Tampilkan postingan dengan label Bangladesh. Tampilkan semua postingan
Tampilkan postingan dengan label Bangladesh. Tampilkan semua postingan

Kamis, 05 Maret 2015

Bangladeş, Kaos ve Şeyh Hasina / Bangladesh, Chaos and Syeikh Hasina

Mehmet Özay                                                                                                                     5 Mart 2015

Bangladeş’te siyasi kaos dinmek bilmiyor... Üzerinde yükseldiği toprak parçası olarak küçük, ancak 160 milyonluk nüfusu açısından büyük bir ülke olan Bangladeş’te yaşanan kaos, bir anlamda adına İslam coğrafyası denilen bütün içerisinde Müslüman toplumların halinin son dönemdeki örneklerinden biri olarak dikkat çekiyor.

Bangladeş, halkının büyük çoğunluğu Müslüman olması dolayısıyla bir İslam ülkesi olarak tanınması ve tanımlanması, D-8 gibi Batıdan Doğuya nüfus, jeo-stratejik ve jeo-ekonomik özellikleriyle öne çıkan ülkeler bloğunda ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) gibi uluslararası örgütlerde yer almasına rağmen, “Halk Partisi” (Awami League) hükümetinin 2009 yılından bu yana, ülkenin önde gelen İslami sivil toplum grubu Jemaat-i İslami başta olmak üzere, genel anlamda muhalefete yönelik baskı ve şiddeti devam ediyor. Bu süreçte, ne ulusal siyasette rol alan aktörler, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, ne de yukarıda zikredilen sözde İslam toplumlarını temsil kabiliyetindeki kurumların Bangladeş siyaseti ve toplumsal yapısında açılan yaraları kapatmaya yarayacak yapıcı bir işlev görmelerine tanık olunuyor. 2006 yılında baş gösteren kaos ortamında, aynı yıl Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Bangladeş’in son dönemde yetiştirdiği en önemli bilim adamı Prof. Dr. Muhammed Yunus’un siyasilere yaptığı ‘Oturun, sorunları birlikte halledin’ tarzındaki tavsiyesi de işe yaramadı. Kaldı ki, Muhammed Yunus’da süreçte Şeyh Hasina’nın hışmından payını alanlar arasına katıldı.

Bu durumda, gözler ve de talepler ister istemez  Batı’ya, Batı’nın temsilcisi Amerika Birleşik Devletleri’ne ve birlik havasının büyük ölçüde sorgulandığı Avrupa Birliği’ne dönüyor. Bu anlamda, Batı kulvarında işlerin “tek vücud” gittiğini de söylemek zor. Uzun erimli bakıldığında, bölgenin en sorunlu ülkesi konumundaki Myanmar başta olmak üzere gerek doğuda gerekse Ortadoğu’da İslam coğrafyasında olup bitenin bir anlamda müsebbibi, devam ettiricisi konumunda olan Batılı kurumlar ve yapıların Bangladeş gibi bir ülkede sorunların çözümüne ne kadar katkı sağlayacağı pek de konuşulmuyor, sorgulanmıyor. Kaldı ki, tıpkı benzeri ülkelerde olduğu gibi sömürgecilik/sömürgecilik sonrası, bağımsızlık dönemlerindeki girift ilişkiler ele alınmadan anlaşılması ve çözüm bulunması da oldukça zor.

Öte yandan, Bangladeş söz konusu olduğunda ülke siyasetinde etkisi hissedilen yanı başındaki dev komşusu Hindistan’ın varlığı, Batılı ülkelerin Bangladeş siyasetinde etkin olmalarını da sınırlayıcı bir etkisi olduğunu düşünmek mümkün. İş ekonomi ve ticarete geldiğinde hiçbir Batı ülkesinin parmağını kıpırdatmayacağı malum. Bu bağlamda, Bangladeş’te bugüne nasıl gelindi sorusuna kısaca cevap vererek devam edelim.

Ulusal Parti iktidarının 2006 yılında sona ermesi ve yönetimin askeri cuntaya geçmesinin ardından 2008 yılı sonlarında yapılan seçimler ülkenin yeni yönetiminin Şeyh Hasina Wajed liderliğindeki Halk Partisi’ne geçmesini sağladı. O günden bu yana ülkeyi yöneten Şeyh Hasina, bir anlamda tıpkı 1970’li yılların başında önce ‘demokratik’ bir yapılanma arzu eden, ancak ardından ‘tek lider’ ideolojisine sarılan babası Mucibburrahman’ın izinden gittiğini kanıtlarcasına ülkenin önde gelen siyasi parti lideri ve sivil toplum grubunun liderlerine yönelik baskı, şiddet, yargılama süreçlerini birbiri ardına ortaya koymaya devam ediyor. Şeyh Hasina’nın bu siyasi rotası gözlemciler tarafından onun Mısır’ın Hüsnü Mübarak’i ile karşılaştırılmasına bile neden oluyor.

2013 yılı Aralık ayında yargılama süreçlerinden ilki Abdulkadir Molla’nın ölüm cezasına çarptırılması ve ardından benzer bir sürecin Prof. Dr. Gulam Azzam’a uygulanmasıyla gündemde yer işgal etmişti. Ne yazık ki, Ortadoğu’daki gelişmeler, Myanmar, Endonezya, Malezya ve Bangladeş gibi ülkelerde olup bitene dikkat çekilmesi zorlaştırıyor. Bunda basın kuruluşlarının ve mensuplarının rolü olmadığını söylemek de güç.

Aradan geçen süreçte, Bangladeş’te iyileşme bir yana, durum giderek daha da vahim bir hâl aldı. Yargılamalar sürüyor ve Cemaat-i İslami liderlerine yönelik ölüm ve diğer çeşitli hapis cezaları verilmeye devam ediyor. Aslen Bangladeşli akademisyen Prof. Dr. Abdullah al-Ahsan kendisiyle yaptığım mülakâtta dile getirdiği üzere, söz konusu yargılamalarla ilgili en önemli sorun sanık konumunda bulunanların kendilerin savunma araçlarından yoksun olmaları ve buna hükümet tarafından bir türlü olanak tanınmamasıdır.

Peki Şeyh Hasina ne yapmak istiyor? Yaşı yetmişe yaklaşmış Başbakan, yoksulluk, işsizlik ve benzeri temel sorunlarla çalkalanan ülkesini rayına sokmak ve adını gelecekte hayırla anılacak bir siyasetçi olarak bırakmak yerine, ‘siyasi güç’ olgusuna sımsıkı yapışmış bırakmak istemiyor. Sergilediği ‘tekil’ siyaset anlayışı, kendi partisi Halk Partisi kadrolarında da hayal kırıklığına yol açıyor. Öyle ki, geniş halk kesimleri çareyi ‘Askerden medet ummaya’ kadar vardıracak bir umutsuzluk kulvarında bulunuyor. Yaşları altmış ilâ doksan arasında değişen liderleri hapsedilen, idama mahkum edilen Cemaat-i İslami’nin gençlik kolları da benzer bir kırılmaya maruz bırakılıyor. Geniş halk kesimlerinde doğurulan korku psikolojisinden yurt dışında yaşayan Bangladeşli vatandaşlar da nasibini alıyor. Kendisiyle görüşme fırsatı bulduğum bir akademisyenin dile getirdiği üzere bu kitle ülkeye dönmekten çekiniyor ve hatta korkuyor. Bu yılın başında Ulusal Parti Başkanı Khaleda Zia’nın başlattığı grevleri takiben polisin hedef gözetmeksizin ateş açması üzerine ölenler kadar, göz altına alınanların karakollarda can vermesi bu korku atmosferinin oluşmasında başat rol oynuyor.

Öyle ki, başkent Dhakka’da hiçbir şekilde halkın gösteri yapmasına izin verilmiyor. Bu korku ortamı, Başbakan Şeyh Hasina’nın ülkeyi bir polis gücüne emanet etmesinin ürünü olarak yorumlanıyor. Bu sürecin de başlangıcını gene 2009’da dayanıyor. Şeyh Hasina 2009 yılından bu yana emniyet müdürlüğüne 100.000 kişilik kadro oluşturduğu ve bunun önemli bir bölümünü de memleketi Gobalganj’dan sağladığı düşünüldüğünde bir anlamda uzun erimli bir projeyi gündeme taşıdığı ve buna devam etmekte kararlı olduğunu söylemek mümkün. Yukarıda atıfta bulunduğum, bu yılın başındaki grevlerin ardında muhalefetin adil seçimlerin yapılması çağrısına “Başbakan’ın 2019 yılına kadar seçim yok” karşılığı bunu açıkça ortaya koyuyor.


Tüm bu süreçlerde seküler ve İslamcı ayrımı gözetmeksizin sindirmeye ve hatta ortadan kaldırmaya and içmiş görünümündeki Başbakan Şeyh Hasina’nın karşısında Cemaat-i İslami’nin de kendi kabuğuna çekilerek tepki verdiği görülüyor. Kimi gözlemcilerin dile getirdiği üzere, Cemaat-i İslami bir anlamda, fiziki olarak büyük zarar gördüğü son yıllardaki uygulamalar ardından bir süredir Ulusal Parti tarafından yürütülen mücadelede arka plânda yer almayı tercih ediyor. 

Rabu, 08 Januari 2014

PROF. DR. ABDULLAH AHSAN İLE BANGLADEŞ SEÇİMLERİ ÜZERİNE

Mehmet Özay                                                                                                                      8 Ocak 2014

Abdullah Hasan: Uluslararası Malezya İslam Üniversitesi, İslam Düşüncesi ve Medeniyetleri Merkezi (ISTAC) öğretim üyesi. Aslen Bangladeşli olan Prof. Dr. Abdullah Ahsan, Kanada’da öğrenim gördükten sonra Sudan ve Pakistan’daki üniversitelerde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Son 24 yıldır da Malezya’da öğretim görevlisi olarak çalışıyor.

Prof. Dr. Abdullah Ahsan’la Bangladeş’teki seçimlerden hareketle ülke siyasetinin arka plânına göz atmaya çalıştık. Aynı zamanda, seçimler sonrasında ne tür gelişmeler olabileceğine dair projeksiyonda bulunduk.

