Tampilkan postingan dengan label Avustralya. Tampilkan semua postingan
Tampilkan postingan dengan label Avustralya. Tampilkan semua postingan

Senin, 09 September 2013

Avustralya’da Yeni Dönem / A New Era in Australia

Mehmet Özay                                                                                                                    9 Eylül 2013

The election result might be seen in the view of getting a lesson from internal disputes in a leading party. The Australian voters did not forgive the mistakes insistingly conducted by the leadership in the Labour. Even Kevin Rudd as a skillful politician cannot save the party. Maybe Abbott emerged from the hopelessness. Moreover, the voters did not have an intention to vote for the Coalition, but there were no choices. 

Avustralya seçimleri iktidar değişikliği getirdi. İki dönemdir, yani altı yıldır iktidarda olan İşçi Partisi, iç çekişmelerinin faturasını ağır ödedi. Cumartesi günü yapılan genel seçimlerde Liberal Parti ağırlıklı Koalisyon gücü 150 sandalyeli parlamentoda 88 sandalye kazanarak iktidara yerleşirken, İşçi Partisi 57  sandalye ile muhalefete geçti. Böylece 76 milletvekili ile hükümeti kurma şartını elde eden Koalisyon önümüzdeki üç yıl boyunca ülkeyi yönetecek. Seçimin İşçi Partisi bağlamında ortaya koyduğu gerçek ise partinin iktidarı kaybetmekle kalmadığı, aynı zamanda son yılların parti içi liderlik mücadelesinin öznesi Kevin Rudd ve Julia Gillard partideki görevlerinden ayrıldıklarını açıkladılar.

Son dönemdeİşçi Partisi’ndeki liderlik çekişmesi, sadece partili milletvekilleri arasında ayrışmayı getirmedi. Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu gibi, Kevin Rudd gibi göz ardı edilmeyecek bir liderlik sergileyen politikacıya rağmen, seçmen nezdinde inandırıcılığını yitirmiş bir İşçi Partisi vardı politika sahnesinde. Rudd, güçlü siyasetçiliğine rağmen, parti içi demokrasiyi işletmemesiyle, bir başka deyişle kendine çok güvenen yaklaşımları ile dikkatleri çekmişti. Bunun ilk işareti Gillard’ın 2010’da Parti liderliğini ele geçirmesinde  ortaya çıkıyordu.Rudd, 2013 Haziran’ında yeniden partide dizginleri ele geçirdiğinde yaşananlardan ders çıkardığını ifade etse de, seçim tarihinin çoktan kararlaştırılmış olması nedeniyle Avustralya kamuoyunu İşçi Partisi’ne yönelik algısında arzu edilen değişikliği gerçekleştirecek zamanı olmadı. Seçimler sonrasında parlamento oluşumuna bakıldığında İşçi Parti’sinin iktidar karşısında muhalefet rolünü oynayabilmek için öncelikle iç çatışmaları sonlandırması ve güçlü bir lider çıkarması gerekiyor.

Koalisyon’un seçim zaferinin ardında bir başka önemli neden ise vergi indirimleri söyleminin karşılık bulması. Tabii ülkenin önde gelen iş çevrelerinin ellerini oğuşturmasına neden olan bu çıkış, medya devlerinin de desteğiyle Abbott’un önünü açıyordu. Bu noktada Liberal Parti Başkanı ve yeni Başbakan Tony Abbott’un kim olduğuna kısaca bir göz atalım.Üniversite yıllarında boks sporuyla ilgilenmiş, bir ara rahiplik yapmış, ekonomi ve politika öğrenimi görmüş Abbott, 2009’da Liberal Parti başkanlığına ‘bir oyla’ kazanmayı başardı. Ikibinli yılların başında Sağlık Bakanı olarak dönemin hükümetinde yer alan Abbott, seçimlere aylar kala yapılan anketlerde ikinci sırada gözükse de, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İşçi Partisi’nde ‘ısrarla sürdürülen’ çatışmacı yaklaşıma güçlü bir tepki gösteren seçmen tarafından -belki de pek de istemedikleri bir lider olarak- Başbakanlığa taşındı.

Abbott, seçim zaferinin ardından yaptığı ilk günkü açıklamasında ‘yapacak çok iş var’ diyordu.İşlerin başında Endonezya üzerinden gelen yasadışı göçmenler meselesi; ülke ekonomisinde önemli bir yeri olan çiftlik işletmeciliği ve yaşlanan nüfus gerçeği karşısında sosyal politikaların geliştirilmesi geliyor. Göçmen konusu aslında ulusal bir tepki çektiği için kampanya döneminde her iki partinin de gündemindeydi. Selefi gibi Rudd gibi, Abbott da bir süre sonra Cakarta’da boy gösterecek. Tabii mülteciler konusunda Cakarta’dan şu aylarda çözüm beklemekolsa olsa iyimserlik olur. Endonezya seçimlerine ramak kala, Susilo Bambang Yudhoyono “zaten ben gidiciyim” deyip, sarayında ‘misafirperverliğin’ ötesinde bir çabası olmayacak; önde gelen diğer politikacılar da ‘seçim borsasında’ yer alma yarışındayken ve de kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere ülke bürokrasisinin çeşitli birimleri bu illegal göçten nemalandığı  düşünüldüğünde  Abbott’un ne gibi bir sonuç elde edebileceği şüpheli. Ancak illegal göçmenlerin azımsanmayacak bir bölümünü Müslümanların oluşturduğu düşünüldüğünde bu ayıptan hiç kimse kaçmaması gerekir. Müslümanlar adına hareket ettiği ifade edilen, oysa gerçekte ne birliği olduğu şüpheli uluslararası kimi kuruluşların bu insani durum karşısında sorunu anlamaya yönelik bir araştırmaları olup olmadığını sormanın bir karşılığı var mıdır acaba?

