşku. ABD-Çin mücadelesi hız kazandıkça, Güneydoğu Asya özelinden hareketle -içinde Rudd olsun ya da olmasın- bir Pasifik Barışı (Pax-Pacifica) projesi de daha yüksek sesle dillendirilmeye devam edecektir.

Minggu, 18 Maret 2012

Türkiye-Malezya İşbirliği Üzerine


Mehmet Özay                                                                                                               7 Mart 2012

Türkiye ile Malezya arasındaki ilişkiler bir yana, ekonomik kalkınmışlıklarının göz kamaştıran ışıltılarının her iki ülkenin İslam toplumlarının çoğunlukta olduğu coğrafyalara “modellikleri” ile ön plâna çıkıyor olmaları önem arzediyor. Daha doğrusu “çıkartılıyor” denildiğinde ifade yerine oturacağı kesin. Bu modelliklerine temel teşkil eden unsur ise, şu veya bu şekilde İslami yaşam tarzlarına “modernleşmeci" uyarlama arayışında görece ciddi bir mesafe katettikleri kadar, Batının “evrensel standartlarına” halel getirmeyecek bir vizyonda ilerlemelerinde olduğu görülür. Malezya’nın modernleşme serüvenine bakıldığında sürecin daha 19. yüzyıl ikinci yarısında Singapor’da konuşlanan İngilizlere “sıkı” komşuluğu ile dikkat çeken Cohor’dan tevarüs ettiğini görürüz. Malezya, Cohor’dan mı ibaret diye sorulabilir haklı olarak. Elbette ki hayır. Ancak Malezya’yı bugüne taşıyan yapısal unsurlar ne ise bunların kökeni Cohor’dur. Yani kalp, Cohor’dur... Uzatmayayım...

20. yüzyıl ise, işin dinamiklerinin değiştiği, neo-liberal politikaların alabildiğine ivme kazandığı bir dönemi yani 80’li yılları her iki ülke için küresel arenaya çıkış platformu olarak kullanmasına aracılık etti. Türkiye’de Özal, Malezya’da Dr. Mahathir ile özdeşleşen bu ve benzeri politikaların her iki ülke için benzer sonuçlar doğurduğunu söylemek güç. Bunda elbette salt “neo liberal” politikaların uygulamaya konulmasının yeter sebep olmadığı, ortada başka iç ve dış dinamiklerin de azımsanmayacak etkisi olduğu görülür. Dolayısıyla, Türkiye bir yandan öncelikle Avrupa’ya ve Amerika’nın yanı sıra, Orta Asya ve Ortadoğu coğrafyalarına açılımının yanı sıra, kendine has sorunları ile boğuşmak zorunda kalmasıyla zaman ve enerji kaybı yaşamadı değil. Oysa, öte yandan, otoriter lider Dr. Mahathir’li Malezya’yı, Güneydoğu Asya’nın “kükreyen aslanları”na eklemleyen bir ekonomik başarıyı pratiğe taşırken, bunun ülkenin yüz elli yıllık sorunu “ırklar farklılığı”nı yıkıcı bir toplumsal sorun olmaktan uzaklaştırıcı etkisi küçümsenemez. Herkesin şu veya bu şekilde kazanmaya başladığı bir Malezya’da “ırksal ve dinsel” farklılıkların ayrıştırıcılığından, “farklılıkta birlik” tezini güçlendirici bir teoriye evrilmede gecikmedi.

Bir yanda Türkiye’nin 2023 ve öte yanda Malezya’nın 2020 vizyonu, iki ülkenin bölgesel ve küresel aktörlük noktasında “hesaplarının” olduğunu bariz bir şekilde ortaya koyuyor. Tabii bu hedeflerin çıkış noktasının farklılık arz ettiğini de ifade edelim. Örneğin, Türkiye’nin 2023 hedefi, Cumhuriyet’in 100. yıldönümüne tekabül etmesiyle kaybedilen geçmişin “yeni bir yorumla” diriltilmesi gibi varoluşsal bir anlam taşıyor. Malezya’nın 2020 hedefi ise, kökleri Dr. Mahathir tarafından 1990’lı yıllarda atılan “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” arzu ve talebinin bir neticesi olarak ortaya çıkarken, ekonomik kalkınma, ülkenin yapısal anlamda etnik bölünmüşlüğünün önüne geçecek bir set olarak kurgulanmaktadır. Zaten şu geçen altmış yılda Malezya hükümetlerinin yirmişer yıllık hedeflerle ülke halkını bu hedeflere kitlemesi ile bir dinamizm algısı yarattığına kuşku yok. Günümüz koşullarında iki ülke arasındaki ilişkilerin, aynı zamanda, büyük ölçüde bölgesel ve özel bağlamı içerisinde de küresel anlam taşıması ile çok daha dikkat çekici bir özelliğe büründüğünü söylemeliyiz. Bu hususa aşağıda yeniden değineceğiz. Önce kısaca Malezya siyasal ve toplumsal “atmosferine” bir göz atmamızda fayda var.