Mehmet Özay: Sayın Ahsan, geçen Pazar günü Bangladeş’te 10. Genel Seçimler yapıldı. Ancak bu seçimlerin meşruiyeti gerek ülke içinde gerekse uluslararası camiada kaygı  uyandırıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Prof. Dr. Abdullah Ahsan: Evet seçimler yapıldı.. Muhalefet seçimleri boykot etti. Öncelikle yakın geçmişte siyasal yaşamda neler olup bittiğine bakmakta fayda var. 1980’lerde ülke askeri yönetimleri gördü. O dönemde tüm siyasi partiler demokratik, şeffat ve adil bir siyasi yapı oluşturulması konusunda birleşti. Tüm partiler, beş yıllık herhangi bir iktidar sonunda seçimlere, ‘seçim hükümeti’yle gidilmesi konusunda anlaştı. Bunun akabinde 1996, 2001, 2006’de bu şekilde seçimler yapıldı... 2008’de seçimler ordu himayesinde yapıldı. Bu dönemde muhalefet ısrarla seçimlerin seçim hükümeti marifetiyle yapılmasını istedi. Ancak o dönemki hükümet bunu kabul etmedi. Son parlamento’da yani, Şeyh Hasina hükümeti üçte iki çoğunluğuna dayanarak, daha önce anlaşılan ve yasa maddesi olarak varlığını koruyan maddeyi değiştirdi. Ancak bu karar parlamento tarafından alınsa da, halkın genelinde kabul bulduğunu söylemek güç. Muhalefet buna kesinlikle razı değildi. Ve muhalefet 5 ocak seçimlerine mevcut hükümetle gidilmesine karşı çıktı. Bunun sebebi genellikle iktidardaki partilerce yapılan seçimler adil olmamasıdır.

Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılma süreci halen gündemde. Bugünkü yargılamalar ve idam cezaları da bunun göstergesi. Söz konusu bu ayrılma sürecine temas eder misiniz?

Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanması sürecinde yaşanmış acı bir tarihimiz var... Pakistan, İngiliz yönetimi şemsiyesi altında birlik görüntüsü çizen Hindistan’dan koptu. Bundan önce, Müslümanlar Hindistan’ı neredeyse 1000 yıldan fazla yönetti. Müslümanların yönetiminde bütün azınlıklar yararlandı. Müslümanlar, Hindular ve diğerleri... İngilizler alt kıtayı işgal ettiğinde, şu veya bu şekilde etnik gruplar arasında barış hakimdi. Ancak şu açık bir gerçek ki, İngiliz yönetimindeki son birkaç on yıl, Müslümanlar için çok güç bir süreçti. Çünkü çoğunluğu Hindu olan bir yönetimin altına girmeye zorlandılar. Nüfusun %80’i Hinduyda. Hindu yönetimindeki geçmiş tecrübelerden hareketle, modern dönemde Müslümanların nasıl bir yaşam sürecekleri konusunda şüpheler hakimdi. Evrensel şair Muhammed İkbal bağımsız Pakistan düşüncesini gündeme getirdi. Pakistan, İslami ilkelere bağlı bir devlet olacaktı. Din, etnik yapı, sınıf yapısı, kast vb. farklılıkları dikkate almadan insan onur ve haysiyetini öncelleyen bir yapı öngörüyordu.

Doğu Pakistan o dönemde büyük ölçüde Pakistan’ın inşası için çalışan “Muslim League”i destekledi. Ancak ne olduysa bu 25 yıl içinde oldu... Bu nedenle Doğu Pakistan’da ayrılık konusunda güçlü bir kanaat hasıl oldu. Şu nokta unutulmamalı: Şeyh Muciburrahman’ın partisi Doğu Pakistan’ın bağımsızlığı yanlısı değildi. Bu bağımsızlık söylemi, sadece 1971 yılı Mart ayında başlayan ve 1971 Aralık ayında sona eren sivil savaş sırasında gündeme getirildi. Bu dokuz ay boyunca ayrılma düşüncesi giderek ivme kazandı. Sonuç olarak bağımsız Bangladeş ortaya çıktı. Ancak bu süreç sivil savaşla başladı...

Şeyh Muciburrahman demokrasiye inanıyordu, zaten demokratik yollardan seçilmişti. Muciburrah’an'ın Partisindekiler de demokrasiye inanıyordu. Fakat bir yıl içerisinde Muciburrahman demokratik sistemi değiştirmeye başladı. Ve üç yıl içinde tek parti sistemi uyguladı. Bu tek parti yönetimi onun siyasi hayatına mal oldu. Bu tek partiye yönelik olarak toplumda büyük bir kin oluştu. Nihayetinde bu ordunun müdahalesi ve Muciburrahman’ın öldürülmesiyle sonuçlandı. Daha sonra ülkede yeni dönem başladı. Ve bu noktada Bangladeş milliyetçiliği iyi anlaşılmalı. 1971’den önce dil temelli bölgesel etnik farklılık düşüncesi milliyetçilik kaynağıydı ve Pakistan liderliğine, kontrolüne karşıydı.

Kuşkusuz ki bir de Hindistan faktörü var. Hindistan’ın bu süreçteki rolü nedir?

1971’den sonra Hindistan’a karşı çok güçlü bir kin ortaya çıktı. 1947’den yani Pakistan’ın bağımsızlığından 1971’e kadar, Hindistan’ın temel amacı Pakistan’ı bölmek oldu. Bu süreçte Bangladeş milliyetçiliğine nüfuz etmeye çalıştı. Böylece 1971’den önce Bangladeş milliyetçiliği Pakistan karşıtlığına dayanıyordu, ancak 1971’den sonra ise aynı milliyetçilik Hindistan karşıtlığına döndü.

BNP yani muhalefet partisi Bangladeş milliyetçileri olarak Hindistan’a, Hindistan’ın bölgedeki hegemonyasına karşıydı. Halkçı Parti de (Awame League) Pakistan’a karşıydı ve bu böyle devam etti. Bugüne geldiğimizde yani, son beş yılda Hindistan Bangladeş’den büyük bir kazanım elde ettiğine tanık oluyoruz. Sadece ekonomik anlaşmalar yoluyla değil, ticaret yollarıyla, öte yandan bazı ayrılıkçı Hint Eyaletleri üzerinde sağladığı kontrol ile. Bunlar Bangladeş’i günah keçisi olarak Hindistan’a karşı kullanıyordu. Bütün bu konulardaki başarısı Halkçı Parti’yi iktidarda tutulmasıyla sağlandı.
Şeyh Hasina’nın ana destekçisi komşu ülke Hindistan’dır. Hindistan, Halkçı Parti’yi iktidarda tutmak için büyük çaba gösterdi. Bugün ortaya çıkan gerçekler, sadece Şeyh Hasina’nın politikasıyla açıklanamaz. Bu Hindistan politikalarının bir sonucudur. 

Şeyh Hasina ile babası Muciburrahman arasında siyasi süreçler anlamında benzerlikten söz edilebilir mi?

Muciburrahman ile Hasina’nın aynı süreçleri yaşadıklarını söylemek güç. Çünkü Şeyh Hasina bahsettiğiniz gibi Şeyh Hasina asla tek parti yönetimini öncellemedi. Çünkü son otuz yılda önemli değişim geçiren ülke siyasal yaşamında bunu gerçekleştirmesine olanak yoktu. Ancak ne yapmak istediği ise muhalefeti baskı altında tutmak oldu. Bunu diğer on üç parti ile ittifak kurarak yaptı. Aslında pratikte bu tek parti yönetimidir... General Erşad’ın Jatiya Partisi bu partiler arasındadır. Bu partilerin Halkçı Parti’den farklı yönleri olduğu düşünülebilir. Ancak hükümetin Erşad ve Jatiya Partisi’yle olan ilişkisi bir tür Halkçı Parti’nin Jatiya Partisi üzerine uygulanan siyasi baskıya ve Halkçı Parti’ye tabi olmasına dayanır. Evet bu noktada Şeyh Hasina’nın uygulamasının babasının 1972-3’de izlediği politikayla aynı olduğu söylenebilir. Ancak mekanizma farklıdır.

Ülke siyasal yaşamında üçüncü bir güç var: Cemaat-i islami. Bu yapı hakkında neler söylemek istersiniz?

Cemaat-i İslami, Pakistan’da kurulmuş bir siyasi partiydi. 1971’de Halkçı Parti seçimi kazandığında Cemaat-i İslami Halkçı Parti’yi tebrik eden ilk partiydi. Ancak Batı Pakistan’da bir tür komplo teorisi gündeme getirildi.. Ve Şeyh Muciburrahman’a siyasi yönetim hakkı tanınmadı. Cemaat-i İslami bu noktada Pakistan’la işbirliği yapmadı. Çünkü bu yapının içinde Pakistan ordusu, mevcut bürokrasi ve Pakistan liderlik yapısı vardı. Cemaat-i İslami bu yapının içinde yer almıyordu.

Daha sonra Zulfikar Ali Butto’nun başını çektiği Pakistan’daki parti ve Doğu Pakistan’daki güçlü lider konumundaki Muciburrahman siyasi sorunların çözümü için birbirleriyle görüşüyorlardı. Bu dönemde iki üç hafta süren görüşmelerde Batı Pakistan ordularını Doğu Pakistan’a gönderdi.

Ve demokratik olarak seçilmiş yönetime karşı askeri harekat başlatıldı. Bu Doğu Pakistan’da sorunların temelini oluşturur. Ancak bu süreçte Cemaat-i İslami’nin rol aldığını düşünmek yanıltıcı olur. Ancak Pakistan’ın askeri operasyonu gerçekleştiğinde Halkçı Parti kadroları Hindistan’a kaçtı ve Cemaat-i İslami siyasi bir görev üstlendi. Halkçı Parti, Hindistan’ın desteğiyle bağımsızlık hareketine başladı. Ve bu yapılanmaya karşı Pakistan ordu gücünü kullandı. Bu Cemaat-i İslami için son derece güç bir durumdu.

Cemaat-i İslami, İkbal’in düşüncesine inanıyordu. Nihai olarak İslami prensiplere dayalı bi yönetim olabileceğine ve bunun toplum için faydalı olacağına inanıyordu. Her iki diğer çözüm de yanlıştı. İki seçim vardı. Ya Pakistan birliğini savunmak ve Paakistan ordusuna yardımcı olmak veya Bangladeş bağımsızlık hareketini savunmak. Ve Pakistan’dan ayrılmak. Bu siyasi bir karardı. Ve Cemaat-i İslami Pakistan’ın birliğinden yana görüş kullandı. Sanırım, bu benim bireysel görüşüm, o zamanlar gençtim ... Bangladeş bağımsız olsa etrafı Hindistan’la çevrili bir ülke olacaktı... Egemenliğini sağlamak son derece zor olacaktı. Pakistan’ın birliği uzun erimli süreçte Bangladeşliler için daha iyi olacaktı.