Ülke ekonomisinin dayandığı zengin maden kaynakları yerini müşterileri arasında İslam ülkelerinin de önemli bir yer tuttuğu çiftlik işletmeciliği geliyor. Bu yatırımlar sayesinde Avustralya’nın gıda üretiminin küresel dönemde göz ardı edilmeyecek bir ‘güç’ olduğunu dünyaya kanıtladığını söyleyebiliriz. ‘Helâl’ konusu mu? O da yoluna konulmuş gözüküyor. Tıpkı ‘faizsiz bankacılık’ uygulamasında kazancın yolunu gören dünyanın önemli finans kuruluşlarının politikaları gibi dev çiftlik işletmecileri de İslam coğrafyasındaki müşterilerini tatmin edecek ‘Helâl’ üretimleri gerçekleştirmekten elbette ki imtina etmeyeceklerdir. Koalisyon iktidarının ekonomi alanındaki öncelikli politikalarının başında çeşitli ülkelere özellikle bölgesindeki Pasifik Adaları ülkelerine yapılan yardımlarda kısıntıya gidilmesi geliyor. Bu politikanın icraata geçirilmesiyle dört yıl içinde 4.5 milyar Dolarlık ‘tasarruf’ yapılması, bir başka deyişle bu bütçenin ülkedeki alt yapı çalışmalarına ayrılması öngörülüyor.

Muhafazakâr görüşlerin ağırlık kazanacağı bu yeni dönemde Avustralya’nın aslında bir ülke politikası olarak görülen ‘Güneydoğu Asya-Pasifik’ açılımında nasıl bir rol oynayacağı merak konusu. Bu yönde ilk gösterge ‘negatif’ hanesine yazılacak bir uygulama olarak gözüküyor. Yukarıda dile getirdiğimiz üzere, ağırlıklı olarak bölge ülkelerine yönelik yardımların kısılmasının, ilgili ülkelerle ilişkilerin istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi önünde bir engel oluşturacağı düşünülebilir. Kaldı ki, bu yardım kesintisinin ülkenin üç önemli şehrindeki alt yapı çalışmalarına aktarılacağı yönündeki açıklamada ‘içe kapanmanın’ bir işareti. Avustralya’nın Müslümanların çoğunlukta olduğu Endonezya-Malezya ile ilişkilerinde ‘medeniyetler ayrımını’ körükleyecek boyuta uluşması hiç de istenmeyecek toplumsal tepkilere yol açabilecek tehlikeleri içinde barındırıyor. Henüz yeni yayınlanan ve Avustralya’nın 2025 hedeflerini ele alan ‘Endonezya Ülke Stratejisi’ belgesinde de vurgulandığı üzere Endonezya’nın 2025 yılında dünyanın gelişmiş onuncu ülkesi olacağı projeksiyonundan hareketle,bu ülke ile ilişkilere ayrı bir önem verilmesine yapılan vurgu dikkat çekiyor. Koalisyon hükümetinin, tüm muhafazakârlığına rağmen, bu ekonomik göstergeyi olabildiğince dikkate alacağı düşünülebilir. En azından, süreçte İşçi Partisi’nin ve Senato’nun hükümet politikaları üzerinde ‘yapıcı’ müdahalelerinin bu yönde bir açılıma sebep olacağı da gözlerden uzak tutulmamalı.

Endonezya’yı ele alan bu raporda Avustralya’lı bürokratların iştahını kabartan hiç kuşkusuz ki, Endonezya’nın ‘tüketimci ekonomiye’ endeksli gelişme göstermesi. Ekonomisi %5-6’lar düzeyinde büyüse de, insan kaynakları, alt yapısı epeyce ‘açık vermesine’ rağmen, bir önceki yazımızda vurguladığımız gibi bu açığı kapatacak ‘dış yatırımlar’ noktasında Avustralya ‘gönüllü’ rol oynamaktan çekinmeyecektir. Bu noktada eğitim alt yapısındaki başarısız politikalar, son birkaç yılda yaşanan ‘müfredat’ ve ‘sınav’ skandalları, Cakarta çevrelerinde ‘teknik destek’ amacıyla Sdyney’in kapısını aşındırmaya başladı bile. Öyle ya, adına İslam ülkeleri denilen bütün içinden pek de ‘model’ alınacak bir yapılanma olmadığına göre, yanı başında hem de çokça hayranlık beslenen Anglo-Sakson dünyasının bir temsilcisinden gönüllü yardım almak kadar rasyonel bir çözüm olamaz.