İlk etapta günümüz Malezya’sını nasıl tanımlamalı sorusuna cevap verelim. Günümüz Malezya’sı, ülke siyasi liderlerince sıklıkla ifade edildiği üzere, farklı etnik yapılar arasındaki “barış ve ahengin” korunması ve yaratılan ekonomik zenginliğin “birlikte paylaşımının” başarıyla gerçekleştirilmesine odaklı. Aslında bu 1957 öncesinde kararlaştırılan “toplumsal sözleşmenin” güncelleştirilmiş halinden başka bir şey değil.  Hedef ise 2020 yılında kalkınmış ülke seviyesine ulaşmak. Bu hedef, elbetteki günümüz Malezya toplumunu oluşturan etnik unsurların birbirinden yalıtılmışlığı ile değil, birlikteliği ile gerçekleştirilecek. Malezya için bu bir rüya mı? Son otuz yılda ekonomik değerler açısından elde edilenlere bakıldığında, pek de gerçekleşmesi muhayyel bir proje gibi durmuyor. Tedbiri elden bırakmamak ise hükümetin yegâne hedefi...

Türkiye’nin Güneydoğu Asya ülkelerine yönelik ilgisi son on yılın ürünü dersek yanılmayız. 1996 yılının “özel döneminde” yaşanan kısa erimli girişim ile biraz daha gerilere gidip, 1955 yılı Bandung Konferansı’na atıf yapmamızı bekleyenler olacaktır. Ancak her iki süreçte birbirinden farklı nedenlerde gelişme kaydedilmesine elvermediğini söyleyelim. Türkiye’nin bölgeye ilgisi, ülkenin zirvesinden orta halli tüccara kadar göz kamaştıran yönünün ticarete odaklı olduğu biliniyor. Ancak Eser Karakaş’ın bir süre önce köşesinde iş çevrelerine yönelik “elma-armut ve mobilya satarak dünya ticaret arenasında yer alınamayacağı” türünden bir tavsiyesinin yerinde olmadığını kim söyleyebilir. İthalat-ihracat odaklı ve “sıcak para” anlayışı yerine, uzun erimli yatırıma odaklı yapılanma ile küresel üretim sektöründe rol almak sadece “kuru sıkı” cesaret değil, bilgi ve vizyon gerektiriyor. Yeri gelmişken, burada “küresel üretim” derken, elbette sınırlamalarımızla birlikte itirazlarımızın da olduğunu ifade edelim. Batılı ülkelerin ekonomi yapılarındaki “çatırdamalara” karşılık, kapitalizmi tarihe gömme yöneliminde olanlar, bu “sinsi” sistemin kendi dışındaki, bir başka deyişle “çeperindeki” yedek oyuncuları devreye sokmakta gecikmediğini kimi gelişmeler bize sarih bir şekilde gösteriyor. Bu süreçte, maddi açlıkla malûl kesimlerin bu oyunda gönüllü figüranlığa soyunma yönelimleri de gözardı edilebilecek gibi değil... Kaldı ki, Güneydoğu Asya gibi, dünyanın önde gelen güçlerinin bir süredir yakından takip ettiği ekonomisi sürekli gelişen ülkeler kapitalizmin “sancılarına” çare olacak çözümleri bünyelerinde barındırıyorlar. Yoğun ve genç – dinamik nüfusları, Batılı ülkelerin tüketim standardını yakalama iştahıyla çırpınan okur-yazar ve “diploma savaşlarından” makul miktarda ganimetle çıkmış “yeni şehirli” kitle bunun “motorunu” oluşturuyor. Örneğin, Çin’de son on yılda giderek artış gösteren orta sınıflaşma ve şehirleşme olguları, çok özel ideolojik ve dini bir yapı arz eden Çin gibi bir ülke  de dahi “kapitalist bir sınıf”a yol açtığı gibi bu yönelim hızlı bir yayılma eğilimi de gösteriyor. Bunun en son sembolik göstergelerinden biri, marka spor arabalara duyulan sadece ilginin değil, talebin de arttığı haberleri oluşturuyor. Yani, kapitalizm bir sistem olarak kendi asli coğrafi sınırlarının ötesinde yeni bir “balans ayarı” oluşturmakta gecikmeyecektir.