Cemaat-i İslami’nin söylediği zor bir karar almaları gerekiyordu.. Pakistan’a karşı savaşan Hindistan’ın desteğindeki halkçı parti yanında yer almak veya Bangladeşli sivillere karşı askeri gücü kullanan ordunun yanında yer almak. Cemaat-i İslami birleşik Pakistan’dan ve Pakistan ordusu’nun düzeni sağlamasından... Pek çok masum insan hayatını kaybetti. Öldürülen insanlar, ırzına tecavüz edilenlerin sayısı oldukça abartılmıştır. Çünkü Pakistan, İslam adına ortaya çıkmış bir devletti. Hindistan özellikle bu ölü sayılarının abartılmasında rol oynadı. Bangladeş hükümeti pek çok kez kanıtlar toplamaya çalışmış ancak hiçbir şekilde kamuoyuyla paylaşılmamıştır. Çünkü sayı son derece düşüktü. Bu sayıyı açıklamak istemediler. Gerçekte Şeyh Muciburrahman Pakistan ve Hindistan arasında bir anlaşmaya vardı. Ve suç işlemiş olan hiçbir Pakistanlı ordu mensubu yargılanmayacağı konusunda anlaşma yapıldı. Herkese af ilan edildi. İçinde Cemaat-i İslami de vardı.

Son yirmi yıllık tecrübenin ardından Halkçı Parti, Cemaat-i İslami’yi ortadan kaldırmadan Halkçı Parti’nin iktidarı elde etmesi mümkün gözükmediğini anladı. Cemaat-i İslami kimi desteklerse o iktidara geliyordu. Bunun sonucu olarak, Halkçı Parti, Cemaat-i İslamiyi ortadan kaldırmaya başladı. Bunun öncelikli sebebi de, 1971 hadisesi olarak gündeme getirildi. 40 yıl sonra yeniden gündeme getirildi.

Son dönemdeki yargılamalar ve infaz uygulaması nasıl anlaşılmalı?

Cemaat-i İslami mensupları yargılanmaya karşı değil, ancak bu yargılama uluslararası gözlemciler önünde yapılmalıydı. Ancak bu yapılmadı. Bangladeş Hükümeti, Uluslararası Suçlar Mahkemesi kursa da, gerçekte hem Bangladeş için de bile bu mahkemeye atananlar Halkçı Parti yanlısıdır. Cemaat-i İslami yargılamaların adil olmadığına inanıyor. Bu nedenle karşı çıkıyorlar. Amnesty International, Human Rights Watch, Cemaat-i İslami’nin argümanlarını kabul ediyor ve yargılamaların adil olmadığını söylüyor. Bu yargılamalar herhangi bir uluslararası suçlar mahkemesi kriterlerine uymuyor. Şu ana kadar bir lideri astılar. Ve diğerleri sırada bekliyor... aralarında ulusalcı liderler de var. Asma hadisesi başladığına göre, yönetim muhalefeti dikkate almıyor.. Birleşmiş Milletler, ABD Dışişleri Bakanı Bangladeş yönetimine bu idamların durdurulmasını söyledi. Cemaat-i İslami liderlerine kendilerini savunma hakkı verilmedi. Bu gelişmeler, Hükümetin eylemlerinin ardında bir hedefi olduğunu ortaya koyuyor. 1971’i meşrulaştırıyor diyebiliriz. Bugün uluslararası kamuoyu Bangladeş yönetimine medeni bir dünyada yaşamak istiyorsan medeni davranmasını söylemeli. Halkçı Parti, maalesef medeni davranmıyor. Son derece barbarik bir davranış sergiliyor.

Görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim.

Ben  teşekkür ederim.


Selasa, 07 Januari 2014

Bangladeş’te Seçimler Tamam. Şimdi Ne Olacak? / Elections Done. What’s Next?

Mehmet Özay                                                                                                                      6 Ocak 2014
5 Ocak Pazar günü yapılan 10. genel seçimler darbeler ve askeri vesayet altında hükümetler görmüş ülkenin belki de en çelişkili seçimleri oldu. Sadece ülke muhalefetinin değil, uluslararası çevrelerin de meşruiyeti konusunda ciddi kaygılar duyduğu ve çok düşük oranda katılımın gerçekleştiği seçimler kana bulandı. Muhalefet seçimleri boykot ederken, uluslararası çevreler gözlemci göndermeyerek tepkilerini ortaya koydular. 300 sandalyeli parlamentonun yeni üyelerini belirleyecek seçimde yaklaşık 200 bölgesinde oy kullanılmadı. Çok az sayıda seçmenin oy kullandığı gözlendi. ‘Seçim güvenliğini’ polisle sağlayamayan hükümet ordu birliklerini göreve çağırdı. Buna rağmen, pek çok seçim merkezine saldırılar gerçekleşirken, resmi rakamlara göre 18, muhalefet kaynaklarına göre ise 22 kişi hayatını kaybetti. Öldürülenlerin büyük bir bölümünün muhalefet destekçisi olduğu ve birinin de polis olduğu belirtiliyor. Hükümet şiddet olaylarından muhalefeti özellikle de Ulusal Parti Başkanı Begüm Halide Ziya’yı sorumlu tutuyor. Ziya’nin son beş gündür ev hapsinde olduğu da biliniyor.

Muhalefetin seçimleri boykot kararı almasının ardından seçim bölgeleri dağılımına göre 153 sandalye doğrudan iktidardaki Halkçı Parti’ye gitmiş oldu. Zaten Başbakan Şeyh Hasina da bunu seçimler öncesinde bir zafer edasıyla gündeme getirmişti. Seçimler sonrasında açıklama yapan Enformasyon Bakanı, seçmenlerin kaçta kaçının oy kullandığının öneminin olmadığını, önemli olanın boykot çağrısına uymayarak sandık başına gidenler olduğunu söylemesi akıllara durgunluk verecek düzeydeydi. Oysa seçimlerden daha bir hafta önce yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın %77’si, seçimlerin yapılmasına karşı oldukları çoktan beyan ediyordu. Muhalefet lideri ve Ulusal Parti başkanı Begüm Halide Ziya ise, seçimleri ‘şaka’ gibi bir gelişme diye yorumladı ve bu seçimlerin gerçekte hiçbir siyasi meşruiyeti olmadığını dile getirdi.

Aslında bu çelişkili ve belki de siyasi felâket olarak adlandırılabilecek bu gelişme aylar öncesinden ipuçlarını vermeye başlamıştı. Muhalefetin Hükümet’teki Halkçı Parti’ye (Awame League) seçim hükümeti kurulması yolundaki tavsiyelerine akabinde ABD ve İngiltere, Avrupa Birliği gibi güçlerce Hükümet kanadına yönelik muhalefetle işbirliği içerisinde seçime gidilmesi çağrısı da sonuç vermedi. Seçime gidilirken, Başbakan Şeyh Hasina’nın izlediği tehlikeli yollardan biri ‘seçim hükümeti’ kurmamaksa, bir diğeri de seçim ittifaklarındaki rolüyle iktidar değişikliklerinde önemli bir rol oynayan Cemaat-i İslamiye’nin liderlerini ve akabinde bu partiyi ve  hareketi ortadan kaldırmaya yönelik girişimi oldu.

Aslında bu iki süreç birbiriyle ilintiliydi. Çünkü son yirmi yılda yapılan seçimlere üç ay kala kurulan ‘seçim hükümeti’yle gidilmesini siyasi bir öneri olarak gündeme getiren Cemaat-i İslami liderleri olmuştu. Akabinde, gerek Halkçı Parti gerekse Ulusal Parti ile dönemin siyasi konjenktürlerine uygun olarak seçim ittifakları yapan Cemaat-i İslami her iki partinin eş değerdeki oy potansiyellerini ‘kırabilecek’ halk desteğine sahip olmasıyla öne çıkan bir anlamda dengeleri belirleyici siyasi bir güç olarak ortaya çıkıyordu. Şeyh Hasina’nın 2009 yılı başlarındaki seçimlerin ardından Başbakan olması ve hükümeti kurmasıyla birlikte ülke siyasal yaşamını baştan aşağıya değiştirme çabasında olduğu görülüyordu. Yargı sistemine ve emniyet kurumuna atamalar, ordunun önde gelen bazı subaylarının ‘ortadan kaldırma’ gibi icraatları nihayetinde adına bağımsızlık savaşı denilen süreçte Cemaat-i İslami üyelerinin ‘bağımsızlığa karşı çıkması’ ve o dönem Pakistan ordusuyla sözde ‘işbirlikçilik' yapması argümanını gündeme getirerek adına “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi” denilen yapı ile Cemaat-i İslami’nin önde gelen liderlerini hapis ve ölüm cezalarına çarptırma süreci başladı.
 
Tabii 5 Ocak seçimlerine gidilirken ülke siyasal ve de toplumsal yaşamını kaosa sürükleyen gelişmeleri Bangladeş’in iç meselesi olarak yorumlamak, hele hele günümüz koşullarında son derece ‘naif’ bir yaklaşım olacaktır. Aslında ülkenin bugünkü siyasal ‘gerçekliğinde’ belirleyici olan ‘dış güçler’ daha bağımsızlığa giden süreçten ele alınmayı hak etmektedir. Kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere, son beş yılda Hindistan Bangladeş’den büyük bir kazanım elde etti. Sadece ekonomik anlaşmalar yoluyla değil, ticaret yollarıyla. Öte yandan bazı ayrılıkçı Hint eyaletleri üzerinde sağladığı kontrol de unutulmamalı. Tam da bu noktada Hindistan’ı sadece Bangladeş üzerinde değil, tüm bölgede siyasi temsilci atayan Batılı gücün rolünü göz ardı etmemek lazım...

Bütün bu konulardaki başarı Halkçı Parti’yi iktidarda tutulmasıyla sağlandı. Bu nedenledir ki, Şeyh Hasina’nın ana destekçisi komşu ülke Hindistan’dır. Hindistan, Halkçı Parti’yi iktidarda tutmak için büyük çaba gösterdi. Bugün ortaya çıkan gerçekler sadece Şeyh Hasina’nın politikasıyla açıklanamaz. Bu Hindistan politikalarının bir sonucudur. Bu yaklaşımı ‘komplo’ diyerek küçümsemek veya olan biteni iki kadın siyasetçi arasındaki ‘dalaşla’ ifade etmeye yerine, bölgenin tarihine derinlikli bir bakışla yaklaşmanın gerekli olduğuna kuşku yok. Belki bu iki kadın siyasetçi figüründen geriye doğru giderek de ülkenin görece kısa siyasi tarihini ve bağımsızlık öncesini incelemeye başlanabilir.