Kamis, 05 September 2013

Avustralya Seçim Gidiyor / Election in Australia

Mehmet Özay                                                                                                                      5 Eylül 2013
Election in Australia on coming Saturday. The Australians will determine by their votes a new government on coming Saturday. This election will be the subject of a fierce competition between the rival political parties, say, the Labour Party and the Coalition (the Liberals, The Green Party and National Party (Country Party). Australia, a continental country, gradualy has developed its regional and international relations after nearly the end of the Cold War. There is no doubt that the country has been forced to act simultaneously by not only internal factors, but maybe mostly by regional such as ASEAN and APEC and international factors for instance the expansion of globalization. Among them is the most significant impact has been the concept of Islamiphobia engineered in Europe and the northern America. The cases in 2002 and 2003 in Indonesia were also vehicles in the emergence of a new pespective among the Australians and also the Government.
Kıta ülkesi Avustralya Cumartesi günü seçime gidiyor. 1980’lere kadar içe kapanık bir yapı sergileyen, ancak birbiri ardı sıra ortaya çıkan bölgesel ve küresel gelişmelere paralel olarak uluslararası ilişkilerde belirleyici olma konusunda girişimlerde bulunan ülke siyasal yaşamı son dönem çalkantılarla kendini ortaya koyuyor. Bu bağlamda, İşçi Partisi’nin iktidarının pamuk ipliğine bağlı olduğu uzunca bir süredir konuluşuyordu. Muhalefetteki Liberal Parti’nin bugünkü hükümeti oluşturan İşçi Partisi önünde yer aldığını gösteren son seçim anketleri ülkede iktidar değişikliğinin sinyali olarak algılanabilir.
Bunun en temel nedenlerinden biri kuşkusuz ki, iktidardaki İşçi Parti’sinde bir türlü dinmek bilmeyen parti içi liderlik mücadelesi. Bu mücadele, son beş yılda yılda Başbakanlığın aynı parti içindeki liderler arasında el değiştirmesine neden olmuştu. 2010’da parti içi devrimle Kevin Rudd’u yerinden eden Julia Gillard seçimler sonunda Başbakan olmuştu. Rudd-Gillard mücadelesi öyle böyle değil, Rudd’un Dış İşleri Bakanlığı görevinden ayrılmasına kadar varmıştı. Süreçte Gillard, benzer bir tepkiyle yani, İşçi Partisi milletvekillerinin ‘saf değiştirmesiyle’ bu kez kendisi geçen Haziran ayında benzer bir sürece konu olmuş hem parti liderliğini hem de Başbakanlık koltuğunu yitirmişti.
Peki muhalefet bu seçimlere nasıl hazırlanıyor? İşçi Partisi ile Liberal Parti arasındaki yarışta anahtar rol Yeşiller ve Avustralya Ulusal Partisi tarafından oynanıyor. Bu üç parti yani Liberaller, Yeşiller ve Ulusalcıların ittifak gücünün kayda değer yapılaşmasından ötürü ‘Koalisyon’ olarak adlandırılıyor. Tabii bu durum, ittifakın sorunsuz yürüdüğü anlamına da gelmiyor. Örneğin, Yeşiller, olası bir zaferde Abbott’a tüm yetkileri devretme gibi bir niyet içinde değiller. Zaten son dönemde Avustralya seçmenini ve siyasi yaşamında değişimi arzulayan çevreler Rudd’un kendi başına buyruk bir yönetim sergilemesi olduğuna vurgu yapıyorlar. Benzer bir durumun, muhalefetin olası bir zaferi sonrasında yeniden ortaya çıkması, siyasal yaşamda sesinin duyulmasını arzulayan çevrelerce kabul edilebilir bir durum değil. Bu bağlamda, Avustralya seçmeninin kararsızlığı mı yoksa kayıtsızlığı mı diyelim, siyaseti tek partinin güdümüne terk etmek eğiliminde değil. Ya da ülkenin geldiği Anglo-Sakson geleneğin bir ürünü olarak, demokrasi denilen siyaset yapma biçiminde lider ve partiden ziyade farklı seslerin güncellendiği bir siyaseti öngördüğünü düşünmek de mümkün. Öte yandan, muhafazakâr nitelikleriyle öne çıkan ve özellikle kırsal kesim seçmenine hitap eden Ulusal Parti’nin de, özellikle göçmenler konusunda ‘farklı’ politikalar içerisinde olacağı tahmin edilebilir. Abbott’un bir süredir Endonezya üzerinden gelen yasa dışı göçmenler konusunda ‘güvenlik’ tedbirlerini de gündeme getirecek çözüm arayışlarında olduğu hatırlandığında, Ulusal Parti’nin şayet uygulanması halinde bu politikaya destek vereceğine şüphe yok.
Bu seçimde halkın karar sürecinde rol ayan politikaların başında eğitim, sağlık, sosyal hizmetlerin, özellikle de özellikle yaşlı nüfusunun giderek arttığı göz önüne alındığında sosyal hizmetlerin niteliği geliyor. Öte yandan, özellikle Endonezya üzerinden ülkeye kaçak giriş yapan mülteciler sorunu halkın hassasiyet gösterdiği konuların başında geliyor. Zaten Haziran ayındaki lider ve başbakan değişimin akabinde, Rudd bu konunun seçim malzemesi olacağını bildiğinden 4 Temmuz’da soluğu Cakarta’da almış ve Susilo Bambang Yudhoyono ile ülke topraklarını/denizlerini transit olarak kullanan illegal mülteci akınına son verilmesi için kapsamlı işbirliği konusunda görüşmeler yapmıştı. Hiç kuşku yok ki, Rudd’un bu girişiminin ardında Avustralya halkının sadece %30’unun yasa dışı insan ticaretinin engellenmesinde Endonezya’nın yapıcı işbirliği kanaatinde olmalarının etkisi büyük. Bu çerçevede, Endonezyalı bir gazetecinin dile getirdiği üzere insan ticaretini engellemeye yönelik olarak geniş sahil şeridlerini kontrol altında tutacak bir güvenlik ağına sahip olmaması kadar, Endonezya makamlarının etkin ol/a/mamasını ‘yolsuzluklar’a bağlamasında hiç de şaşılacak bir yön yok!
