Senin, 23 Juni 2014

Endonezya’da Başkanlık Seçimleri / Presidential Election in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                               22 Haziran 2014

Endonezya’da 9 Temmuz’da yapılacak başkanlık seçimler üç hafta kala, kampanya süreci de giderek hız kazandı. Suharto döneminin ardından kayda değer bir demokratikleşme sürecine evrilen ülkede Devlet Başkanı üçüncü kez halk oyuyla seçilecek. Bu seçimler, daha seçim süreci başlamadan önce adaylar konusundaki spekülasyonlar nedeniyle ilginç bir hâl almıştı. Özellikle, Jokowi adıyla tanınan Cakarta Valisi Joko Widodo’nun ülke modern siyasi tarihinde çok özel bir yeri olduğuna işaret eden yükselişi, gündemin ilk sırasında yer alıyordu. Öte yandan, 2009 seçimlerinde aradığını bulamayan eski general ve Suharto’nun üvey evladı Subianto Prabowo, sahip olduğu maddi zenginlik ve ordu mensubu olmanın getirdiği bir dizi avantajla öne çıkıyordu. İçinden çıktıkları siyasi zemin noktasında iki zıt kutupta yer alan bu iki adayın dışında, gündeme herhangi bir adayla girme çabası içerisinde olmayan ve adına ‘İslamcı’ partiler denilen ve iç çelişkiler yaşayan bir grup siyasi parti ise hesaplarını, oluşacak ittifak blokları içinde yer almak üzerine kuruyordu.

Bu süreci ele almadan önce, son on yılın ülke siyasal yaşamında ne anlama geldiğine çok kısa değinmekte fayda var. Çünkü son on yılda yaşananların, ülkenin hangi yöne doğru evrilmesi gerektiği yolunda önemli ip uçları taşıyor. 2002-2004 yıllarında Megawati Sukarnoputri hükümetinde bakanlık yapan eski general Susilo Bambang Yudhoyono (SBY), kurduğu Demokrat Parti’yle 2004 ve 2009 yıllarındaki seçimleri üst üste kazanan siyasetçi oldu. SBY, 1998’de iktidarı bırakmak zorunda kalan Suharto’dan sonra, ortaya konulan tüm siyasi iradeye rağmen, arzu edilen siyasi ve toplumsal değişimleri sağlanamaması üzerine, reform sloganıyla öne çıktı. Eski bir general olmasına rağmen, günün dinamiklerini dikkate alan ve uluslararası çevrelerin taleplerine kulak kabartan SBY, reform olgusunu ‘verimli’ bir şekilde işlemesinin yanı sıra, sivil kökenli siyasetçiler arasında birleştirici bir rolle dikkat çekti. Birinci dönemde ülkenin önemli iş adamlarından ve önde gelen siyasi partilerinden Golkar’ın başkanlığını yapan Yusuf Kalla ile ittifak kuran SBY, ikinci döneminde Merkez Bankası eski başkanıyla seçimleri kazandı.

SBY döneminde hafızalarda kalan nelerdir diye sorulduğunda akla Açe Barışı’nın sağlanması, ülke ekonomisindeki gelişmeler ve küresel krize rağmen görece istikrarlı bir kalkınma hızının yakalanması oldu. Büyük harflerle yazılan bu iki gelişmenin detaylarına bakıldığında ne Açe Barışı’nda ne de ekonomik kalkınmada pek de ciddi bir ‘yapılaşmanın’ ve ‘sürdürülebilirliğin’ sergilenemediği ortaya çıkar. SBY’ın özellikle ikinci döneminde, reformcu başkan bağlamındaki inandırıcılığını yitirmesinde bizzat kendi partisinin üst düzey yönetici tabakasının da içinde yer aldığı yolsuzluklar oldu. Ki şimdi bu yolsuzluklardan yargılanan kimi isimler, 2009 yılındaki ‘Century Bank’ ve 2012 yılındaki ‘Hambalang Spor Kompleksi’ gibi yolsuzluğa konu olan gelişmelerden SBY’ın haberdar olduğu ve mahkemelerin onu da sürece dahil etmesi konusunu açıklıkla dile getiriyorlar. Hem reformcu hem demokrat sıfatıyla ülke siyasal yaşamına damgasını vurmak isteyen SBY, on yıllık iktidarının ardından ülkede daha yapılması gereken pek çok iş bırakarak gidiyor.

Endonezya başkanlık seçimlerinin uzun bir sürece yayıldığını daha önce ifade etmiştim. Nisan ayındaki parlamento seçimlerinde siyasi partiler temsil edilme oranlarına veya aldıkları oy oranlarına göre başkan adayı çıkartabiliyorlar. Bu yıl yapılan parlamento seçimleri öncesi yapılan kamuoyu yoklamalarında seçmen nezdinde Jokowi’nin yüzde kırklara varan kabul edilirlik oranının verdiği bir güven vardı. Tabii bu noktada, pek çok kişinin gözden kaçırdığı önemli bir olgu ise, Jokowi’nin hangi partiden aday olacağıyla ilgiliydi. Jokowi’nin Parlamento seçimleri öncesinde Endonezya Demokratik Mücadele Partisi (PDI-P)’den aday olması, daha doğrusu aday olması konusundaki yönlendirmeler neticesinde kamuoyu yoklamalarında halkın kendisine yönelttiği teveccühün bir benzerinin reel seçim sonuçlarına yansımadığına tanık olundu.

Bu durum, açıkçası Endonezya seçmeninin ‘çiçeği burnunda’ bir siyasetçi olarak Jokowi’ye beslediği güven ile aşırı milliyetçi dinamikler üzerinden siyaset yapan Sukarno’nun kızı Megawati’nin partisinin ülke genelindeki karşılığını ortaya koyuyordu. Megawati’nin veya resmen partinin başında bulunan kızı Maharani’nin başkan adayı olmaması bu gelişmeler ışığında çok daha iyi anlaşılıyor. PDI-P’nin Endonezya seçmeninin önemli bir kısmına yönelik politikaları olmaması geçen yıldan bu yana Jokowi seçeneğini Başkanlık yarışında partiyi öne çıkartacak bir ‘siyasi işlev’ olarak kabul ettikleri aşikâr. Ancak Jokowi seçeneğine rağmen, PDI-P’nin seçimlerde %19 civarında oy alması, partinin tek başına başkan adayı çıkartmasına yetmedi. Bu nedenle ittifak görüşmeleri öncesinde başta Jokowi olmak üzere Parti kadrolarında hayal kırıklığı yaşandı.