Malezya’nın gözü Avrupa’yı keserken, Türkiye ASEAN özelinde konuşlanmayı yeğliyor. Aslında, 2003 yılında Dr. Mahathir, Türk özel sektörünü ASEAN içindeki AFTA’da yer almaya ve böylece o dönem nüfusu 400 milyonu, bugünse 600 milyonu bulan devasa bir piyasa içerisinde rol almaya davet ettiğini hatırlatalım. Nüfus yapıları nazarı dikkate alındığında hemen hemen aynı insan yoğunluğuna sahip iki bölgeden bahsediyoruz. Ancak, sosyo-ekonomik özellikleri ile ayrılan bu iki bölge, birbirine farklı bağlamlardaki “muhtaçlıkları” veya “çıkar ilişkileri” ile dikkat çekiyor. Her iki ülke, kendi üretimlerini, yukarıda vurgu yapılan ilgili bölgelere taşımada birbirini “aktarma organı” olarak görmektedir. Bu da karşılıklı çıkar ilişkisi olarak gündemde yer işgal etmektedir. Bununla birlikte, göz önüne alınması gereken, doğrudan iki ülke resmi ve özel kurumları arasındaki işbirliklerinin çok yönlülük esasına dayalı olarak yapılandırılması gelecek için umut vaad edecektir.

Ekonomik işbirliğinin önemli adımları arasında petro-kimya sektörü, mali sektör, eğitim, otomobil endüstrisi, iletişim teknolojileri, endüstriyel tarım, inşaat, sağlık ve turizm gibi alanlardan söz açmak gerekir. Ancak bu alanlarda söz sahibi olacak girişimcilerin ciddiyeti kadar, rekabeti de göz önüne almaları gerekecek. Çünkü Malezya, Batılı ve Doğu Asya’dan son otuz yılda çektiği yatırımcılar kadar, özellikle ülkenin Cohor Eyaleti, Penang Adası ve Malaka gibi bölgelerindeki potansiyel ve giderek yoğunluk kazanan yeni ekonomik imkânları ile “yatırımcı” yarışını körükleyeceğine kuşku yok gibi. Ülkenin siyasi ve entellektüel birikimi alanında lokomotifi rolünü üstlenmiş olan Cohor, eyalet sınırları içerisindeki ‘İskender Şehri’ projesiyle dünyanın dört bir yanından yatırımcı çekmeye başladı bile. Cohor Nehri’nin hemen karşı yakasındaki Singapur’a alternatif olma iddiasındaki bu bölgesel kalkınma hamlesinin her boyutu ile dikkat çekici olduğunu belirtelim. Tabii işin başında da ekonomik kazanımları bağlamında “kestirme bir sektör” olarak adlandırılan turizm bulunuyor. Birkaç yıl gibi kısa sürede bölgenin çehresini değiştirecek turizm yatırımları yaklaşık üçyüz milyon Doları buluyor. “Kota İskender”deki “suni turizm” yatırımlarının yanı sıra, ülkenin doğu ve batı sahillerinde doğal güzellikleri ile dikkat çeken onlarca adanın bu alanda yatırımcılar için “konvensiyonel” imkânlar sunduğunu da unutmamak gerekir. Türk devlet ve özel kurumları bu potansiyel gelişme evresinin neresinde yer alabilir? Şimdilik kulağımıza gelen bilgilere göre, “Kota İskender”de birkaç orta ölçekli yatırımcımızın girişimi mevcut. Bunun yeterli olduğu elbetteki söylenemez. Bu çerçevede, turizm, eğitim, tarım, inşaat gibi sektörler bazında kimi pratik girişimler üzerinde durmakta fayda var. Türkiye’nin yeterli tecrübeye sahip olduğu turizm sektöründe Malezya’nın akıl danışma gereği duyduğu Singapur’dan çok daha kapsamlı projelere bölgede imza atabileceğini unutmamak gerekir. İki ülke petrol ve doğal gaz arama girişimlerini birlikte yapabilecekleri önemli alanlardan birini oluşturuyor. Bu girişim, sadece Türkiye kara ve deniz kıta sahanlığı ile sınırlı değil elbette. Malezya kadar, bu coğrafyaya yakınlığı ile bilinen Açe’de de önemli bir potansiyelin varlığı ciddi girişimlere kapı aralamaya hazır bir ortam sağlıyor. Açe özelindeki doğal kaynaklar ve petrol ve doğal gaz rezervleri konusunda defaatle dile getirdiğimiz bir husus. Bu vesile ile bunu bir kez daha gündeme getirmekte ve ilgililerin kulağına fısıldamakta fayda var. Kimilerinin hâlâ burun kıvırdığı Açe başta olmak üzere -tıpkı Dr. Mahathir’in üzerinde ısrarla durduğu üzere- Türkiye ve Malezya sadece kendi ülkeleri arasında değil, üçüncü ülkelerde de ortak yatırımlar peşinde koşmalarından doğal bir şey olamaz.  Kaldı ki, Malezya’nın Afrika ve Orta Asya açılımı Türkiye’nin benzer hedefleri olduğu iki coğrafya olarak dikkat çekerken, iki ülkenin mevcut “siyasi akıl” ve “ekonomik araçlarını” bu bölgelerde kullanmaları da orta ve uzun vadede kayda değer gelişmelere yol açacaktır.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=200760