Şimdi Bangladeş’te ne olacak sorusunu sorma zamanı. Kimi gözlemcilerin dile getirdiği üzere, Başbakan Şeyh Hasina ülkenin Başbakanı değil, “Dakka’nın Başbakanı” olarak anılıyor. Bunun arkasında hiç kuşku yok ki, Başbakan ve hükümetin ülke genelinde muhalefetin yürüttüğü grev ve boykotlara müdahale edemediği ve güvenliği sağlayamadığına işaret eden bir tanımlama. Zaten bu nedenledir ki, Başbakan ordu birliklerinin güvenliği sağlamasını talep etti. Ancak bu güvenliği sağlamak yerine, toplumsal kaosu daha da artırmaya ve çatışmaların içine orduyu da çekmeye yönelik bir girişim olduğuna kuşku yok.

Bugün gelinen noktada Cemaat-i İslami liderlerine yönelik yargılamalar ve idamlar konusu hâlâ gündemde. Seçimlerin ardından bu konuda hükümetin tavrı ne olacağı merak konusu. Son yirmi yıllık tecrübenin ardından Cemaat-i İslami’yi ortadan kaldırmadan Halkçı Parti’nin iktidarı elde etmesi mümkün gözükmediği anlaşılıyor. Cemaat-i İslami kimi desteklerse o iktidara geliyor. Bunun sonucu olarak, Halkçı Parti Cemaat-i İslami’yi ortadan kaldırmaya karar verdiği söylenebilir. Bunun öncelikli sebebi olarak da 40 yıl aradan sonra 1971 hadisesi gündeme getirildi. Şu ana kadar bir lideri astılar ve diğerleri sırada bekliyor, aralarında ulusalcı liderler de var. İdamlar başladığına göre, yönetim muhalefeti dikkate almıyor demektir. Düşük katılımlı seçimler ülkenin sözde demokratik meşruiyetini temsil etmiyor. Şeyh Hasina’nın önünde iki şık bulunuyor. Ya ordu destekli baskı rejimini giderek artırmaya devam edecek. Ya da Bangladeş halkının talep ettiği asgari demokratik yöntemleri hayata geçirme konusunda muhalefetle masaya oturacak... İlkini seçtiği taktirde, sadece Cemaat-i İslami mensupları değil, geniş kesimler gelişmelerden etkilenecek. İkincisini seçtiğinde ise Bangladeş halkı en azından kısa vadeli olarak derin bir soluk alacak.

Sabtu, 04 Januari 2014

Seçimler Öncesinde Bangladeş’te Son Durum / Bangladesh Before the Election

Mehmet Özay                                                                                                                    4 Ocak 2013

İktidardaki Halkçı Parti (Awame League) tarafından ‘tek taraflı’ olarak karar verilen genel seçimlere birkaç gün kaldı. Muhalefet partileri, yani Bangladeş Ulusal Partisi (BNP) ile bu partinin en önemli seçim ortağı Cemaat-i İslami’nin yanı sıra, muhalefeti temsil eden diğer 16 parti, 5 Ocak’ta seçimleri boykot etme kararı aldı. Öte yandan, iktidar partisi ve koalisyon ortakları olan diğer 13 siyasi parti kendi aralarında yarışacak. Bu seçim fotoğrafı kuşkusuz ki ülkede adına demokratik temsil denilen süreci yansıtmayacak. Sürecin bu noktaya gelmesinde mevcut iktidarın seçim hükümeti kurulmaması konusundaki dayatması baş rol oynadı. İktidar dayatmanın da ötesine geçerek cezalandırma kampanyasıyla önce Cemaat-i İslami’yi, ardından BNP’nin önde gelen liderlerine yönelik tutuklama ve yargılamalara başladı. En son gelişmelerden biri ise, BNP lideri Begüm Halida Ziya’nın ev hapsine tabi tutulması oldu.

Bu durum, ülkenin kısa siyasi tarihinin son yirmi yılında ilk defa genel seçimler öncesinde ‘seçim hükümeti’ kurulmaması anlamına geliyor. Muhalefet partilerinin aylar öncesinde ‘seçim hükümeti’ kurulması yönünde tüm çabası hükümet nezdinde karşılık bulmadı. Ardından Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere makamlarının Halkçı Parti ve Ulusal Parti arasında arabulucu rolü oynamaları da sonuç vermedi. Aslında Şeyh Hasina ve hükümeti bu yıl yapılacak seçimlerin hazırlıklarına yıllar önce başlamışlardı. 2009 yılı başlarındaki seçimin ardından seçim kanunundaki değişiklikle ‘seçim hükümeti’ uygulamasına son verildi. Bu süreç, iktidar ile muhalefet arasında gerginliklerin yaşanmasına neden olurken, toplumsal kaos ve Cemaat-i İslamiye yönelik suçlamalar ve idam cezaları ile doruğa çıktı.

Bu noktada muhalefetin iki güçlü unsuru, Ulusal Parti ve Cemaat-i İslami’nin ne tür bir ittifak içerisinde yer aldıklarına değinilmeli. Ulusal Parti kamuoyu desteğiyle ‘öncü’ bir güç. Cemaat-i İslami ise sahip olduğu organizasyon yapısıyla destekçi görünümünde. Ulusal Parti, kuruluş özellikleri dikkate alındığında ordu kökenli yapılanmaların bir ürünü. Cemaat-i İslami ise ‘pür’ bir sivil hareket. Bugün, Cemaat-i İslami liderlerine yönelik karalama kampanyasının idamlara kadar uzanması karşısında BNP ne idamlara karşı çıkıyor ne de bu idamları onayan hükümete destek veriyor. Cemaat-i İslamiye’yi bu noktada açıkça desteklememesi, yargılamalar ve idamlar karşısında görece sessiz kalması partinin ‘kurucu kökleriyle’ bağlantılı. Bir de ülke medyasının %95’ini elinde tutan bir iktidar aygıtının şekillendirdiği toplumsal algı karşısında Cemaat-i İslami’yi açıktan desteklemenin seçmenleri nezdinde doğuracağı ‘faturayı’ hesap ediyor. Bu hususlar, BNP’nin yüksek sesle direniş göstermemesi ve Cemaat-i İslami’nin yanında yer almamasını kafi derecede açıklıyor. Öte yandan, hükümetin Cemaat-i İslami’yi ‘ortadan kaldırma’ projesine açıkça destek vermemesi de, her halükârda oldukça güçlü bir yapılanmaya sahip Cemaat-i İslami’nin ‘yumuşak’ gücüne kaçınılmaz ihtiyaçdan kaynaklanıyor.

Cemaat-i İslami vechesinde ise, parti tek başına siyasi gücü ele geçiremeyeceği gerekçesiyle BNP ile seçim ittifakı yapmaktan kaçınmadığı bir görüntü hakim. Argümanları da, ülkenin daha iyi yönetimi için mevcut siyasi erkin mutlaka değişmesi düşüncesine dayanıyor. Bu anlamda tedrici bir iyileşmeden yana tavrını bu seçim ittifakları ile kamuoyuna yansıtmaya çalışıyor. Cemaat-i İslami sözcülerinin mevcut sistemin meşruiyet sorunu olduğu yolundaki argümanı, seçim hükümetinin kurulmaması dolayısıyla iktidarın devlet mekanizmasında oynayabileceği roller, bir başka ifadeyle manipüle etme gücünden kaynaklanıyor. Ülkeyi yakından tanıyan kaynaklarımızın ifadesiyle, ‘seçim korsanlığı’ uygulanacak. Yani önceden hazırlanmış oy pusulaları seçimlerde belirleyici olacak.

Peki Bangladeş’i vuran siyasi ve toplumsal kaosu ülkenin iç işleri ile sınırlandırmak ve böylesi sığ bir değerlendirmeye tabi tutmak mümkün mü? Bu soruyu yönelttiğimiz Bangladeşli kimi aktivistlerin cevabı ‘hayır’. 160 milyonluk nüfusunun kahir ekseriyeti ‘Müslüman’ olan Bangladeş’in komşu ülkeleri arasında çoğunluğu Müslüman olan bir ülke bulunmuyor. Öte yandan, hemen yanı başında, Hindistan gibi küresel güç istidadı olduğu şüpheli de olsa, kimi bağlamlarda bölgesel gücü devşirme uğraşındaki bir ülkeye komşu olması dikkatlerin bir ölçüde bu ülkeye çekilmesini gerekli kılıyor.

Kimi gözlemciler, Hindistan Dışişleri Bakan yardımcısı Sujatha Singh’in yakın dönemde Bangladeş’i ziyaret ederek ülke iç politikasına müdahil olacak girişimlerde bulunduğunu ifade ediyor. Kaldı ki, Bangladeş politikası ülkenin ‘ulusal politikası’... Yani Hindistan’daki seçimlerde Kongre Partisi iktidarı değiştiğinde Bangladeş siyasetinde değişme olmayacak. Bu noktada Hindistan bir yandan bölgesel güç kazanımına odaklanırken, öte yandan demografik yapısı dikkate alındığında önemli bir tüketim piyasasına işaret eden Bangladeşi bir tür ‘sömürü’ aracına dönüştürmek istiyor. Yani hem siyasi, hem de ekonomik kazanım peşinde... Kaldı ki, bu ulusal dış politika, sadece Bangladeşle de sınırlı değil. Diğer komşu ülkeler Sri Lanka, Bhutan ve Nepal’e yönelik olarak da benzer şeyleri söylemek mümkün.

Hindistan’ın bugün oynamakta olduğu rol, dün oynadığı rolün devamı mahiyetinde. Hindistan, İngiliz sömürge yönetiminin bölgeden çekilmesinden sonra Doğu ve Batı Pakistan olarak ikiye ayrılan Müslümanların  çoğunlukta olduğu coğrafyanın bir kez daha bölünmesi konusunda elinden gelen çabayı göstermiş bir ülke olduğu hatırlandığında, son birkaç yılda Dakka siyasetindeki gelişmeleri yerli yerine oturtmak için geçmişe dönüp bakmak bir zorunluluk arz ediyor. Bu noktada, acaba Bangladeş akademyasında bir çabadan söz edilebilir mi diye sorulabilir. Bangladeş iktidar erkinin belirleyiciliği, akademisyenlerin bağımsız ve eleştirel çalışmalar yapmalarının önünü alıyor. Bu durum ülkenin modern tarihinin neredeyse anlaşılmasını imkânsız kılıyor ve resmi tarihe mahkum ediyor.