PDI-P lider kadrosunun, sahici politikalar bir yana retorik düzeyinde dahi halka umut aşılayabilecek bir açılımı olmadığından, Jokowi seçeneği aslında kazanılmış bir değer olarak gözüküyor. Ancak bunun PDI-P’yi tek başına güç merkezine oturtmaya yetmediği de ortada. Öte yandan, Jokowi’nin ülkenin ‘derin’ politikalarına aşinalığındaki zaafiyet, ekonomi ve dış politikada ne gibi roller oynayabileceğine dair haklı kaygılar sezilmiş olmalı ki, başkan yardımcılığı için olabilecek en iyi aday, yani Yusuf Kalla adı belirlendi. Bu açılımda da aslında PDI-P’nin manevra alanının ne kadar dar olduğu görülüyor. İttifak sürecinde PDI-P’nin kararından önce, siyasal yaşama yeni giren Ulusal Demokrat Parti (NasDem)’in kurucusu, medya devi ve Açe kökenli Surya Paloh’un PDI-P’den ziyade Jokowi ile olan yakınlaşmasının bir ittifak sürecine yol açtığına tanık olundu.

Surya Paloh’un partisi ilk defa seçimlere katılmakla birlikte, aldığı %7’lik oyla ittifak süreçlerinin göz ardı edilemeyecek bir partisi olduğunu da kanıtlamış oldu. Ancak Surya Paloh’un bu ittifak ilişkisinde oynadığı rol, daha önce kendisi gibi Golkar Partisi’nde birlikte çalıştığı Yusuf Kalla ismini Megawati’nin önüne getirmesi oldu. 72 yaşındaki Kalla’nın ülke yönetimindeki tecrübesi biliniyor. Kalla, Golkar Partisi’nin başkanlığını üstlendiği 2004-2009 yılları arasında, aynı zamanda SBY’ın yardımcısı olarak önemli bir tecrübe edinmişti. Kalla’nın 2009 yılında Golkar’dan ayrılması onun siyasi yaşamında bir dezavantaja yol açmadı. Zaten bu da tek başına Kalla’nın sahip olduğu karakteristiklerin gücünü ortaya koyan bir başka olgu olarak dikkat çekiyor. Öyle ki, Kalla’nın ülkenin önde gelen iş adamlarının arasında olması, olası ikinci başkan yardımcılığı döneminde kendisini sadece ülke içerisinde değil, özellikle ASEAN gibi Endonezya’nın potansiyel liderliğini taşıdığı oluşum içerisinde de ilişkileri şekillendirme konusunda yapıcı politikaların yürütücüsü olacaktır. ‘Kalla faktörünün’ seçimlerde önemli olması kadar, parti ittifaklarının rolünü de dikkate almak gerekiyor. Bu anlamda, PDI-P’nin seçim ittifakı kurduğu partiler NasDem’ın dışında, Ulusal Uyanış Partisi (PKB) Hanura (Halkın Vicdanı Partisi) bulunuyor.

Jokowi-Kalla ikilisinin varlığının ortaya çıkması, bu iki liderin işbirliğinin ötesinde, PDI-P ile Golkar’ın 1990’ların başlarına dayanan rekabetinde gelinen noktayı göstermesi açısından da önemli. Megawati’nin, Suharto’nun kurduğu Golkar’a meydan okuduğu o yıllardan sonra, şayet bugün PDI-P ülke siyasal yaşamında belki hiç olmadığı kadar başarıyı yakalayacaksa bunda hiç kuşku yok ki, Jokowi faktöründen başka eski Golkar’lı Surya Paloh ve Yusuf Kalla’nın rolü azımsanmayacaktır. Adını bunca zikrettiğimiz Golkar, uğradığı tüm siyasi erozyonlara rağmen, köklü yapısal unsurları ile bu seçimde de %15 oy olmayı başardı. Bu durum, birkaç ay önce kendisiyle görüştüğüm Golkar Açe Eyalet Başkanı Süleyman Abda’nın da dile getirdiği üzere, partinin halk katmanlarına yayılan kurumsallaşmış yapısıyla açıklanıyor. Ancak aşağıda değineceğim üzere Gerindra’nın aldığı %12 oya rağmen içinden başkan adayı çıkartırken, Golkar’ın daha fazla oyla niçin aday çıkartamadığı da üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Bahsi geçen kurumsallaşmış yapı ancak %15’e tekabül ederken, özellikle parti başkanlığını yürüten Aburizal Bakri’nin halkın genelince kabul edilebilir bir lider olmaması Golkar’ı bu yarışta ancak koalisyon güçlerinden biri olma rolüyle sınırlandırıyor.