Seçim kampanyasında Dış Politika konusu da dikkate değer bir yer aldığı gözleniyor. Özellikle Muhafazakâr Parti Başkanı Abbott, hükümeti kurması durumunda önceliğinin Asya ülkeleri -tabii bundan kasıt Doğu ve Güneydoğu Asya- ile ilişkilerinin öncellenmesine verileceğini söylemesi, son dönemde uluslararası ilişkilerde bölgenin kayda değer gelişmesinin de payı var. Büyük ölçüde İngiltere’den, bir ölçüde de Amerika’dan azade olma yönündeki bu Asya açılımını Liberal Parti’nin programı olmnın ötesinde ülkenin genel Dış Politikası’nın dinamiği olarak okumakta fayda var. Çünkü Rudd’un yukarıda zikrettiğimiz Cakarta ziyaretinde üst düzeyde paylaşılan Avustralya Stratejik Plânı’nda Japonya, Güney Kore, Hindistan ve Çin’le birlikte Endonezya’nın varlığı son derece önemli.
Bahsi geçen bu ülkelerle ilişkiler ticaret, güvenlik, insan hakları, ekonomik işbirliği gibi boyutlarını içeriyor. Doğu Asya ülkeleri şimdilik bir yana, ASEAN özellikle de Endonezya bağlamında bu ilişkileri kısaca bakmakta fayda var…
Avustralya’nın bölgeyle ilişkilerinin iç siyasete etkisinin giderek artan bir önemde olduğu bir süredir gözlemleniyor. Bu bağlamda, hiç kuşku yok ki, Batı’da çokça dillendirilen, İslamifobia’nın karşılık geldiği bir coğrafya olması ülke yönetiminin ve halkının bölgedeki Müslüman halklarla ve sözde yönetimleriyle ilişkilerini diri tutuyor. Bu çerçevede, İslamifobia’nın Güneydoğu Asya’daki karşılığı olarak öne çık/artıl/an Endonezya’ya komşu olması ve bu süreçte 2002-2003 yıllarında aralarında çoğunluğunu Avustralya vatandaşlarının oluşturduğu turistlerin hedef alındığı hadiseler ülke yönetiminin ve de toplumunun bölgede güvenlik hedefli başlayan aktif siyasete soyunmasının önündeki kapıyı aralayan bir etkisi oldu. Bu sürecin bir diğer ayağını ise ASEAN’ın genişlemeci siyaseti ile bölge ülkelerinin görece ekonomik kalkınma süreçlerinin doğurduğu cazibe merkezi olduğuna kuşku yok. Bu çerçevede gelişmiş ekonomiler arasındaki yeriyle Endonezya ile ekonomi alanındaki ilişkiler yadsınır gibi değil. Kaldı ki, Avustralya’nın Endonezya’ya yarım milyar Doları bulan kalkınma yardımı yaptığı da biliniyor. Aynı zamanda Pasifik coğrafyası ve de topluluğunun da önemli bir parçası olan Avustralya Amerika’nin önderliğinde geliştirilen APEC özelinde de bir rol üstleniyor.
Gerek İslamifobia gerekse ASEAN ile ilişkiler bağlamında Avustralya’nın Endonezya ile yakınlaşma süreçlerine bir tür çatışmacı yaklaşımların da eşlik ettiğinden söz edilebilir. Bu noktada, Avustralya’nın kuzey’indeki bu ‘dev’ ülkeyi potansiyel bir tehdit olarak algılamasından mütevellik sınırlarını güvenlik çemberine alma çabası sergilediği biliniyor. Endonezya yönetimini ve de halkını Avustralya’ya karşı şüpheli -hatta zaman zaman- bir nevi ‘düşman’ olark algılatmaya iten ise Doğu Timor’un bağımsızlığına giden süreçte oynadığı roldü. Bu rolün bir benzerinin Papua üzerinde de uygulanmaya çalışıldığı konusunda Cakarta’da şüpheler yok değil. Bununla birlikte, kalkınmacılık bağlamında Endonezya halkının Avustralya’ya yönelik görece olumlu bir algı içinde olduğu görülüyor. Örneğin, yapılan bir araştırmada Endonezya halkının %61’i şirket, bankacılık vb. ekonomik girişimlerin Australya şirketlerince yönetilmesi taraftarı olduklarını ifade etmişler. Kimi gözlemcilerin ileri sürdüğü üzere, bu yaklaşım bir tür gönüllü sömürgecilikten ziyade ülke yönetim ve bürokrasininin işi ‘ehlince’ yerine getirmemesiyle bağlantılı kuşkusuz ki.  
Temellerini Anglo-Sakson medeniyetinin attığı ülke, bu anlamda, Batı’nın bölgedeki temsilcisi hüviyetini taşımasıyla da bir anlamda geniş Malay Müslüman ve Budist dünyasındaki gelişmelere kayıtsız kalmayacaktı(r). Bununla birlikte, siyasi akıl ve kurucu figür İngiltere’den ziyade, stratejik ortağını ABD olarak belirleyen Avustralya yönetimi ASEAN-APECa ilişkilerine giderek artan bir önem vermeye başladı. Amerika demişken, ülkenin kuzeyindeki önemli şehir Darwin’de Amerikan deniz kuvvetlerine bağlı üssün varlığı bu işbirliğinin en somut karşılığı olarak ortaya çıkıyor. Zaman zaman değindiğimiz üzere, bu üs, Amerika’nın Güneydoğu ve Doğu Asya coğrafyasını içine alabilecek militarizasyonun merkezlerinden biri olmasıyla dikkat çekiyor.
Ülke yönetiminin, ASEAN Sekreterliği’ne ev sahipliği yapan, Birliğin en önemli üyesi ve -en azından potansiyel olarak- başat gücü olarak dikkat çeken Endonezya’ya ayrı bir ilgiye yaklaştığı aşikâr. Turizmden güvenliğe, eğitimden dış ilişkilere çok çeşitli alanlarda Endonezya’yı kuşatıcı girişimlerinin yakından izlenmesinde fayda var.
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=273297