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, bugün Cemaat-i İslami adı verilen köklü ve de ‘yerli’ kuruma karşı başlatılan saldırının nedeni, 1970’deki adına ‘bağımsızlık savaşı’ denilen süreçte, o dönemki adıyla Batı Pakistan’dan ayrılmak istememelerine ve de Pakistan ordusuyla işbirliğine dayandırılıyor. Bu nedenledir ki, Cemaat-i İslami liderlerine yönelik gayri adil suçlamalar, yargılamalar ve idamları, ultra milliyetçi çevreler ‘ikinci bağımsızlık’ süreci olarak adlandırıyorlar. Söz konusu suçlamalara maruz bırakılan Cemaat-i İslami, sanki bağımsızlığın önünde engelmiş gibi gösteriliyor. Burada öncelikle, ‘bağımsızlık’ kavramının Bangladeş ve bölge Müslümanları için neye tekabül ettiği ve bu kavramın ‘üretim’ sürecinde hangi bölgesel ve uluslararası aktörlerin rol aldığı konusu es geçilemeyecek kadar belirleyici bir husus. Israrla ‘Müslüman’ diyoruz, çünkü bu bölge halkının kahir ekseriyeti tarihsel ve geleneksel anlamda bu ‘sosyo-dini’ yapının içinde yer alıyor. Bu gerçeği göz ardı ederek bölge gerçeklerine yaklaşmak, olsa olsa ideolojik miyoplukla tanımlanabilir...

Ancak aynı Cemaat-i İslami’nin liderlerinin, ülkenin kurucu babası ve bugünkü Başbakan Şeyh Hasina’nın biyolojik babası Şeyh Muciburrahman’ın 1970’deki Doğu-Batı Pakistan’daki seçimlerde en çok oyu alması karşısında, Batı Pakistan siyasi elitine ‘Bırakın Muciburrahman ülkeyi yönetsin’ önerisini güçlü bir şekilde dillendirmeleri ise atlanan önemli bir husus. Cemaat-i İslami’yi siyasi etik gereği, ülke ve bölge siyaseti içinde konumlandırmadan, Bangladeş yönetiminin ne yapmak isteğini ve bu yaptıklarının neye tekabül ettiğini anlamak mümkün değil.

Kaldı ki, Cemaat-i İslami liderlerine yöneltilen ‘savaş suçlusu’ yaftası da muğlak bir durum. Ancak kaynakların ve tanıkların ifadesine göre 1970’deki savaş Pakistan-Bangladeş orduları arasında gerçekleşmekten ziyade, Pakistan-Hindistan savaşı olarak kayıtlara geçmiştir. Bunun kanıtını ise, o dönem yapılan barış anlaşmalarına imza atan yetkililerin imzalarında görmek mümkün. Öte yandan, bir zamanlar ‘tu kaka’ kabul edilen, ancak ardından şartların değiştirilmesiyle bir ‘ulusal kahraman’a dönüştürülen babası Muciburrahman’ın siyasi mirasını devşiren bugünkü Başbakan Şeyh Hasina’nın uzun yıllar Hindistan’da yaşadığı dikkatlerden kaçırılmaması gereken hususlardan biri.

Bangladeş’in iç ve bölge siyasal yapısına dair özetle bunları söyledikten sonra, ülkenin kahir ekseriyetini oluşturan Müslüman kitleler hatırına şu hususa da değinmekte fayda var. Bangladeş, başta Türkiye olmak üzere halkı Müslüman olan ülkelerin siyasi ve sivil kesimlerince yakından izlenmesi gereken bir ülke. Ancak aradan geçen süreçte, Batı medyası bir yana, bu yönde özellikle de ilgili ülke medyalarının, Bangladeşdeki gelişmeleri ne kadar yakından izlediği ise kuşkulu. Batılı yayın organlarının devşirmeciliğinde yürütülen habercilik anlayışı sözde özgürlükçü, demokratik çevrelerin zaafiyetlerinin bir kez daha ortaya çıktığını göstermesi bakımından dikkat çekici. Bangladeş gibi dünyanın en yoksul ülkeleri sıralamasında başı çeken, yolsuzluklar konusunda araştırmalarıyla tanınan Uluslararası Şeffaflık Kurumu’nun yıllık raporlarında ilk üçte yer alan bir ülkeye insan hakları, demokrasi, kardeşlik, özgürlük gibi şatafatlı kavramları dillendirenlerin nasıl bir yaklaşım sergilediklerini ibretle izliyoruz. Ülke iktidarını oluşturan ve sol/sosyalist vb. kavramlarla yüklenmiş siyaset jargonu ile hareket eden Halkçı Parti (Awame League) ne insan hakları ne de sahiplendiği sol tandanslı kavramlar ve ideolojik çıkışları bağlamında ele alınıyor. Ülkenin yoksul kesimlerine hak, adalet vb. kavramların ‘ulaşması’ için faaliyet gösteren siyasi bir organ olmanın ötesinde toplumsal açılımları ile öne çıkan Cemaat-i İslami’ye yönelik ‘yakıştırmalar’ ise insafsızlığın ta kendisi denilecek boyutta. Bangladeş’i yazmaya devam edeceğiz...


Jumat, 27 Desember 2013

Bangladeş Siyasetinde Gerçeklere Bakış / Some Facts in the Politics of Bangladesh