Peki öteki adayla ilgili gelişmeler neler? Jokowi seçeneği öncesinde ülkenin gelecek dönem başkan adaylığı için adı geçen Prabowo, 2000’li yılların başlarında politikada şansını Golkar adaylığına aday olarak denemiş ancak başarısız olmuştu. Eski generallerin politikada var olma hırsı, 2009 yılında kurulan “Büyük Endonezya Kurtuluş Partisi” (Gerindra)’nde onu başkanlığa taşısa da, başkanlık yarışında başarısız oldu. Prabowo’nun partisi Gerindra, 9 Nisan 2014 seçimlerinde %12’lik oy alırken, en azından eski generalden beklentileri olan çevrelerde hayal kırıklığına neden oluyordu. Ordudaki görevi süresince insan hakları ihlâllerine kadar varan uygulamalarıyla dikkat çeken ve ABD’nin ‘rezerv’ koyduğu Prabowo, Suharto döneminden bugüne kalan en güçlü şahsiyetlerinden biri olarak siyasi arenada yer alıyor. O dönem yaşananlar sonrasında ordudan ‘atılan’ Prabowo’nun ihlâllere konu olan icraatları, adaylık sürecinde bir kez daha kamuoyunun gündemini meşgul ediyor. Prabowo için ya tamam ya devam anlamına gelecek bu seçimlerde hiç kuşku yok ki, en dikkat çeken husus kurduğu ittifaklar oldu. Aslında bunun Prabowo hanesine yazılması gereken olumlu gelişmeler mi, yoksa söz konusu ittifaka konu olan partilerin karakteristikleri noktasında bu partiler için negatif bir yönelim mi olduğu üzerinde hayli tartışmayı gerektiriyor. İttifak bağlamında söz konusu olan siyasi partiler ‘Ulusal Emanet  Partisi’ (PAN), Golkar, ‘Adalet ve Kalkınma Partisi) PKS ve ‘Birleşik Kalkınma Partisi (PPP).

Mensubu oldukları siyasi partilerin aldıkları oylar dikkate alındığında, iki adayın tek başlarına aday olma şartını yerine getirmemesi kadar, geniş ittifak bloğu oluşturmadan seçime girmelerinin olanaksızlığı ortaya farklı bir siyasi yelpazenin çıkmasına neden oluyor. Bu gelişmede, özellikle ülkenin sözde İslamcı partileri arasında sayılan PAN, PKS ve PPP’ın Gerindra ile aynı safta yer alması dikkat çekiyor. PDI-P ile ittifak kuran PKB’yi de dahil edersek, bir önceki seçimle karşılaştırıldığında oylarını artıran ve çeşitli dini-siyasi ideolojileriyle Endonezya halkına hitap eden bu partilerin biraraya gelememesi, ‘yüz yıllık handikap’ olarak varlığını sürdürüyor. Aslında bu durum, Endonezya siyasetinde ciddi bir iz bıkan ve 1960 yılında kapatılan Masyumi’den bu yana siyasi partiler bağlamındaki bölünmüşlüğünün devam ettiğine tanık olunuyor.

Seçim ittifakları oluşurken, şayet tek başına ele alacaksak Jokowi’nin halka yakın duran tarzı ile alternatif politikacı tipi çizerken, Prabowo’nun yukarıda değinilen hususiyetleriyle ana akım ultra milliyetçi kanada mensubiyetiyle öne çıkıyor. Jokowi’nin Prabowo’yu ordudaki icraatlarıyla gündemi belirleme sürecine karşılık, Prabowo’nun -kurduğu ittifaklarda da görüldüğü üzere, Jokowi’nin ‘İslamla’ ilişkisi üzerinden seçmenler üzerinde etkin olma gayreti içerisinde.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/301831/endonezyada-baskanlik-secimleri

Selasa, 17 Juni 2014

Sri Lanka’da Neler Oluyor? / What’s Happening in Sri Lanka?

Mehmet Özay                                                                                                                17 Haziran 2014

Bir dönem, adı Güneydoğu Asya Ülkeleri Topluluğu (ASEAN)’a üyeliği ile gündeme gelen Sri Lanka, Budist dünyasının önemli ülkelerinden biri olarak dikkat çekiyor. Hint Okyanusu’nun ortasında Arap Müslüman dünyası ile Hint ve Budist dünyanın kesişme noktasındaki bu ada ülkesinde son dönemde Müslümanlara yönelik şiddet eylemleri gündeme taşınıyor. Bu özelliği ile akıllara Myanmar’daki Arakan Müslümanlarının ahvalini getiriyor. Bu benzerliğe aşağıda değineceğim. Ancak Sri Lanka’da geçen Perşembe günü patlak veren ve Pazar günü üç kişinin ölümü ve yaklaşık seksen kişinin yaralanmasına neden olan saldırılara kısmen değinmekte fayda var.

Aslında olayların Perşembe günü, birkaç Müslüman genç ile Budist bir şoför arasında geçen hadiseden neşet ettiği belirtiliyor. Gündelik yaşam içinde belki olağan karşılanacak etkileşimin etnik ve dini unsurlar arasında bir şiddete dönüşmesi ise, Sri Lanka benzeri toplumlarda azınlık-çoğunluk ilişkilerinin ne kadar da hassas olduğunu ortaya koyuyor. Bir Budist şoförün tartaklanmasının ardından Budist topluluk üç gün boyunca Müslümanların yoğunlukta olduğu başkent Kolombo’ya altmış kilometre mesafedeki Alutgama ve Beruwala şehirleri ve çevresinde gösteri yaptı. Ülkede çoğunluğu oluşturan Sinhali Budistlerine mensup “Budist Gücü” (Bodu Bala Sena-BBS) adı verilen adı verilen grub söz konusu vak’ayı bahane ederek üç gün süren gösterilerin ardından Müslümanlara ve bölgedeki camiye, evlere, iş yerlerine saldırdı.

Bu durum, Müslümanlar üzerinde kurulan sosyal baskının şiddete evrilmesi kadar, hükümet ve güvenlik güçlerinin zaafiyetini de ortaya koyuyor. Özellikle de, bu zaafiyetin sokağa çıkma yasağı ilân edilmesinin ardından, gösterileri saldırıya dönüştüren Budist gruplara müdahale edilmemesi, can ve mal kayıplarının yaşanmasından sonra dahi herhangi bir gözaltının -en azından şu ana kadar yapılmamış olması- açıkça ortaya koyuyor. Olayların ardından, örneğin Adalet Bakanı Rauf Hakim gibi hükümet yetkilileri ile Müslümanlar polisin vazifesini yerine getirmediği şeklindeki açıklamaları bunu ortaya koyuyor. Tepkiler, sadece bu kişi ve gruplarla da sınırlı değil. ABD’nin Kolombo’daki Büyükelçiliği’nden gelişmeler sonrasında yapılan açıklamalarda hükümetin azınlık dini ve etnik grupları korumaya davet edildiği dikkat çekiyor.