Senin, 01 Juli 2013

Avustralya Siyasetinde Değişim: Kevin Rudd Yeniden Başbakan

Mehmet Özay                                                                                                                 1 Temmuz 2013

Avustralya siyasetinde Kevin Rudd bir kez daha sahnede. İşçi Partisi’nde bir türlü durmak bilmeyen çalkantılar sonrası yaşanan gelişmeler sonunda, Rudd bir kez daha Parti Başkanlığı’na dolayısıyla Başbakanlık koltuğuna oturdu. 2007-2010 yılları arasında Başbakan olan Julia Gillard’a devretmek zorunda kalan Rudd Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenmişti.

Kevin Rudd geçen Çarşamba günü Parti Kongresi’nce Canberra’da yapılan seçimde yarıştığı Başbakan Julia Gillard karşısında 57’e karşı 45 oyla yeniden başkan seçildi. Böylece, Gillard’ın bundan tam üç yıl önce devirdiği Rudd’un, parti içerisinde yeniden büyük bir güç kazandığı tüm gözlemcilerin ortak kanaati. Bu süreç, hiç kuşku yok ki, İşçi Partisi meclisince, önümüzdeki Sonbahar’da yapılacak Genel Seçimler öncesinde partinin kay kaybını önleyebilecek tek isim olarak görüldüğünü ortaya koyuyor. Bunun pratikteki yansıması, bu seçimin hemen ardından yapılan kamu oyu yoklamalarında dört kritik seçim bölgesinde İşçi Partisi’nin oylarını %10 artırması ile karşılığını bulmasıydı.

Rudd, yukarıda ifade ettiğimiz üzere, üç yıl önce benzer bir şekilde Parti Başkanlığı’nı kaybetmekle kalmamış, ülkenin ilk kadın Başbakanı Gillard ile yıldızının bir türlü barışmaması nedeniyle Dışişleri Bakanlığı görevinden de ayrılmak zorunda kalmıştı. O günden bu yana, Gillard’a ve hükümete yönelik girişimlerde bulunacağına kesin gözüyle bakılan Rudd, önce saflarını güçlendirmiş ve ardından seçim öncesinde son darbeyi vurmak için hareke geçmişti.

İki siyasi figür arasında ilginç benzerlik bununla bitmiyor. Gillard, şayet bir değişiklik olmazsa, parti meclisindeki seçimin ardından siyasi yaşamını kısa süre sonra noktalayacağını açıkladı. Bu durum, Avustralya siyasetinde Rudd’un elinin giderek daha da güçleneceği anlamına geliyor. İktidardaki İşçi Partisi Başkanlığındaki bu değişiklik sonrasında Başbakanlığın da el değiştirmesi, akabinde kabinede Gillard yanlısı Bakanların da istifasıyla yerlerine yenilerinin atanması bekleniyor. Rudd’un bir sonraki hedefi ise bağımsız milletvekilleriyle dirsek temasını güçlendirmek olacak.

Tam da bu noktada üç yıl önce ne olduğuna kısaca bakmakta yarar var. O dönem Rudd’a yönelik olarak parti içerisinde muhalif kanadın ortaya çıkmasında aşırı hırslı, kibirli, kolay baş edilemez mizaçta olduğu öne sürülse de aradan geçen sürede bu karakteristiklerinin ne kadar değiştiğine önümüzdeki süreçte tanık olunacak. Bununla birlikte, Rudd’un siyasi yaşamında önemli bedel ödemeye yol açan şahsına yönelik bu yöndeki eleştirileri ciddiye aldığını geçenlerde yaptığı basın açıklamasında ortaya koyuyordu. Rudd, seçimin ardından yaptığı ilk basın açıklamasında, geçen birkaç yıl içerisinde önemli siyasi tecrübeler kazandığını ima eden cümleler sarf ediyordu. Bu bağlamda, siyasetin zor zanaat olduğuna vurgu yapan Rudd, yakın geçmişte yaşananlardan dersler aldığını samimi bir dille gündeme getiriyordu. Aldığı derslerin en önemlisinin kabine üyeleriyle daha sık danışma toplantıları yapmak olduğunu vurgulaması dikkat çekiyordu. Bir başka önemli değişiklik sinyali ise belli ki ‘kibirli’ duruşun politika dilindeki karşılığı olarak gündeme getirdiği ‘Büyük Avustralya’ vurgusu yerine, ‘sürdürülebilir Avustralya’ kavramına konuşlanacağı yönünde.