Mehmet Özay                                                                                                       24 Aralık 2013
Seçimlere az bir süre kala Bangladeş’de neler olacağı konusunda farklı görüşler var. Bu süreç, hiç kuşku yok ki, Başbakan Şeyh Hasina’nın son dönem başbakanlığında yani, 2009’dan bu yana neler oluyor sorusuyla irtibatlı. Şeyh Hasina örneğin, ülkede ana akım siyasal yapıların kökleriyle ilgili kayda değer bilgiler açılımlar sağlamasıyla da dikkat çekicidir.
Hasina’nın, Halkçı Parti (Awame League)’in başına geçmesi, zannedilebileceği gibi demokratik rekabetin bir sonucu değildir. Aksine farklı siyasi fraksiyonları içinde taşıması nedeniyle parti içi birliği sağlayamamanın doğurduğu bir zorunluluğun akabinde, bir tür köklere dönüş olarak da kabul edilecek şekilde ordu marifetiyle ortadan kaldırılmış ve ardından idolleştirilmiş babasına referansla kızının parti başkanlığına getirilmesi sürecidir. Bu işin ülke içi siyasal yapılaşmasını ortaya koyarken, Hasina’nın hangi dış güçlerce manipülasyona açık olduğunu da ortaya koymak lazım. Çünkü son birkaç yıldır ülkede sürgit devam eden baskı ve zulüm ortamının salt Bangladeş iç siyaseti ile açıklamak mümkün değildir.
Bu noktada, kuruluş yıllarının ardından ülke yönetimini eline geçiren ve tek parti ideolojisi ile hareket eden babası Muciburrahman’ın öldürülmesi süreci yeniden hatırlanmalıdır. Muciburrahman’ın niçin ve hangi güçler tarafından öldürüldüğü üzerinde uzun uzun durulabilir. Ancak burada sadece özetle şu hususa değinebiliriz. O da demokratik seçimlerle başa geçmiş olan Muciburrahman’ın bir süre sonra ülkede siyasal partileri ve medyayı kısıtladı. Tüm memurların kendi partisine üye olmasını mecbur kılacak denli Sovyet sistemine eklemlenme hevesi taşıyordu. Bu ise giderek tek parti tek adamı misyonuyla hareket etmesinin ibareleriydi. Üstüne üstlük, kendine bağlı özel silahlı birlikler oluşturması da bağımsızlıkta ‘rolü’ olan ordu içerisinde huzursuzluklara yol açıyordu. Ancak öldürüldükten sonradir ki, kurduğu parti mensuplarının bile eleştirilerine hedef oldu.
Bu süreçte, arkasında ordunun olduğu güçler tarafından Muciburrahman, eşi ve üç erkek çocuğu ile saldırıda hayatını kaybetmesinin ardından Hasina’nın neler yaptığı önemlidir. 1981 yılında, dönemin devlet başkanı Ziyaurrahman’ın davetine kadar Hasina’nın kadar Hindistan’da olduğu biliniyor. Bu süreçten bağımsız ele alınamayacak bir diğer husus Hasina’nın ülkeye döner dönmez yaklaşık bir ay içerisinde Ziyaurrahman’ın öldürülmesi hadisesidir. Ziyaurrahman’ın kurduğu Milliyetçi Parti içinde de benzer bir sürecin gündeme geldiği görülüyor. Yani, ortadan kaldırılan Ziyaurrahman’ın yerine kızı Halida Zia parti başına getirilecektir. Bu anlamda ülkenin kısa siyasal tarihinde bu iki kadının mücadelesi şeklinde geçtiğini söylemek mümkün. Ancak bu kadın ‘liderlerin’ partileri içerisinde var oluşlarını  demokratik temayüllerle açıklamak mümkün olmadığı gibi, birbiri yerine Başbakanlık makamına gelirken ki süreçlerinde de pragmatik bir yönelim sergiledikleri aşikardır... Bu sürecin vazgeçilmez aktörü olarak ortaya çıkan Cemaat-i İslami’de partileşmeden ziyade bir sivil/toplumsal hareket öncellendiği görülür. Ancak Cemaat-i İslami ikincil bir düzeyde gördüğü siyasal süreçlerde yer alışında önce parti içinde demokratik yöntemleri ardında da ulusal düzeyde mevcut koşullar içerisinde mümkün olan azami düzeyde demokratikleşmeyi öncelleyen bir siyasi yaklaşımı ortaya koymasıyla belki de bazılarınca ‘ilerici’ denilebilecek bir akıma öncülük ediyordu. Cemaat-i İslami’nin daha 1980’lerden itibaren dillendirmeye başladığı seçim hükümetleri uygulamasına yukarıda zikredilen iki siyasi hareketin liderleri dönemin şartlarına göre destek vermiş veya vermemişlerdir. Bu anlamda siyasi ‘ikiyüzlülük’ malul oldukları açıkça ortadadır. Cemaat-i İslami, ülkenin belki de bağımsızlığı öncesinden başlayan bir anlayışla, siyasi hayatın yolsuzluklara kapı aralayan vechesini iyi okumuş, çatışmadan uzak ve halka arzu edilen liderlik konumunu taşıyacak en iyi mekanizmayı ortaya koymaya çalışmıştır. Öyle ki, Prof. Dr. Gullam Azzam’ın liderliği döneminde seçimler öncesinde ‘geçiş hükümetlerine’ vurgu sürekli gündeme getirilmiştir. Bunun temel nedeni de seçim süreçlerinin iktidar odaklarınca manipülasyona açık yapısıdır. Özellikle bu tür ülkelerin modern tarihinde neredeyse istisnasız denilebilecek süreçler Bangladeş’te de gerçekleşmiştir. Öyle ki, 1991 seçimlerinde geçiş hükümetine yanaşmayan Ulusal Parti lideri Halida Ziya, iktidar oluyordu. Akabinde yani 1995’de, iktidarın nimetlerini gören Halida Ziya, Cemaat-i İslami’nin seçim hükümeti kurulması talebini reddederken, iktidara gelmek için bundan ve Cemaat-i İslami ile ittifak olmaktan başka yol olmadığını gören muhalefette bulunan Halkçı Parti ve lideri Şeyh Hasina, Cemaat-i İslami’nin seçim hükümeti yaklaşımını desteklemiş ve kurduğu ittifakla iktidara taşındı. Aynı süreç, seçim hükümeti uygulaması sonucu Şeyh Hasina iktidarı kaybederken, Ulusal Parti ve Cemaat-i İslami seçim ittifakı iktidara gedi. Cemaat-i İslami’nin nasıl bir rol oynadığını burada iyi tahlil etmek gerekir. Tek başına iktidar ol(a)mayan, belki de böyle bir siyasi hırsdan yoksun Cemaat-i İslami ülkenin mevcut şartlarda en iyi yönetilmesinin yollarını arıyordu. Bu noktada öncellediği sosyal faaliyetleri ile üzerine düşeni yaparken, bir siyasi organizasyon olarak da azami katkısını ortaya koymaktan geri kalmıyordu. Ana akım siyasi partiler diyebileceğimiz Halkçı Parti ve Ulusal Parti’nin neredeyse birbirine eşdeğer oy oranları ki bunu %40 olarak zikretmek mümkün, parlamentoda çoğunluğu sağlamak için mutlak surette bir siyasi ittifak yapmaları gerekiyordu. Cemaat-i İslami bu noktada ortaya çıkıyor, sadece %10’a tekabül eden oy oranıyla değil, belki de bundan da öte ittifak yaptığı partiye katma değer katacak sosyo-siyasi mobilizasyonu üstleniyordu. Bu güçlü yapısı, üyelerinin ‘satın alınamazlığı’ ve güç karşısında ‘tehdit edilemezliği’ ile önemli bir yapıyı oluşturuyordu.
İşte bugün gelinen noktada, Başbakan ve Halkçı Parti lideri Şeyh Hasina, kısaca özetlediğimiz yukarıdaki süreci sona erdirecek ve ülke siyasal yaşamında yeni bir evreye girilmesine neden olacak ‘siyasi karalama kampanyasını’ yürürlüğe koymaya başladı. Temelleri 2006 yılı seçimlerine dayanır. Daha o dönemde Halkçı Parti’nin ordu desteğiyle Cemaat-i İslami üyelerine yönelik baskı ve sindirme operasyonları hapisler ve ölümlerle sonuçlandı. Gene ordunun desteklediği sivil hükümetlerin iki yıllık yönetim ülke siyasal yaşamında rol aldı. 2007-2008 yıllarındaki ordu destekli sivil yönetim sırasında Şeyh Hasina’nın “Bu bizim hareketimizin başarısıdır” açıklaması manidardır. Bu, Halkçı Parti ile ordu arasındaki bir ittifakın varlığını ortaya koymaktadır.
2009 yılı Ocak ayındaki seçimlerin hemen akabinde Şeyh Hasina çoktan hazırlanmış planını icraata geçirme şansı buldu. Ve Cemaat-i İslami’nin önde gelen dokuz liderinin ölüm cezasıyla çarptırılması gibi vahim bir duruma ulaştı. Şeyh Hasina’nın seçimlerde önceden hazırlanmış oylarla ve mevcut seçim sandıklarının sayılmamsıyla gerçekleşen manipülasyona dayanır. Öyle ki, hangi parti’nin kaç sandalye alacağı önceden belirlenmişti. Buna göre Cemaat-i İslami’yeye sadece iki sandalye verildi. Ancak normal şartlarda Cemaat-i İslami’nin 15-20 arasında milletvekillik kazanıyordu. Örneğin, en son en yüksek milletvekili sayısı 18’di. Hasina’nın partisi ise sandayelerin %80’ini kazandı.
Yakın dönemde başlayan ve bugüne kadar devam eden süreç, Cemaat-i İslami ile Ulusal Parti arasındaki ittifakı ortadan kaldırmaya yöneldi. Uzmanların ifade ettiği üzere Şeyh Hasina, Ulusal Parti’ye saldıramazdı. Çünkü Halida Ziya’nın babası, General Ziarurrahman partiyi kurarken ordu güçlerinden destek aldığı hatırlanırsa partinin köklerinin ordu artıklarına dayandığı ortaya çıkar. Cemaat-i İslami’yi kolay lokma yapacağı düşünülen argüman ise hazırdı... Yani bağımsızlığa karşı çıkan bir yapıydı...
Halkçı Parti’nin ülke siyasi haritasını değiştirecek girişimlerinde üç temel hedef vardır. İlki orduda değişiklik yapmak. Çünkü ordu ailesini öldürmüştü. Bu orduya beslenen bir intikamdı ve 2009 şubat ayında paramiliter bölümündeki ayaklanma ile uygulamaya konuldu. 57 üst düzey ordu mensubu öldürüldü.. Kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere Hindistan komandoların yönettiği bir operasyondu. Ordu mensupları vahşice katledildi ve cesetleri kanalizasyona atıldı... Olayı araştırmak üzere üç komisyon -ordu, içişleri ve hükümet kanadından- kurulduysa da raporlar yayınlanmadı. Buna ilave olarak, pek çok asker herhangi bir neden gösterilmeksizin ordudan atıldı. İkinci hedef yargı sistemiydi. Halida Ziya yönetiminin atama yapmadığı 251 yargıç partiye mensup yargı üyelerince dolduruldu. Bu süreçte tek kriter parti mensubu olmaktı. Ayrıca, gene boş olan kontenjanları doldurmak amacıyla 30.000 kişi polis gücüne alındı... Öyle ki, sağlık bakanı bile açıkça parti üyesi olmayanların alınmayacağını aleni olarak dile getirdi. Üçüncü hedef ise muhalefet bloğunu ortadan kaldırmaktı. Bununla, muhalefet ittifakına zarar vermek mümkünse ortadan kaldırmak amaçlandı... Cemaat-i İslami ortadan kaldırılırsa Ulusal Parti siyasi mücadele ortaya koyamazdı... Çünkü Ulusal Parti organize bir yapı arz etmiyor. Ulusal Parti’yi etkisiz kılmanın yolu Cemaat-i İslami’yi ortadan kaldırmaktı. Bunun en kestirme yolu da, Cemaat-i İslami liderlerini ‘savaş suçu’ işledikleri yaftasıyla pasifize etmek veya gerekirse ortadan kaldırmaktı. Şimdi bu süreç yaşanıyor.
http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/284240/banglades-siyasetinde-gerceklere-bakis

Oğlu Prof. Dr. Gullam Azzam'ı Anlatıyor

Mehmet Özay                                                                                                        20 Aralık 2013