Bu saldırılar, Myanmar’daki başta Arakanlılar olmak üzere azınlık konumundaki Müslüman kitlelere yönelik saldırılarla benzerliği üzerinde durulmayı hak ediyor. Pazar günkü hadise, bir tek örnek olarak yorumlanmak yerine, Sri Lanka toplumundaki etnik ilişkiler dikkate alındığında, Müslümanların Myanmar’daki Arakan toplumunun yaşadıklarına benzer bir süreçle karşı karşıya olduklarını ortaya koyuyor. Bunun temel nedenleri arasında, her iki ülkedeki hakim Budizm anlayışının farklı dini ve etnik gruplarla birarada yaşama fikrinden uzak oluşları öne çıkıyor.

Söz konusu bu iki ülkedeki saldıran ve saldırılanların benzerliğinin dışında, her iki toprak parçasında sömürgecilik döneminden kalan etnik ve dini ayrımcılık üzerine temellendirilen toplum yapısı, modern ulus devlet yapılaşmasında kendini dışlayıcı bir nitelik olarak ortaya koyuyor. Tıpkı Myanmar’da olduğu gibi, Sri Lanka’da da sömürge döneminde yerli unsurların görece dışlanmışlığı, Müslümanların ticaret gibi önemli ekonomik faaliyetlerle iştigal etmeleri yerli Budist toplum nezdinde kabul edilemez bir duruma karşılık geliyor. Budist toplum böylesi bir algıya sahip olduklarını reddetmiyor aksine, açıkça ortaya koymaktan da çekinmiyor. En son gelişmeler çerçevesinde de Budistler ‘azınlıkların’ -bu anlamda Müslümanların- giderek toplumda çok daha etkin oldukları yönündeki iddiaları, saldırıların temellendirilmesine sebep oluyor. 

Bir dönem Hindu Tamillere karşı geliştirilen Sinhali milliyetçi refleksinin, bir süredir Müslümanlara yöneldiği gözleniyor. Müslümanlara yönelik bu dışlayıcılık sosyal ve ekonomik çerçevesi kadar, Alutgama’da yaşananlarda olduğu gibi şiddet boyutuyla dikkat çekmeye devam ediyor. Ancak bunu sadece modern ulus-devlet öncesi dönemle sınırlandırmak hata olur. Bugün adına ‘İslam korkusu’ denilen olgunun küresel mahiyette ele alındığı ve kitle iletişim araçlarıyla gündemi işgal etmesinin de rolü olsa gerek. Yoksa yakın döneme kadar göz ardı edilmiş ve bugün pek çok kesimce halen anlaşılmaya muhtaç Budist toplumların yüzyıllarca şu veya bu şekilde aynı coğrafyayı paylaştıkları Müslümanlara yönelik ‘kin’ güden yaklaşımları nasıl açıklanabilir?

Pazar günkü gelişmenin izole bir örnek olmadığını söylemiştim. Bu noktada, Sri Lanka’da 1983- 2009 yılları arasında bağımsızlık veya otonom bir yönetim için mücadele veren Tamil Kaplanları’nın faaliyetlerinin büyük bir askeri operasyon sonucu bir tehdit olmaktan çıkartılması ülkede etnik çoğunluğu oluşturan Budist Sanhililerin Müslümanları hedef alabilecekleri potansiyel bir ortam hazırlıyor. Saldırıların arkasında yer aldığı belirtilen Budist örgüt BBS’in giderek Sinhali toplumunda kabul bulması kadar, kimi siyasi liderlerce de destekleniyor oluşu Müslüman azınlık için durumun hiç de içaçıcı olmadığını ortaya koyuyor.

Bu noktada, şu hususa dikkat çekmekte fayda var. Sri Lanka nüfusunun yaklaşık %80’ini oluşturan Budist Sinhali toplumunun, 1948 yılındaki bağımsızlıktan bu yana ülkedeki etnik azınlıklarla arasının hoş olmadığı biliniyor. Özellikle, Hindu Tamillerin temel haklar konusundaki taleplerinin reddine, katı milliyetçi anlayışın bir sonucu olarak 2009 yılı Mayıs ayındaki saldırılarda sivillerin de hedef alınmış olmasında ortaya çıkıyor. O dönemde yaşananlar Batı başkentlerinde ve Birleşmiş Milletler’de halen konuşulmaya ve Sri Lanka yönetiminin önde gelen isimlerinin savaş suçlusu ithamıyla mahkemeye çıkartılması talepleri devam ediyor. Bugün Tamil tehdinin olmadığı bir ortamda, özellikle Myanmar’daki dini inanç ve toplumsal yapı benzerliğinden hareketle Sri Lanka Sinhali toplumunun ülkedeki azınlık konumundaki Müslümanlara yönelik saldırıların artabileceğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu endişe nedeniyledir ki, ABD makamlarının yaptıkları açıklamalar, Sri Lanka yönetiminin bir an önce bu tip etnik ve dini çatışmaların önüne geçilmesi talebini ortaya koyuyor. Çünkü, etnik çoğunluğu oluşturan Sinhali toplumunun en azından kayda değer bir bölümünün dini inançlarından ötürü, Budist rahiplerin öncülük edeceği toplumsal hareketleri destekleyecekleri ve gene benzer bir yaklaşımla yönetim ve özellikle de güvenlik güçleri arasındaki Sinhali toplumu mensuplarının  Pazar günkü saldırılar gibi gelişmelere seyirci kalabilecekleri ihtimali bulunuyor.

Bu noktada, devlet başkanı Mahinda Rajapaksa’nın kardeşi ve aynı zamanda Savunma Bakanı Gotabhaya Rajapaksa’nın kamuoyu önünde BBS’ye gösterdiği destek ortada. Belki bundan da öte, toplumsal bir tehlike ve tehdit ise, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nca hakkında iddialar gündeme getirilen Başkan Mahinda Rajapaksa’nın anayasada yaptığı değişiklikle uzun dönem devlet başkanı olarak kalması olacak. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun çalışmalarında Sri Lanka’nın giderek otoriter bir yapıya büründüğüne dikkat çekilmesi, zaten çatışma ortamından yeni çıkmış bir toplumda etnik azınlıklar ile hakim güç arasında çatışma potansiyelini harekete geçirmeye matuf bir yön içeriyor.