Myanmar’da Demokrasi ‘Nevrûz’u


Mehmet Özay                                                                                                                   12 Mart 2012

Syuu Kyi’nin başkanlığını yaptığı Ulusal Demokrasi Cephesi (NLD), 1 Nisan’da yapılacak ara seçimlerde parlamentoya girmeye hazırlanıyor. Çok büyük bir aksilik olmazsa, Suu Kyi memleketi Yangon’a bağlı Kawhmu bölgesi milletvekili olarak ulusal parlamentoda yerini alacak.

2011 yılında yapılan seçimleri, malum gerekçelerle protesto ederek, seçimlere katılmama kararı alan NLD, aradan geçen bir yılı aşkın sürede özellikle uluslararası çevrelerin taleplerine -biraz da süpriz şekilde- olumlu karşılık veren asker destekli ve emekli generallerin yer görev aldığı ve parlamentonun %70 çoğunluğunu elinde tutan Dayanışma ve Kalkınma Birliği Partisi (USDP)’nin teşkil ettiği yeni hükümet, sergilediği reformcu adımlar neticesinde aktif siyasete geri döndü. Mevcut hükümet demişken, bir tek ‘cepheden’ bahsedilemez elbette. Bu işin liberalleri kadar ‘şahinleri’ de var. Şimdilik şahinler pusuda durmayı tercih ediyor; liberaller ise devlet başkanı Thein Sein’in reform çabasına destek veriyor.

Bu reform sürecine şu veya bu şekilde “pozitif” katkı bağlamında ele alınabilecek gelişmeler arasında şu hususlar dikkat çekiyor: ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, kimi senatörler, İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague, Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe, Japonya Dışişleri Bakanı gibi önemli konukları ağırlayan Myanmar başkenti, aynı paralelde ülke hapishanelerindeki siyasi mahkumların bir bölümünü serbest bırakmakla kalmadı, ‘Karen’ gibi önemli bir etnik özgürlükçü harekete karşı yürütülen askeri müdahalenin nihayete erdirilip ateşkes kararı alırken, ‘Shan Ulusal Bağımsızlık Hareketi’ yönetimiyle de uzun bir aradan sonra masaya oturarak barış sürecine adım attı. Peki bir zamanlar aslan postuna bürünmüş olan asker kökenli ve destekli yönetimin bugün koyun rolünü oynamasının temel nedeni nedir? Aslında bu sorunun cevabının uluslararası çevrelerde verilebildiğini söylemek güç. Bunun göstergelerinden biri de, özellikle ABD liderliğindeki çevrelerin Myanmar’a yapılan yaptırımları kaldırmaya henüz istekli olmadığı, aksine “bekle-gör” politikasında karar kıldığı yönünde. İzlenen politika, ortaya konulan reformcu yönelimlerin henüz başlangıç safhasında olduğu ve özellikle önümüzdeki Nisan ayı başındaki ara seçimlerde hükümetin “reform dozuyla” yakından alâkalı. Yani Batı, yukarıda değindiğimiz ‘şahinlerin’ hamlelerini kolluyor…