Bir süredir Bengaldeş’te “Cemaat-i İslami Partisi”nin önde gelen liderlerine yönelik yargılamalar ve idamlar gündemde yer alıyor. Hareketin 1969-2000 yılları arasında yani 31 yıl boyunca liderliğini yürütmüş 91 yaşındaki Prof. Dr. Gullam Azzam da bu süreçte yargılananlardan... Prof. Azzam bir süredir başkent Dakka’daki bir hapishanenin hastane koğuşunda tutuluyor... Hakkındaki yargılamalar sonunda ölüm cezasına çarptırılan ancak daha sonra ilerlemiş yaşı göz önüne alınarak 90 yıl hapsi istenen Prof. Azzam’ın oğullarından Mamoon al-Azzami ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Mehmet Özay: Sayın Mamoon al-Azzami, babanız yani Prof. Dr. Gullam Azzam kimdir?
Mamoon al-Azzami:  Prof. Dr. Gullam Azzam’ı, pek çok kimse bilir. Kimi onu sever kimi nefret eder... 91 yaşında ve hapiste ve 1971’deki olaylardan sorumlu tutuluyor. 90 yıl hapis cezasına çarptırıldı... Babam ve dindar bir siyasi lider... Prensip sahibi bir insan... Tüm yaşamını davasına adamış bir kişi.. Altı oğlu için çok iyi bir rol model... Çevresine ilham veren bir kişi... İslam davacısı... Entellektüel bir zekâ... 138 kitabı kaleme almış bir bilim adamı... Olağanüstü bir insan....
Babanızın Cemaat-i İslami ile tanışması, ilk yılları ve sonrası hakkında neler söylersiniz?
Gullam Azzam, 1955 yılında bu harekete katıldı. Cemaat-i İslam’a girişi, bu hareketin bütünlüklü bir İslami hareket olması nedeniyledir... Yani, bu hareket sadece şahsi yaklaşımı ele alan bir İslam anlayışı değil, aksine, siyasi İslam’ı benimsemiş bir hareket... Babam bu nedenle bu hareket katıldı yanılmıyorsam. Üniversite’de öğrenci birliğinin ‘seçilmiş’ başkanıydı... Cemaat-i islamiye katılmasından iki yıl sonra doğu pakistan bölge temsilci yardımcılığına getirildi. 1969’da parti lideri oldu... Kuzey Bangaldeşte bir devlet üniversitesi’nde siyaset bilimi öğretim görevliliği yaptı... Ardından Cemaat-i İslami’nin bölge lideri oldu... Bildiğim kadarıyla hareket içerisinde en hızla kademeleri yükselen kişi oldu... Öyle ki, iki yıllık süre zarfında genel sekreter yardımcısı oldu...ve birkaç yıl sonra da liderliğe yükseldi... Cemaat-i İslami siyasi hanedanlığa dayanmıyor... Her kademeye seçimle geliniyor... Ve seçimler her üç yılda bir ve gizli oyla yapılıyor... Ve babam her seferinde bu süreçlerin akabinde başkanlığı kazandı... Ve 31 yıl boyunca bu görevi sürdürdü... Cemaat-i İslami içinde demokrasi anlayışı köklüdür... Daha önce dediğim gibi, parti içi seçimlerde gizli oy uygulanır... Ki bunu diğer partilerde görmek mümkün değil... Babam, 2000 yılında bu görevden ayrılmak istedi... Çünkü yaşlanmıştı... Ve artık bu sorumluluğu taşıyamıyorum dedi ve ayrıldı... Bu aslında babamın Cemaat-i İslami’deki görev süresi, sadece bangaldeş’in değil, bölgenin siyasi hareketleri içerisinde sıradışı bir liderlikdi... Cemaat-i İslami Hareketi’nde doğal bir lider(di). Tüm yaşamı bu liderlik çerçevesinde geçti...
Ebu’l Ala al-Mevdudi’yle tanışması nasıl oldu?
1964’de Eyüp Han, Batı Pakistan’da Cemaat-i İslami’yi yasakladığında, babam merkezi şura toplantısı için Lahor’da bulunuyordu... Ve Mevdudi ile birlikte hapsedilenler arasındaydı... İki ay boyunca hapiste Mevdudi ile aynı koğuşta kaldı. Ardından Doğu Pakistan’a (yani Bangladeş’e) gönderildi.. Ve yeniden hapse atıldı... Hapisten çıktıktan sonra, hapis günlerinde Mevdudi’den neler öğrendiğini konu alan bir kitap kaleme aldı... Bir Pakistanlı Hıristiyan mahkeme başkanı Cemaat-i İslami’ye karşı yürütülen bu koğuşturmaları sona erdirdi.
Bağımsızlığın gerçekleştiği 1971 yılı, aynı zamanda Cemaat-i İslami için de bir dönüm noktası. O döneme dair kısaca neler söylemek istersiniz?
1969’da Cemaat-i İslami’nin liderliğine getirildi. Doğu Pakistan’da iki seçime katıldı... Her iki seçimde de devletin kurucusu ve ilk başkanı konumundaki Muciburrahman çoğunluğu elde etti... Ve Pakistan siyasi eliti, Muciburrahman’a siyasi liderliği vermemesi üzerine sorunlar başgösterdi... Özellikle, Zülfikar Ali Butto, Muciburrahman’ın siyasi meşruiyetini kabul etmedi... Ve baskılar sonucu ordu komutanı Yahya Han da sürece destek verdi... Sonunda Bengaldeşte bağımsızlık süreci başladı...
Bağımsızlığa giden süreçte Cemaat-i İslami’nin siyaseten nerede duruyordu?
Başta Cemaat-i İslami olmak üzere tüm İslami organizasyonlar Pakistan’dan ayrılma taraftarı değildi... Çünkü Hindistan’ın Bangaldeşi kontrolü altına almakta olduğu görüşü hakimdi... Hindistan bu bağlamda gelişmelere müdahale taraftarıydı... Cemaat-i İslami ve diğer yapıların ayrılmama nedeni ise, Müslümanların tek bir ülke ve çatı altında yaşamaları talebinden kaynaklanıyordu... Tüm İslami partiler ayrılmaya, bölünmeye karşıydı... Arada 1000 millik mesafe olsa da... Çünkü ayrılık maddi ve ordu gücü sayesinde hindistan tarafından müdahale söz konusuydu... Bu yapıların tereddütleri daha sonraki yıllarda gerçek oldu ve Bangaldeş halkının büyük bir kesimi hindistan’dan nefret etmeye başladı... Hindistan’ın bir parçası olmak onun nüfuzu altında olmak istemiyordu kimse...
Babanız ve Cemaat-i İslami’nin Bangladeş’in kurucusu ve ilk başkanı Muciburrahman’la bağımsızlık öncesi ve sonrasındaki ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?
Babam o zaman Cemaat-i İslami’nin lideriydi... Ve başa geçecek yöneticinin çoğunluğun desteğini alması gerektiğini söylüyordu... Ancak Batı Pakistan’daki siyasi elit bu görüşü kabul etmedi... Sonuçta, savaş kaçınılmaz bir hâl aldı... Babam, tamamıyla şiddete ve savaşa karşıydı... Adaletsizliğe ve demokratik olmayan uygulamalara karşıydı... Biz ve cemaat kadar, örneğin Muciburrahman da babamı övmüştür bu ilkelerinden ötürü... Babam zamanında seçimi kaybetmesine rağmen, “Muciburrahman başbakan olmalıdır” demiştir... Çünkü özgürlük ve demokrasiye inanıyordu... “İnsanlar özgür seçimle onu seçti... O zaman bırakın yönetsin” demiştir...  Ancak Pakistan siyasi eliti bu görüşe yanaşmamışdır... Sonunda savaş yaşandı.. Ne oldu? Kim kazandı? Ne Pakistan ne de Bangaldeş kazandı...
Tüm bu siyasi hayatı içerisinde babanızı, aile yaşamında nasıl bir kişi olarak hatırlıyorsunuz?
Babam aile ve kamusal yaşamı hep aynı ilkeler üzerine inşa edilmişti... Babam’da her şeyden önce rasyonel bir duruş bulurum... Öyle ki, kabul edilmeyen bir görüşe söz verilmesi taraftarıdır... Ve bunu tartışma cesareti gösterir... Herkesin de görüşünü ortaya koymasından yanaydı... Bizi yetiştirirken bu ilkelerle hareket etmişti... Ve çocukları olarak biz ondan pek çok şey öğrendik... Ve bize herhangi bir şeyi dikte etmezdi... Bizi de dinlerdi... Biz böyle yetiştik.. Örneğin beni ve beş erkek kardeşimi İslami harekete girme yönünde zorlamamıştır... Fakat biz altı kardeş kendi seçimimizle harekete katıldık... Bu aslında nasıl bir babamız olduğunu açıkça ortaya koyuyor...
Kamu yaşamında insanlarla iletişiminde onlara söz hakkı vermesi, tartışması, yeni fikirleri dinlemesi bizi yetiştirirken de ilkeleri oldu... Cemaat-i İslami’yi nasıl demokratik ilkelerle yönettiyse aile ve özel yaşamında da böyleydi... Şunu memnuniyetle söyleyebilirim ki, hiçbir baskı sergilememiştir... Ya da tehdit.. Ya da bana şiddet uygulamak zorlamak suretiyle onun izinden gitmeme neden açmamıştır... Fakat ben onun izinden gittim... Çünkü onu ve prensiplerini seviyordum... Çünkü bu doğru yoldu... Çünkü o peygamberin izinden gidiyordu... Bu nedenle ben onun izinden gittim... Bu nedenle ona saygı gösterdim...
Cemaat-i İslami başlangıcından itibaren barıştan yana bir hareket ve ülkenin demokratikleşme sürecine destek vermiş gözüküyor. Nasıl oldu da Cemaat-i İslami kurban seçildi?
Tüm bunlar siyasi konular... Birini sevmiyorsunuz... Ancak bir sebep de göstermiyorsunuz... Burada bir kıskançlık olabilir... Çünkü bu Cemaat-i İslami dürüst, herhangi manipülasyona açık değil... Belki de böyle bir nedeni var Cemaat-i İslamiye’ye saldıranların... Ancak şiddet hiçbir zaman sorunu çözmez... Görüşmeler, tartışmalar anlaşmayla sonuçlanmayabilir, ancak nihayetinde şiddet yoktur bu süreçte... Şiddet, ise kesinlikle sorunu çözmez, terörizm kesinlikle sorunu çözmez, ekstremizm kesinlikle sorunu çözmez... Biz bunları Allah ve Resul’ünün öğretilerinden biliyoruz. Ve babam her zaman bu ilkelerle hareket etti...
Cemaat-i İslami sadece siyasi hareket değil, sosyal bir organizasyon da...
Aslında Cemaat-i İslami’nin siyasi yapısı en sonda gelir.... Önce bir ‘dava’ organizasyonudur... İslam mesajını yaymadır temel hedeftir... Allah ve Rasulu’nün mesajını iletmek... Babamı da bu çerçevede gördüm hep...
Son gelişmelere gelirsek, babanız neyle suçlanıyor?
Aslında, açıkça bir suçlamayla karşı karşıya. İlginç olan günümüzdeki Başbakanın babası tarafından iki yasa çıkartıldı 1970’lerin başlarında... İlki, “savaş suçları yasası” ki ordu ve paramiliter grupları kapsıyordu... İkincisi de “işbirlikçiler yasası”... Bu da askerle işbirliği yapan sivilleri içeriyordu... Ancak babam  ve de Cemaat-i İslami’nin bugün yargılanan liderleri bu iki yasa çerçevesinde bugüne kadar hiçbir zaman koğuşturmaya tabi tutulmamıştır, suçlanmamıştır... Bu durum, son döneme kadar böyle gelmiştir... Mevcut iktidar partisi bu döneme kadar asla babamı savaş suçlusu olarak suçlamamıştır, yargılamamıştır... Ve kırk yıl boyunca babam bir kez olsun karakola düşmemiştir... Nasıl olurda bu suçlamaya maruz kalan kişi 40 yıl boyunca bir kez olsun karakola düşmemiş, iktidarda olmamasına rağmen, koğuşturmaya maruz kalmamıştır... Şunu söyleyeyim... Savaş suçları yargılamaları, uluslararası kurumlarca gerçekleştiriliyor. Ruanda, Bosna, Kamboçya’da hep uluslararası otoritelerce yapılmıştır... Şayet babama veya liderlere yönelik savaş suçları bağlamında bir suçlama varsa, buyrun uluslararası mahkemeye gidilsin... Kaldı ki, bu kurumlar İslami kurumlar çalışanları da Müslüman değil... Buyrun o kurumlara müracaat edelim... Buyrun uluslararası savaş suçları mahkemesine gidelim. Açık yargılama olsun...
Şu anki yargı sürecinin meşruiyeti yok diyebilir miyiz?
1973 “savaş suçları yasası” ve de ardından kurulan mahkeme ordu mensupları içindi...  Ve şu anki Başbakanın babası tarafından gündeme getirildi... Bir diğer deyişle, şu anki başbakan babasının icraatıyla çelişiyor... Çünkü şu anki Başbakan söz konusu askeri savaş suçları mahkemesi kurallarını sivillere uyguluyor... Babası böyle yapmadı... Burada büyük bir çelişki var... Babasına referans yapıyor vs. Ancak uygulamada çelişkiler var... Ve 40 yıl yargılanmamış insanları şimdi mahkemeye çıkartıyorsunuz.... Daha da ötesi... Yargılamadan önce tutuklamalar yapılıyor... Normalde nasıl olması lazım... Önce soruşturma, suçlamaları kanıtla ve mahkeme tutuklama yapar... Ne ev hapsi ne başka birşey var. Doğrudan tutuklamalar söz konusu... Babam şu anda yardıma ihtiyacı var... Yaşlı... Ailesinin bakımına ihtiyacı var... Ve bu inkâr ediliyor...
Kıymetli bilgilerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.
Gullam Azzam’ı bir nebze olsun tanıtmama vesile olduğunuz için ben teşekkür ederim.