İki gün önce yaşananlarda Müslümanlar hükümeti temsil makamındaki kurumların kendilerini korumadığı iddiasında bulunmaları bir yandan hükümeti göreve davet ederken, öte yandan da bir endişeyi ortaya koyuyor. Hükümetin zamanında önlem almaması durumunda, Müslümanların Budist çetelerin saldırılarından korunmak amacıyla kendi önlemlerini almaya başlamaları da ülkedeki azınlıklar arası ilişkileri çok daha farklı yönlere taşıyacaktır.


Kamis, 12 Juni 2014

Çin-ABD çekişmesi ve Asya-Pasifik gündemi / Disputes Between China-the Us and Asia-Pacific Agenda

Mehmet Özay                                                                                                                12 Haziran 2014
Mayıs ayının sonunda Singapur gerçekleştirilen 13. Shangri La Diyalog Toplantıları ve Haziran ayının başında Kuala Lumpur’da gerçekleştirilen 28. Asya-Pasifik Yuvarlak Masa Toplantıları bölge gündeminin ötesine taşacak boyutlara sahip. Bu iki toplantı dolayımında neler olup bittiğine bakmakta fayda var.
“Asya-Pasifik” derken, bu iki farklı coğrafyanın neye tekabül ettiği üzerinde kısaca durmak gerekir. Asya’nın devasa bir kıta oluşu ile yukarıda zikredilen toplantılar çerçevesinin birbiriyle örtüşmediği ilk etapta dikkat çeken bir husus.  Bu anlamda, ‘Asya’dan kastın, Doğu ve Güneydoğu Asya yani, Asya Kıta’sının Pasifik’e bakan sahil koridorunu oluşturan bölge öne çıkıyor. Buna ilâve olarak özellikle Güneydoğu Asya ile olan tarihi, kültürel, ekonomik etkileşimi nedeniyle Hindistan’ı bu coğrafi ilişki ağına dahil etmek mümkün. Ancak, coğrafi tanımlama konusunda bir yanılgının hasıl olduğunu ifade etmeden de geçmeyelim.
1980’lerden itibaren Doğu ve Güneydoğu Asya, kapitalist ekonominin küreselleşmesine paralel olarak ekonomik üretimin cazibe merkezi haline geldi. Bu durum, aynı zamanda bölgenin sadece bölgedeki ilgili ülkeler ve bu ülkelerle ulusaşırı şirketler arasında ilişkilerin değil, giderek artan bir ivme ile gündemde işgal ettiği yer giderek daha çok öne çıkmasına neden oluyor. Bu önem, bölge ülkelerinin liberal ekonominin zorunlulukları doğrultusunda ucuz emek ve maliyet, hammadde kaynakları, tüketici orta sınıfların yeşermesi gibi özellikleriyle ulusaşırı şirketlerin yatırım sahası olarak yer alıyor. Bölgede ekonomisi geliştikçe, jeo-politik ve uluslararası ilişkilerde sorunlu bir yapının da ortaya çıkabileceğini gösteren Çin’in varlığı 2000’li yılların başından itibaren bir yandan imkân, öte yandan da tehdit algısıyla birlikte anılıyor.
İşte bu imkân ve tehdit bağlamları yukarıda anılan toplantıların gündem maddesiydi. Biri 13., diğeri 28. kez düzenlenen toplantıların çıkış nedenleri konusunda da bir fikir veriyor aslında. ASEAN merkezli başlayan bu toplantıların gelişmelere paralel olarak Pasifik’in öte yakasına, yani Latin Amerika’ya taşınacağının haberleri bugünlerde gündemde yer alıyor. Bir diğer önemli gelişme ise geçenlerde Brüksel’de yapılan Gelişmiş Ülkeler yani, G-7 toplantısında Doğu ve Güney Çin Denizleri’ndeki anlaşmazlıklar, serbest dolaşım ve uluslararası deniz ticaretinin güvenliği gibi konuların önemine dikkat çekildi. G-7 liderlerinin üstü kapalı olarak Çin’i hedef alan ifadeleri, bölge güvenliğini tehdit eden bir unsur olarak, aslında bugüne kadar ekonomide kontrolsüz büyüyen Çin’in bu sefer ağırlıklı olarak tarihe referans yaparak kendisine ait olduğunu belirttiği sularda askeri ve ekonomik girişimleri tedrici olarak artırmasından kaynaklanan ciddi bir rahatsızlığı ortaya koyuyor.
G-7’nin bölge ile ilgili kaygılarını ilk defa güçlü bir şekilde ortaya koyduğuna tanık olunuyor. Bu durum, Çin’in bugüne kadar bölgesinde uluslararası siyasette sergilediği Adalar ve kıta sahanlığı sorununu tek tek ilgili ülkelerle halletme yönündeki çabasının ters teptiği anlamı taşıyor. Daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız üzere, son dönemde Çin’le şu veya bu şekilde doğrudan fiziki çatışma ortamına giren Filipinler ve Vietnam sorunu ASEAN bünyesine ‘enjekte etme’ çabaları Birlik’in diğer üyelerince kabul görmese de, G-7’nin yukarıda dile getirilen kaygıları bölgedeki sorunu küresel bir boyuta taşınmakta olduğunun açık bir göstergesi. Filipinler ve Vietnam’ın niçin bir anlamda ‘öncü’ rol oynadığı ise Çin’in bir yandan Filipinler’in de hak iddia ettiği küçük adalardaki ‘yapılaşma faaliyetleri’, öte yandan Vietnam bağlamında ise, dev petrol arama platformunun ortak hak iddiasına konu olan sulardaki varlığıdır.
Giriş’de değindiğimiz toplantıların ilkinde yani Shangri La Diyalog Toplantıları’na katılan ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel, açılış konuşmasını yapan Japonya Başbakanı Shinzo Abe ve Vietnamlı katılımcıların gündemini elbette ki, Çin’in bölgede nüfuz çabaları oluşturuyordu. Hagel, “modern dünyanın imkanları kadar tehditleri de içinde barındırdığını gündeme getirerek, imkanlarla küreselleşen ekonomiyle ülkeler arasında işbirliğinin artırılmasına gönderme yaparken, tehditlerden kastı da, tıpkı Çin örneğinde görüldüğü üzere, bu zenginliği yoğun askeri harcamalarla bir tehdit olgusuna dönüşümü üzerinde duruyordu. Neredeyse her ASEAN toplantısında dile getirildiği üzere, ekonomik olarak büyüyen Çin’in bölge ülkeleri için de benzer bir ekonomik imkân anlamına geldiği konusunda kimse görüş ayrılığı içinde değil. ASEAN içerisinde Çin’in deniz kıta sahanlığı konusundaki çıkışlarına Birlik olarak ciddi bir çıkış olmamakla birlikte, Çin’e siyasi bir duruş anlamında ABD yaklaşımını dikkate almakta fayda var.
Singapur’daki toplantılarda Çin’i doğrudan hedef alan ifadelere Çin makamlarından yanıt gecikmedi. Üst düzey askeri bir yetkili Hagel’in ifadelerini Çin’e yöneltilen bir ‘tehdit ve gözdağı’ olduğunu söyledi. Ardından, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Malezya Başbakanı Necib Bin Razak’ın resmi ziyareti sırasında Doğu ve Güney Çin Denizleri’ndeki anlaşmazlıklar konusunda “ Çin’in asla saldırgan bir tutum içinde olmayacağı. Ancak kendisine karşı herhangi bir girişim olması halinde karşılık vereceği” şeklindeki açıklaması dikkat çekiciydi.
Shinzo Abe ise, uluslararası yasalara atıfta bulunarak Çin’in girişimlerinin küresel boyutta önemine dikkat çekerken, bölgede Japonya’nın Dış Politika ve askeri yeniden yapılanmasına değindi. Abe, bu yeni dönemi Japonya’nın “Barışa Aktif Katkısı” olarak tanımlıyor. Japonya’yı bu süreçte öne çıkaran husus, devlet politikalarında değişim öngören yaklaşımı kadar, ABD ve Avustralya’nın Japonya’ya verdikleri destektir. Barack Obama’nın ve Avustralya Başbakanı Tony Abbott’un Nisan ayındaki Japonya ziyaretlerinde bu destek açık bir şekilde verilmişti. Abe’nin “bölgedeki statükoyu değiştirmeye matuf girişimlere izin vermeyeceğiz” mesajı, Batılı müttefikleriyle olan ilişkilerinin de temel dinamiğini oluşturuyor.
Çin’in uluslararası diplomasinin odağına yerleştiren girişimlerinin temelinde ne var sorusu bu anlamda önem taşıyor. Bir takım ekonomik icraatlar ve geleceğe matuf yatırımların bir rolü var tabii ki. Ancak, Çin’in Japonya’yla tarihi husumeti, son otuz yılda Çin’in ekonomik anlamda güçlenirken, bunun askeri boyuta taşınması ülkenin tarihi ilişkilerine referans yapılmasını gerektiriyor. Zaten Çin yayın organlarında ve de diplomatların ifadelerinde bunu gözlemlemek mümkün. Çin, bölgede denizleri ve adalarını ‘kendilerinden koparılmış’ olarak addederek, bugünkü ‘agresif’ politikalarına yön veriyor.
ASEAN içerisinde çeşitli boyutlarda sürdürülen toplantılar kadar, Singapur ve Kuala Lumpur’daki uluslararası çevrelere de açık toplantılarda açıkça zikredilmese de, bazı sivil toplum örgütlerince tek kutuplu dünyanın sonu şeklinde yorumlar da gündemde yer alıyor. Bu anlamda tartışmalarda Japonya-Batılı müttefikler statükodan bahsederken, Çin ve Çin’in büyümesine hazmedebilen çevreler ise, Batı’nın Çin’in önünü kısıtlayan politikalarına işaret ederek çatışmanın bu nedenle gündeme taşındığı görüşündeler. Tek kutuplu dünyadan kopuşun gene bu kutbu oluşturan ABD’nin niyet ve icraatına bağlı olduğu da tüm açıklamalarda dikkat çekilen bir husus. Bu çerçevede, “Peki ABD buna hazır mı?” sorusu sorulmaya devam ediyor.