Mevcut Myanmar yönetiminin girişimleri, ülkenin II. Dünya Savaşı’ndan sonra kayıp geçtiği ifade edilen 40 yılını telafi anlamı taşıyor dersek yanılmış olmayız. 13 Ocak 2012 tarihinde devlet başkanının inisitatifi ile aralarında eski başbakan Khin Nyunt, Shan Ulusal Birliği lideri Khun Tun Oo’nun da bulunduğu kimi etnik bağımsızlık hareketi liderleri, gazeteciler ve eski öğrenci liderlerinin bulunduğu 651 kişinin serbest bırakılmasıyla resmi basında “ulusal birliğe” atıf önemli bir yer tutuyordu. Önceki yazılarımızda bahsi geçtiği üzere uluslaşma sürecinin diktatörlerce biteviye sekteye uğratıldığı Myanmar’da bugün artık, farklı bir mecraya doğru yelken açma zamanının geldiği güç odaklarınca kanıksanmış gözüküyor. Myanmar gecikmiş tarihini yaşıyor…

Serbest bırakılan ve sayıları 600’ü bulan 88 kuşağı olarak adlandırılan siyasi tutuklular, bu ruhun yeniden diriltilmesinde meşale görevi göreceği kesin. Meşalenin taşıyıcısı ise hiç kuşku yok ki, Suu Kyi olacak. Batılı siyasetçilerin ve sivil toplum çevrelerinin baştacı ettiği ve kendisini “demokrasi ikonu” olarak lanse ettiği, benimse “Myanmar’ın Demokrasi Kraliçesi” demeyi uygun bulduğum Suu Kyi’nun yaklaşık bir ay sonraki seçimlerde parlamentoda temsil görevini üstlenmesinin akabinde Batı, Myanmar’a uzun süredir kapattığı ekonomi vanasını açacaktır.

Ocak ayı başında İngiliz Dışişleri Bakanı 2011 yılı Chatham ödülünü Suu Kyi’e verirken, İngiltere adına da bir ilke imza atıyor ve bu eski sömürgesine yarım yüzyıl sonra ziyarette bulunan ilk Dışişleri Bakanı unvanını kazanıyordu. Suu Kyi’ni ödüle boğmada Fransa da geri kalmadı elbette. Fransa Dışişleri Bakanı da Legion d’Honneur madalyasını takdim etti. Birleşmiş Milletler de izlediği Hoşgörü ve Şiddet Karşıtı siyasetten ötürü UNESCO ‘Madanjeet Singh Ödülü’nü sundu. İngilizi Fransızı olur da Alman’ı olmaz mı bu işin diyenlere, ‘elbette o da var’ şeklinde. Alman Kalkınma Bakanı Andris Piebalgs herhangi bir madalya sunmasa da, başında bulunduğu bakanlığın adından da anlaşılacağı üzere çantasında ciddi projelerle geldiği muhtemel… Davutoğlu Hoca’ya göz kırparak, acaba Türkiye de bir ödül takdim etse hoş olmaz mı diye içimden geçmiyor değil. Hani Mandela’nın reddettiği ödülden bir tane…

Batılı diplomatların ziyaretlerinde bozulmayan bir sıra var. Gelen önce, son otuz yılda siyaset merkezi haline dönüşen Suu Kyi’nin evini ziyaret ediyor, akabinde başkent Naypyidav’da hükümet görevlileriyle görüşüyor. Suu Kyi’nin ödülleri hak ettiğine kuşku yok. Üstüne üstlük zarafeti ve ağırbaşlılığı ile bu ödülleri halkı adına kabul ediyor. Ayrıca, bu ödüllerin sembolik olarak, ülkede göstergesel bir değere sahip olduğunu unutmayalım. Fotoğrafın bir yanında, halka moral anlamı taşıyan bu ödüller, öte yanda, askerin varlığına karşı bir vurguyu da içinde barındırıyor. Dünyanın kimi yerlerinde, liderlerine ısmarlama ödüller peşinde koşanları görünce, inancından başka dayanak noktası olmayan Suu Kyi’nin halkı için verdiği mücadelenin takdir edilmeyecek gibi olmadığını söylersek abartmış olmayız sanırım.