Jumat, 20 Desember 2013

Bangladeş’te Sistematik Kıyım

Mehmet Özay                                                                                                                 20 Aralık 2013

Bangladeş, muson yağmurlarıyla, sokak gösterileriyle ve de daha çok 160 milyonluk nüfusunun önemli bir bölümünün yoksullukla mücadelesiyle gündeme gelir... Bu süreçlerin hiç kuşku yok ki, vazgeçilmez ögelerinden biri de siyaset arenasında verilen mücadeledir. Bir kadın başbakan gelir diğeri giderken, pek de kimseden ‘Ne kadar güzel... Çoğunluğu Müslüman bir ülke kadın(lar) tarafından yönetiliyor’ ifadesini pek de nedense duymayız...

Ancak öyle gözüküyor ki, ülkenin maddi yoksullukla mücadelesinde Nobel Ödüllü (2006) Prof. Dr. Muhammed Yunus gibi, bir de siyasi yolsuzluklarla mücadele edecek sivillere ihtiyacı var... Bu ihtiyacın bugünlerde biraz daha aciliyet kesbettiğine kuşku yok... Yaşı kemale ermiş, topluma liderlik etmiş sivil insanlara yönelik cezalar ve idamlar furyasının sürdüğü şu günlerde ülke siyasetindeki açmazlara, karalamalara ve siyasi yolsuzluklara ışık tutacak, yol gösterecek erdemli bir siyasetçiye ihtiyaç her zamankinden daha çok hissediliyor.

Kimilerinin ifade ettiği üzere, belki de bu idamlar bu sürecin başlatıcısı olacak... Yani Cemaat-i İslami, bugüne kadar ülke siyasal yaşamında tek başına iktidar olma şansı yakalayamasa da, mevcut siyasi aktörlerle etkileşimindeki varlığıyla, organizasyon gücüyle ve sadece siyasi parti olmakla kalmayıp, sivil bir girişim olmasıyla Bangladeş toplumuna kazandırdıklarına bir yenisini ekleyecek.

İdamların niçin bugün gündeme getirildiğini anlamak için ülkenin kırk yıllık geçmişindeki siyasi erk ilişkilerini dikkate almak gerekiyor... Ayrıca bunu sadece Bangaldeş toplumu ve siyaseti bağlamıyla sınırlandırmamalı, kökleri İngiliz sömürgeciliğine ve akabinde ulus-devlet yapılaşmasına, bölgesel güçlerin Müslüman toplumlar ve siyasi yapılar üzerindeki dönüştürücü etkileriyle birlikte değerlendirilmeli. Bugün Şeyh Hasina ve hükümeti Cemaat-i İslami’yi suçladığı 1971 Bağımsızlığı’na giden süreçte dokuz ay süren Pakistan-Bangladeş aslında -bunun gerçeği Pakistan-Hindistan Savaşı’dır- bağımsızlığa karşı durmasını gerekçe gösteriyor... Evet doğrudur... Cemaat-i İslami bu bağımsızlığa karşıydı. Çünkü öncelikleri bölge Müslümanların birliğiydi..

Aynı ırktan olmasa da, ümmetçi anlayışı ile öne çıkan bir hareket olması dolayısıyla aynı coğrafyada yüzyıllarca beraber yaşadığı etnik unsurlar arasındaki işbirliğini siyasi birliktelik şeklinde ortaya koymasından öte meşru bir yaklaşım olamaz. Buna ilâve olarak Bangladeş bağımsızlığı olarak öne sürülen olgunun ne denli sahici, Bangladeş milliyetçiliğinden beslendiği de sorunludur. Bağımsızlık Savaşı’nı konu alan eserlerde çok net bir şekilde ortaya konduğu üzere ve de kendisiyle röportaj yaptığımız Mamoon al-Azzami’nin de belirttiği üzere, Hindistan’ın sürekli manipülasyonlarına maruz kalmış bir Bangladeş siyasi ve askeri eliti ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla, zaferi kendine mal etmiş bir komşu ülke yani Hindistan, akabinde, bölgenin tarihsel kültürel ve dini yapılanmasıyla tezat içerek şekilde dönemin Sovyetler Birliği eksenli bir sekülarizmi benimsemiş ve bu süreçte desteğini Hindistan’dan almış bir Bangladeş siyasi eliti karşısında Cemaat-i İslami’nin duruşu dün olduğu gibi bugün de bir birikime dayanıyor.

Ancak Şeyh Hasina ve destekçileri ile uluslararası kamuoyunun önemli bir bölümünün gözden kaçırdığı husus, Cemaat-i İslami’nin varlığının 1971 yılındaki bağımsızlıktan hemen önceki gelişmelerle ortaya çıkmış bir hareket değil... Bir başka deyişle, Cemaat-i İslami kuruluşu 1940’lara dayanan, o dönem Batı ve Doğu Pakistan olarak adlandırılan coğrafyada çeşitli sosyo-siyasi faaliyetleri olan bir oluşum. Süreçte bu birliktelik içerisindeki ilk siyasi rekabete sıra geldiğinde, Doğu Pakistan’ın belli ölçüde demografik yapısından kaynaklanan ‘üstünlüğü’ ile öne çıkması, Batı Pakistan siyasi ve askeri elitinin kabul edebileceği bir olgu değildi. Tam da bu noktada Cemaat-i İslami’nin o dönemki lideri Prof. Dr. Gullam Azzam, Doğu Pakistan’da Bengalli Muciburrahman liderliğindeki Halkçı Parti (Awame League)’in seçimlerden üstün çıkması karşısında Batı Pakistan’daki siyasetçilere “Bırakın, Muciburrahman yönetsin ülkeyi... Demokrasi bunu gerektiriyor... Çoğunluk onu istiyor...” diyordu.

Ancak Pakistan elitinin Cemaat-i İslami’nin bu olgun yaklaşımını tercih yerine reddiyesi, Bangladeş’te dini ve toplumsal bağlılıktan etnik ayrışmaya giden süreci körükleyen önemli nedenlerden biriydi. Zaten ne olduysa bundan sonra oldu... Öte yandan etnik, dil farklılıklarının yani sıra coğrafi ve siyasi ayrışma zamanla nihayetinde 1971’de Bangladeş adıyla yeni bir devletin kurulmasina yol açtı. Tabii, bir de Güney Asya’da siyasi gücünü demografik özelliği, dini ve coğrafi genişliğiyle pekiştiren Hindistan’ın önce bölgesel ardından küresel güç olmasının yolunu açacak şekilde komşu ülkeler üzerindeki siyasi ve de askeri hakimiyetini tesisinde, Bangladeşin sözde milliyetçi çevreleri ile kurduğu işbirliği ve desteği göz ardı etmemek lazım.

1975 yılına kadar yasaklı kalmış, Muciburrahman’ın öldürülmesinin ardından değişen siyasi ortamın imkânları doğrultusunda siyasi meşruiyetini yeniden kazanmış olan Cemaat-i İslami 1977 seçimlerinden itibaren ülkenin önemli siyasi aktörleri arasında kabul edilmiştir. Diğer iki güçlü parti, yani Halkçı Parti ve Ulusal Parti ile kıyaslanmayacak ölçüde seçmen kitlesinin azlığına rağmen, siyasi bir hareketten öte sivil, toplumsal bir hareket olması ile öne çıkan ve bu anlamda son derece organize bir yapı olmasının verdiği güçle neredeyse her seçimde yukarıda zikredilen iki parti tarafından ‘seçim ittifakına’ davet edilen bir siyasi parti oldu.

Öyle ki, bugün iktidardaki Şeyh Hasina’nın 1995 yılında, mensuplarının suçlamalar, yargılamalar ve infazla yüzyüze kaldığı Cemaati- İslami ile seçim ittifakı yaparak iktidara geldiği ne çabuk unutuluyor! Bugün yargılanan liderlerin bir bölümü, örneğin Prof. Dr. Gullam Azzam, o dönem aktif siyasi yaşamın içindeydi. Şeyh Hasina bu liderlerle sohbet ediyor, tokalaşıyor, koalisyon ittifakı çerçevesinde seçimlere birlikte giriyordu. Bunun ötesinde, yargılamalar sürecinde iktidardaki Halkçı Parti’nin icraatlarında başka çelişkiler de görülmeli.

Başbakan Şeyh Hasina’nın babası, yani Muciburrahman 1973’de iki yasa çıkarttı. İlki, “Savaş Suçları Yasası” ki bağımsızlığa karşı çıkan ordu mensuplarını; “İşbirlikçiler Yasası” olarak anılan ikincisi ise süreçten sorumlu tutulan sivilleri kapsıyordu. Birinci yasa çerçevesinde 195 Pakistan askerinin yargılanması gündeme gelirken; ikinci yasa çerçevesinde önce yüz bin kişi tutuklarınken, büyük bir bölümü Muciburrahman’ın genel af yasasından istifade ederken, sadece 731 kişini yargılanması sürdü. Ve süreç 1973-74 yılında tamamlandı... 

Ancak o dönem, söz konusu bu iki yasa çerçevesinde yargılananlar arasında Cemaat-i İslami’nin bugün yargılanan ve hapsedilen liderlerinin hiçbiri bulunmuyordu. Üstelik bu insanların ülke güvenliğini tehlikeye atacak girişimleri de bulunmamakta. Mamoon Al-Azzami’nin babası Gullam Azzam örneğinde dile getirdiği üzere kırk yıl boyunca bu liderler bir kez olsun karakola düşmemiş, iktidar olmamasına rağmen, koğuşturmaya maruz kalmamıştır. Bugün ortaya konan politikaların gerçeklerle iler tutar bir yanı bulunmadığı aşikâr. Siyasi bir intikam sürecinden geçildiği anlaşılıyor. Bunun öncülleri daha 2006 yılındaki seçimlerde belirmiş akabinde, 2009’da Şeyh Hasina’nın Halkçı Partisi’nin iktidara gelmesiyle pratiğe dökülmeye başladı. Gözlemcilerin dile getirdiği üzere burada üç aşamalı bir plan var. Birincisi, orduda tasviyeye gitme. Bu açılım, Hindistan destekli bir icraatla üst düzey 57 ordu mensubunun katledilmesiydi. İkincisi, yargı sistemindeki ve emniyet teşkilatındaki boş makamlara Halkçı Parti yandaşlarının yerleştirilmesiydi. Üçüncüsü de Cemaat-i İslami’nin Ulusal Parti olan seçim ittifakı sürecini baltalamaktı... Şeyh Hasina ve ekibi ilk iki aşamayı tamamladı. Şimdi üçüncüsünde. Koğuşturma ve hapislerin sadece önde gelen yaşlı liderlerle sınırlı olmadığı, gelen haberlere göre, Cemaat-i İslami’nin neredeyse tüm unsurları üzerinde baskı ve sindirme operasyonunun sürüyor oluşu mevcut iktidarın maalesef bu üçüncü sürecide tamamlayacağına inancını gösteriyor.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/283844/bangladeste-sistematik-kiyim