Rabu, 04 Juni 2014

Arakanlı Müslümanların Ahvalinde Bir Değişiklik Var mı?

Mehmet Özay                                                                                                                 4 Haziran 2014

3 Haziran 2012, Arakan Müslümanları’nın maruz kaldıkları katliam boyutuna varan şiddet nedeniyle küresel medyaya çıktığı gün olarak tarihe geçti. Söz konusu katliamın ikinci yıl dönümünde dünyanın çeşitli başkentlerinde konferanslar tertip edildi. Bunlardan ikisi Kuala Lumpur ve Londra’daydı. Bu konferansların çeşitli amaçları var kuşkusuz ki. Örneğin, konuyu gündemde tutmak; bilgilerin geniş kamuoyuyla paylaşımını sağlamak. Bizim de takip ettiğimiz, Kuala Lumpur’daki konferansı tertip eden Arakan toplumu liderlerinden birinin ise ilginç bir hedefi vardı. O da, yaşananların özellikle de Arakanlılar için unutturulmamasıydı. Bu lider, Arakanlıların 1942’de maruz kalınan soykırımı unuttuklarını ve bunu ancak 2012’de yani, aradan geçen altmış yıl sonra hatırladıklarını ileri sürüyor. Bu nedenledir ki, Arakanlıların saldırılar karşısında hazırlıksız ve de savunmasız yakalandıkları görüşünde. Bunda haksız da sayılmaz.