Liderlik düzeyinde yaşanan bunalımda Rudd ve Gillard’a ‘oynayan’ meclis üyelerinin nasıl bir yaklaşım sergiledikleri de ayrı bir mesele. Görece kısa bir süre zarfında Gillard’a karşı siyaseten yetersizlikleri, politika geliştirmedeki beceriksizlikleriyle öne çıkarttıkları Rudd’u yeniden parti başkanlığına taşıyan başka isimler olamaz herhalde.

Rudd’un önündeki en büyük engel hiç kuşku yok ki Sonbahar’da yapılacak genel seçimler. Özellikle son aylarda kamuoyu yoklamalarında İşçi Partisi’nin düşüşte oluşu, oyların muhalefetteki Liberal Parti’yle neredeyse başabaş bir seyir izlediği dikkate alındığında Rudd’un işinin hiç de kolay olmadığı ve muhalefet lideri Tony Abbot’a karşı nasıl bir siyasi mesajla halkın karşısına çıkacağı merak konusu. Şimdiden, koalisyon  olasılığının ülkenin geleceği için sağlıklı bir seçim olmayacağını dile getiren Rudd’un seçimlerdeki başarısızlığının da hiç kuşku yok ki, genel başkanlıkta gene bir krize yol açacak. Bu noktada, yukarıda değindiğimiz üzere, parti başkanlığı ve başbakanlık değişiminin kimi bölgelerde olumlu karşılık bulmasının yanı sıra, Rudd, daha önceden 14 Eylül olarak önerilen seçim tarihinin erteleyerek, bu süreçte hükümet politikalarında önemli değişiklikleri halka tanıtma fırsatı bulabilecekleri görüşünde.

İşçi Partisi içerisinde yaşanan dalgalanmaların seçmen kitlesinde önemli destek kaybına yol açtığı dikkate alınırsa, önümüzdeki üç dört ay Rudd için son derece kritik bir süreç olacak. Bu bağlamda, Parti içerisinde gücünü pekiştirmesinin verdiği güvenle ve de uluslararası ilişkilerdeki aktif politikalarıyla dikkat çeken Rudd’un en azından belli başlı ülkeler nezdinde destek bulacağı düşünülebilir. Bu noktada, muhalefet lideri Abbot’un, Endonezya’dan kaçak göçmen akışının sona erdirilmesi çağrısını hiç de hoş karşıladığını düşünmediğimiz Endonezya makamlarının, ‘en önemli komşumuzla ilişkileri geremeyiz’ karşılığını veren Rudd’a yönelik sempatilerinde gelişme olacaktır. Öte yandan, Avustralya ve Endonezya yönetimleri arasında zaman zaman gerilmesine neden olan bu sorun öyle bir çırpıda çözümlenecek gibi değil. Bu nedenle seçime ramak kala, Rudd’un bu konuyu ‘halletmeye’ yönelik bir politikayı gündeme taşıması pek mümkün değil.


Öte yandan, Avustralya seçmeninin önceliklerinin neler olduğu da dikkate alınması gerekiyor. Tabii ‘seçmen’ derken, böylesi kapitalist ülke rejimlerinde ilk algının ekonomi politikalarına yoğunlaştığı unutulmamalı. Bu noktada akla ilk gelen ise tabii ki yaşam standardının yükseltilmesi, ‘vergi’, eğitim fonu vb. konular oluyor. Buna ilâve olarak, göçmen sorunu, yabancı işçi, vb yoğunlaşılması gereken sıradaki diğer  alanlar. 

Minggu, 25 Maret 2012

‘Pax-Pacifica’, Kevin Rudd ya da Kapitalizm’in Kurtuluşu

Mehmet Özay                                                                                                            18 Mart 2011



Yazının başlığı Avustralya eski Başbakanı ve geçenlerde mevcut hükümette Dışişleri Bakanı olarak görev yapan ancak parti içi çekişme neticesinde istifa eden Kevin Rudd’a atıfta bulunsa da, onun Avustralya iç siyasetindeki yerini gündeme almıyor. Aksine, yeni güç aktörleri arasında yeni bir çatışma sirkülasyonunun ortaya çıkacağı ihtimaline karşı, nasıl bir strateji takip edilmesi konusundaki girişimine atıfta bulunduğumuz Rudd’un bu argümanının ne denli somutlaşabileceği üzerinde durmak istiyoruz. Öyle ya, Rudd gitti, barış umutları rafa kalktı da denilebilir. Hayır öyle değil... Aksine, ABD-Çin ilişkileri bağlamında Güneydoğu Asya faktörünün biraz daha irdelenmesi gerekiyor.