Malumu ilân etmek babında anlaşılsa da şunu tesbit etmeden geçmeyelim. Batı elbette ekonomi kurumları ve yardımları ile gelirken, karşılığında beklenti listesini de masaya koyacaktır. Kanaatimiz o ki, bu süreç kapalı kapılar ardında çoktan sahneye konuyor bile…

Peki 1 Nisan’daki seçimlerde ne değişir? Birincisi Suu Kyi’nin seçilmesi kesin… İkincisi muhalefet 48 sandalyelik seçimde tüm adaylarının seçilmesi halinde bile, 440 sandalyeli parlamentoda asker destekli hükümet karşısında azınlık konumunda olacak. Ancak, pek çok olgunun geçmişten bu yana sembolik anlamları ile işlediği Myanmar’da özgürlük ve demokrasi yanlısı muhalefetin parlamentodaki varlığı kapı aralama işlevi görecek. En başta Suu Kyi’nin parlamentoya girişi, son yirmibeş yıldır ülkede tek başına önemli bir sembol olan bu kadının ülkedeki ezilmiş kesimleri “arzu edilebilir” değişime odaklandıracağı beklenebilir.

Özellikle, bu tip toplumlarda, güçlü liderlik salt seküler bir hadise değil, doğa-üstü bir öneme sahip olması, kazanımların katlanarak gerçekleşeceğini ortaya koyuyor. Myanmarda bugünlerdeki manzara da bunun açık bir göstergesi. Seçim kampanyası için tıpkı 1987’de olduğu gibi ülkenin önemli bölgelerini turlayan 66 yaşındaki Suu Kyi onbinleri meydanlara çekebilecek bir karizmaya sahip. Geçen hafta Mandalay’daki mitinge 100.000 kişinin katılması ifade etmeye çalıştığımız olguyu biraz anlaşılır kılıyor olmalı. Mitingleri takip eden Min Thu adlı gazeteci Suu Kyi’i pop star’a benzetiyor. Thu, halt etmiş… Bilmiyor ki, modern dönemin pop starları yarı-tanrı veya tanrıça figürlerinden başka bir şey değiller… Myanmar halkının mitinglerde Suu Kyi’ye dokunmak istemelerinin sebebi, ‘tensel’ bir anlam değil, alabildiğine kutsanmışlıkla dolu yüce bir bağlılığın ve bundan devşirilecek arınmışlığın ifadesidir olsa olsa… Bu vesileyle beyaz perdeye aktarılan ve yeni vizyona girmiş Suu Kyi filminin de, öyle şen şakrak, parıltılı bir film değilde, alabildiğine ‘gri’ renklerin hakim olduğu bir formatta olmasını beklerdim. Çünkü Suu Kyi’nin tüm yaşamı ve mücadelesi belgesel ağırlığında işlenmeye değer, yoksa popülerlik basitliğinde değil…

1 Nisan’ı sadece seçim bölgesi Yangon’la sınırlamayan, aksine bir “hep-hiç” olgusuyla denkleştiren Suu Kyi’nin ülkeyi bir baştan bir başa dolaşması, halkın yukarıda dile getirdiğim “yarı-tanrıça” figüründen beklentilerine karşılık geliyor. Çünkü bu kazanım, Suu Ki’nin değil, on yıllarca ezilmiş ve horlanmış bir halkın yeniden gün ışığıyla kavuşması anlamı taşıyor. Yoksa babasını derin devlete kurban vermiş, annesini bir hastane köşesinde yitirmiş, görece genç yaşında dul kalmış bir kadının dünyadan beklentisi ne olabilir. Bekleyelim ve görelim…
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=201325