Ancak yakın tarihin derinliklerinde kalan ve az sayıda akademisyenin kaleme aldığı eserler dışında hakkında pek de bilgi sahibi olunmayan gerçek çok daha yakıcı. 2. Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir dönemde yani, 1942 yılında Budist ve Burma (Myanmar) milliyetçilerinin dört yüze yakın Arakan köyünü ateşe vermeleri ve yüz bin civarında Arakanlının hayatını kaybetmesi üzerinde yeniden düşünmek gerekir. Bu tarihden tam altmış yıl sonra bu toplum yeniden kitlesel Arakan Eyaleti’nin bir diğer toplumsal yapısını oluşturan Arakan Budistlerinin ve Burma kökenli  güvenlik güçlerinin şiddetine maruz kaldı. Hayatını kaybedenlerin yanı sıra, tecavüze uğrayanlar, işkence görenler, evlerini barklarını terk edip kırsalda derme çatma çadırlarda yaşam sürmeye zorlananlar vardı.

2012’deki gelişmeler dönecek olursak, aslında, bu vak’a Arakanlıların yaşadığı ilk şiddet değildi. Küresel medyanın bu gelişmeye ilgi göstermesi, büyük ölçüde uzun yıllar askeri cunta rejimiyle dışa kapalı bir yönetime konu olan Myanmar’ın 2011 yılında ‘yarı-sivil’ bir yönetime geçişiyle oldu. Myanmar, uzun yıllar yapılamayan nüfus sayımı nedeniyle kesin rakamlar bilinmese de son yapılan tahminlerde 60 milyona varan nüfusuyla Güneydoğu Asya’nın hemen hemen her alanda göz ardı edilemeyecek ülkeleri arasında yer alır.

Ülkede sivilleşme eğilimleriyle birlikte, ülkenin dört bir yanındaki, modern tarih boyunca otonom veya bağımsızlık için mücadele veren çeşitli etnik yapılarla barış görüşmelerine de hız verildi. Bunlarda kesin başarılı olunduğu söylenemese de, en azından iki tarafın da masa başına gelme konusunda bir irade sergilediklerine tanık olunuyor. Ülkedeki siyasi dönüşüm sürecinde dikkate alınmayan belki de yegâne topluluk ‘Arakanlılar’. 1982 yılında ‘vatandaşlık’ hakları ellerinden alınan; kendilerini ‘Arakan etnisitesine’ mensub kitle olarak tanımlasalar da, merkezi otorite tarafından herhangi bir etnik yapıyla ilişkilendirilmeyen, aksine yasa dışı göçmen muamelesine tabi tutulan; geçen Nisan ayında yapılan nüfus sayımında merkezi yönetimin yönergeleri çerçevesinde sayım memurlarına ‘Arakanlı’ yazılmayacak kuralı ile bir kez daha dışlanan Arakanlılar için bu zulümden çıkış umudu var mı sorusu hâlâ gündemdeki yerini koruyor.

3 Haziran 2012’den itibaren, zaten Myanmar merkezi yönetiminden umudu olmayanlar gündeme uluslararası kuruluşları getiriyordu. Ne var ki, aradan geçen iki yıla rağmen, sadece Arakan Eyaleti’nde evlerinden barklarından olan kitleler değil, çevre ülkeler yani Bangladeş’deki, Malezya’daki, Endonezya’daki, Tayland’daki Arakanlı göçmenlerin halinde de değişiklik olduğunu söylemek güç. Kendileriyle görüştüğümüz bazı Arakanlı göçmenler, Arakan Eyaleti’ndeki durumun içler açısı haline dikkat çekerken, son iki yılda sadece Malezya’ya kırk ila elli bin civarında Arakanlının şu veya bu yolla giriş yaptığına dikkat çekiyorlar. Aradan geçen süreçte zaman zaman dikkat çekmeye çalıştığımız üzere, Arakan’daki bu insanlık dramı, kimileri için kazanç kaynağı olmaya devam ediyor. Kastettiğimiz elbette ki, insan kaçakçıları. Arakanlı Müslümanları, Myanmar yönetimi-faşist Budist çeteleri ikilisiyle insan kaçakçıları arasında seçim yapmaya zorlayan bu açmaz, ikinci kesimin elini oğuşturacak boyutlara vardığına tanık olunuyor. Son dönemde Tayland’da konakladıkları son derece olumsuz koşullarda yakalanan Arakanlılar insan tacirlerinin kurbanı olmaya devam ediyorlar. Bu bağlamda, konuya vakıf olan kimi çevrelerin dile getirdiği üzere insan kaçakçılarının ilgili ülkelerdeki resmi makamlarla işbirliği halinde olmaları Arakanlıların ne kadar yalnızlaştırıldıklarını ortaya koyuyor.

Bu süreçte, bölgesel ve küresel güçlerin yaklaşımına kısaca değinelim. Arakanlı Müslümanların bu halinin uluslararası toplantılarda gündeme getirilmemesi için Myanmar yönetimi elinden geleni yapıyor. Örneğin, geçen ay Myanmar’ın başkenti Nay Pyi Taw’da düzenlenen 24. ASEAN Zirvesi öncesinde Myanmarlı yetkililer, üye ülke heyetlerine ‘Arakan sorununun masaya taşınmaması’ konusunda ‘ciddi’ bir uyarıda bulundu. Bu konuya ‘Myanmar’ın iç meselesi olması hasebiyle’ ses çıkarmayan ülke yönetimleri aslında, sadece bununla kalmıyorlar, kendi ülkelerindeki Arakanlı göçmenlerin hangi statüde ele alınacağı, ne tür insani yardımlara tabi tutulacakları vb. konulardaki politikasızlıkları ile de sorunun çözümsüzlüğüne katkıda bulunuyorlar. Bu insanları mülteci olarak bulundukları bu ülkelerde tutan ise yetkililerin insafı. Yakını dostu olanlarsa başlarını sokacakları bir yer bulmanın sevincini yaşarken, bu sefer ‘ucuz iş gücü simsarlarının’ tuzağına düşüyorlar.