Bir süre önce dikkat çektiğimiz üzere, Rudd’un ABD-Çin ilişkilerinin ‘güvenilirlik katsayısının’ artırılmasında Güneydoğu Asya’nın konumuna vurgusu önemliydi. Bu önem, Güneydoğu Asya özelinde söz konusu bu ilişkiyi değerlendirmeye alanın salt Kevin Rudd olmasından kaynaklanmıyor elbette. Ancak, Rudd’un önemi, her iki güçle irtibatlandırılabilecek sahip olduğu siyasetçi birikimi ile, bu iki güç dengesi arasındaki ilişkilere bir yön takibinde olasılıkların en güçlüsü üzerinde görüşlerini açıkça dünya kamuoyu ile paylaşmasından geliyor.
ABD-Çin ilişkilerinin gitgide önem kazandığı ve küresel barış denilen olgu üzerinde belirleyici etkisinin kaçınılmaz olduğu aşikâr. 21. yüzyılın Asya Çağı olacağı çeşitli çevrelerce gündemde yer işgal ederken, bu çağın şekillenmesinde rolün kimler tarafından paylaşılacağı üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Asyalılar derken -burada önceki yazılarımıza atfen “Hangi Asya?” sorusunun es geçilemeyeceğini de bir kez daha vurgulayalım. Son iki yüzyıllık zaman dilimine damgasını küresel boyutta vurmuş bir Batı’nın -burada da Hangi Batı? sorusunun unutulmaması şerhini düşelim- Asya yüzyılında “geri çekileceği” anlamı taşır mı?

Batı’yı batı yapan sosyo-ekonomik değer kapitalizm olduğuna göre ve bu ekonomik sistem tüm yapılandırıcı gücü ile küresel meydan okumalarını sürdürürken, sıkıştığı evrelerde kendine yeni kapılar ara(la)mada maharetini sergilemiş bir sistemdir. Asya geleneğinin önemli bir ayağını oluşturan Japonya birkaç yüzyıllık direnişinin ardından kapılarını 1850’li yıllardan itibaren Batı’ya açarken, bugün Japonya’yı göklere çıkaran yazarlara hayretle bakmak gerekir. Öte yandan, Çin ki, 16. yüzyılda Batının ‘Güneş Batmayan İmparatorluğu’, yani İngiltere Krallığı’nın ekonomik ilişkilerine konu olmaya başladığı, bu “öncü gücü”, tabiri caizse süreçte tekme tokat sınır dışı ederken, bugün küresel kapitalizmin yeni bir güç ekseni olarak ortaya çıktığını kanıtlaması nasıl bir dönüşüm geçirdiğini gözler önüne seriyor.

21. yüzyılın Asya yüzyılı olacağı vurgusu Asyalı, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Asya liderlerinden gelirken, bunun 20. yüzyıl Soğuk Savaş döneminden kalma nedenlerini göz ardı edilemez. Söz konusu o dönemde, Günedoğu Asya bölgesinin şu veya bu şekilde oynadığı veya oynamak istediği rol çeşitli nedenlerle hayata geçirilememişti. Kaldı ki, o dönemin komünizm tehlikesi üzerine, ABD’nin sözde bölgeyi koruma adına, ‘şeriflik’ rolünü üstlendiği ve uğruna ellisekiz bin askerini feda ettiği 1960’lı ve 70’li yıllarda ABD’nin eteklerine yapışmış bir ülkeler yığını varken, resmin öte yüzünde yani, 1980’lerden başlayarak yeniden ekonomik yapılanmaları ile küreselleşen ekonominin atar damarı rolünü başarıyla oynayan ülkeler, başgösteren kimi bölgesel ve küresel şartların  zorlamasıyla da bugün siyaseten kendine güvenen, sosyo-ekonomik varlıkları ve değerleri ile görece istikrarlı ve son beş yılda dünyayı saran küresel ekonomik krizden Batılı ülkeler kadar etkilenmeyen bir yapısal bütün teşkil ediyor.

Ancak her şeyin tastamam yerli yerine oturduğunu söyleyip pembe bir tablo çizme niyetinde değilsek de, son dönemde ASEAN’a yapılan vurgular kadar, pratikte bu birlik etrafında şekllinderilmeye çalışılan küresel yapılaşmalar da ortada. Üstüne üstlük ASEAN şemsiyesi altında birleşen ve bu birliğin mevcut gücü kadar, taşıdığı potansiyel değerleri gören bölge ve küresel güçlerin yakınlaşması Güneydoğu Asya özelinde nasıl bir senaryonun gündemde olduğunu bir kez daha bize hatırlatıyor. Dünün ‘Dragonları’na hızla eklemlenme mücadelesi veren, bugünün Vietnam ve Kamboçya’sı ile -uzun vadede- gelecek vaad eden Myanmar’ı bu güçlü yapı içerisinde yeni dinamik unsurlar olarak algılanmalı.

Bu söyleme, yani 21. yüzyılın Asya Yüzyılı olacağı söylemine ABD’nin -en azından son birkaç yıla kadar- geriden takip ettiği şimdi daha net anlaşılıyor. Bu “gericiliğe” neden ise, ABD’nin öncülüğünde Batı’nın doğu ile hesaplaşmasında tarihten tevarüs ettiği üstünlük duygusunun başat rol oynadığıdır. Özellikle ikinci Bush döneminde ABD yönetiminin Güneydoğu Asya gerçeğinin kafasında ‘dank ettiği’ biliniyor. O dönemde, -kaldı ki bugünde geçerliliğini sürdürüyor-, ABD’nin bölge, yani Güneydoğu Asya ile teşrik-î mesaisinde en önemli yeri, özellikle 2001’deki gelişmeler muvacehesinde, sözde “İslamcı terör” olgusu üzerinden yürütülüyor(du). Tıpkı, Universiti Malaya öğretim görevlisi Prof. Lee Poh Ping’in de dile getirdiği üzere, (Bond&Simons, 2009) Soğuk Savaş döneminde ABD’nin ilgi alanını terör olgusunun çektiği gibi. Bugün de bu süreç, Avustralya’dan başladığı Güneydoğu Asya’yı Amerikan “üsleriyle kuşatma” bir şekilde Amerikan Dış Politikası’nın dinamiği olarak varlığını sürdürüyor. 

Bu bağlamda, Prof. Ping’in bir görüşü üzerinden konuyu değerlendirmeye devam etmekte fayda var. Prof Ping, ABD’nin bölgedeki gelişmelere ve gerçeklere gözünü kapamaması, aksine ABD’nin varlığı için önemli bir sermaye birikimi kadar, üretim ve tüketim gücünü temsil eden bölge ile ilişkilerini hak ettiği şekilde realize etmesine vurgu yapıyor. Üstüne üstlük bunu Amerika’nın uzun erimli dünya liderliğinin kaçınılmazları arasında sayıyor. ABD yönetiminin Güneydoğu Asya üzerindeki aymazlığı sadece bölge yönetici elitleri ve akademisyenlerinin eleştirileri ile de sınırlı değil. Bölgedeki örneğin Malezya’daki ABD misyonundaki görevliler de işin farkında. Malay Yarımadası’ndaki yönetimlerle-ABD ilişkilerinin ekonomik vechesi ile son 150 yıl boyunca aksamadan sürdürüldüğü dikkate alındığında, ABD’nin bütün bir bölgeyi ve kendi çıkarlarını tehlikeye atmak istemesinde anlaşılır bir yön bulunmuyor.

Peki bu minvalde yeni dünya kutuplaşmasında ABD ve Çin’in, 20. yüzyıl Soğuk Savaş yıllarının aksine, farklı bir etkileşime konu olmaları mümkün değil mi? Soğuk Savaş’a konu olan ideolojik kapışmada aktörler kapitalizm ile komünizm olurken, günümüzde kapışmanın değil, kapitalizmin hangi yöne evrileceği ile ilgili bir kapışma yaşanıyor. Thomas L. Friedman geçenlerde kaleme aldığı bir yazısında David Rotkhopf’un henüz kitapçı raflarında sıcağı sıcağına yerini alan ‘Power’ adlı eserine atfen dile getirdiği üzere 21. yüzyılda mücadelenin “hangi kapitalizmde” karar kılınacağı üzerinde olduğuna işaret ediyor. “Hangi kapitalizm” derken Beijing türü kapitalizm, Brezilya ve Hindistan örneğindeki gibi demokratik kalkınmacı kapitalizm, Singapur gibi site devleti türü kapitalizm seçenekler arasında yerini alıyor. Buna ‘Körfez’ sermayesinin rolünü eklememizde pek bir mahsur gözükmüyor. Kapitalizme yön tayininde Güneydoğu Asya’nın rolü azımsanmayacak düzeyde. Kaldı ki, kapitalizmin çıkar arayışlarında Güneydoğu Doğu Asya’nın bugüne kadar tuttuğu ve gelecekte tutabileceği yer dikkate alındığında Çin ve ABD arasında çatışma olmaması, sıcak çatışma olasılığından çok daha fazla olduğu görülebilir.

İşte bu noktada, gündeme Rudd’un yüksek sesle dile getirdiği husus damgasını vuruyor. Nedir o? Her iki gücün, yani ABD ve Çin’in küresel ekonomik bunalımlar içerisinde kendine farklı bir yer edinen Güneydoğu Asya üzerinden farklı bir işbirliği geliştirme olgusu. Son derece pratik ve pragmatik bir açılım... Çin bölge üzerindeki nüfuzu medeniyet ve kültür perspektifinden vazgeçilemez bir öneme sahipken, modern dönemde buna ABD’nin bölgeyle ekonomik ve güvenlik ilişkileri üzerinden etkisi eklemlendiğinde, ortaya her iki gücün bölgede karşı karşıya gelmesini kaçınılmaz kılan bir sonuç çıkıyor. Özellikle son birkaç on yılda ekonomik zorunluluklarla ABD’nin Doğu ve Güneydoğu Asya ile etkileşimi, Çin’in kendi doğal nüfuz alanı kabul ettiği Güneydoğu Asya bu gelişmeler neticesinde pasif bir konum almayı sürdürecek mi?

Bugün bölge ülkeleri fotoğrafına bakıldığında hiç de öyle bir sonuç çıkmıyor ortaya. Aksine, bölge ülkeleri, ASEAN gibi giderek ağırlığını hissettiren bir birlik şemsiyesi ile her iki kutba karşı güçlü bir alternatif olarak çıkmasa da, bölgesinde çatışma olasılığı doğuracak gelişmelere kararlı bir duruş sergileyeceğini gündeme getiriyor. Prof. Ping bu konuda da, Rudd’u destekleyeci görüşleri serdederek Güneydoğu Asya’nın ABD ve Çin için küreyi etkileyecek bir ilişki platformuna dönüştürülebileceği tezi üzerinde duruyor. Bunda kazanan her üç taraf olacağına kuşku. ABD-Çin mücadelesi hız kazandıkça, Güneydoğu Asya özelinden hareketle -içinde Rudd olsun ya da olmasın- bir Pasifik Barışı (Pax-Pacifica) projesi de daha yüksek sesle dillendirilmeye devam edecektir.