Öyle ki, son bir haftadır Singapur ve Malezya’da sadece bölgesel değil, üst düzey uluslararası katılımlarla devam eden güvenlik konferanslarındaki ana konular arasına ‘yeni bir tehdit unsuru’ olarak giren, insan kaçakçılığı/mülteciler konusu konuşulurken, bu mevzuun en başında yer alan Arakanlılar konusu ve bu bağlamda süreklilik arz edecek bir çözüme dair yol haritasının olmaması Arakanlılar üzerinde daha çok kara bulutların dolaşmasına yol açıyor. Kimi çevreler, Myanmarla görece sağlıklı ilişkileri olan Çin ve Hindistan’ın baskı unsuru olup olamayacaklarını gündeme getiriyorlar. Ancak, 2007 yılındaki kadife devrim girişiminin akabinde yaşananlar karşısında Birleşmiş Milletler’in Myanmar’a yönelik kararını veto eden Çin’di. Kaldı ki, Çin gerek cunta döneminde gerekse bugün adına reform denilen dönemde Myanmar’dan en fazla istifade etme konumundaki ülke. Bu süreçte, Arakan Eyaleti açıklarındaki denizlerde petrol kaynaklarının tespiti, Çin’in bu bölgede önemli liman ve boru hattı inşaatına göz koyduğunu gösteriyor. Kanunların geçmemesi nedeniyle sınır boyları yasadışı ticaret için münbit bir ortam sağlıyor. Her halükârda Çin, kendisini tatmin edecek bir Myanmar karşısında Arakanlı Müslümanları düşünebilmesinin olanaklı gözükmüyor. Uzun süredir “Araf’ta bir toplum” olarak yaşayan Arakanlılar, uluslararası çevrelerin acil katkısı olmadıkça takati çerçevesinde bu şekilde yaşamaya devam edecek.  

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/300225/arakanli-muslumanlarin-ahvalinde-bir-degisiklik-var-mi
 

Selasa, 03 Juni 2014

Hasan di Tiro’nun ölümünün dördüncü yıl dönümü / 4th Year Death Anniversary of Tgk. Hasan di Tiro

Mehmet Özay                                                                                                                 3 Haziran 2014

3 Haziran, Açe Özgürlük Hareketi lideri Teungku Hasan di Tiro’nın ölümünün dördüncü yıl dönümü. Bu vesileyle Hasan di Tiro’yu ardında bıraktığı önemli bir mirasa değinerek anmak istiyorum. Bu miras, ömrünü Açe bağımsızlığına adamış bu liderin genç nesil Açelilere ‘bağımsız’ bir Açe bırakması değil. Bu hedef gerçekleşmedi. Ancak bundan belki de daha önemlisi, Di Tiro, Açe’ye bir tarih ve gelenek mirasının aktarıcısı olarak yeni nesle asli bir duruş ve tarih şuurunun somutlaşmış bir örneğinin nasıl olacağını kanıtlamış bir lider olarak bu hayattan ayrıldı. Bu anlamda, Di Tiro’nun bu özelliği yeni nesillerin örnek alabileceği bir ‘miras’ olarak değerlendirilmesi gerekir.

Di Tiro’nun mirası, kökleri uzun bir tarihi geçmişe ve geleneğe yaslanan bir anlayışın 20. yüzyıl ortalarından 21. yüzyıl başlarına kadar taşınmasındaki rolü ile dikkat çeker. Söz konusu bu anlayış, Güneydoğu Asya’da İslamın yayılmaya başladığı erken dönemlerden itibaren Açe’de tesis edilen sosyo-siyasi yapısının değişen dönemler boyunca sürdürülebilir bir şekilde bugüne kadar gelen sürecine tekabül eder. Bu sürecin anlamlandırılabilmesi ancak, Açe tarihinin tüm detaylarıyla ele alınması neticesinde hasıl olacaktır. Açe, her zaman, içinde yer aldığı coğrafya, kültür iklimi, medeniyet kuşağı bağlamında sahip olduğu öncü karakteri ile öne çıkmıştır. Bunun siyasi tarih anlamında hangi süreçlere denk geldiğini, Açe tarihine kaba taslak şu beş aşamada ele almak gerekir: Erken dönem Açe Müslüman toplumu; Avrupa sömürgeciliğinin bölgedeki varlığı öncesinde Açe’deki siyasi oluşumlar; Avrupa sömürgeci güçleriyle üç yüz yıla varan ekonomik ve siyasi etkileşim; Hollanda sömürgeciliğinin 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren Açe’ye nüfuz çabaları ve 20. yüzyıl bağımsızlık mücadelesi. Bu süreçler birbiriyle öylesine ilintilidir ki, birini es geçmek diğeriyle irtibatın kopması ve bugünkü Açe’nin anlaşılamaması gibi bir tehlikeyi içinde barındırır.

Bu sürecin en son aşaması yani, 20. yüzyıl Açe bağımsızlık mücadelesi Teungku Hasan di Tiro’nun liderliği ile somut bir yön kazanmış ve Açe tarihine, kökleriyle örtüşen bir yön vermiştir. Peki Di  Tiro’yu geçmişe bağlayan sadece başında bulunduğu özgürlük hareketinin, dev bir orduya karşı verdiği mücadeleyle mi sınırlıdır sorusuna vereceğimiz cevap hayır’dır. Hiç kuşku yok ki, Di Tiro’nun yaşam serüveni, bu sürece yönelimi ve bağımsızlık olgusuna yaklaşımı, onun yukarıda maddeler halinde sunulan tarihi süreçlerle ilişkisini ortaya koymaya kafidir. Di Tiro’nun bu süreçteki rolü, dünü bügüne bağlayan sağlam bir halkanın ferdi olmasından gelir.

Di Tiro, tıpkı bin yıl boyunca olduğu gibi Açe’nin bağımsız bir devlet olarak modern uluslar arasında yer alma gibi ulvi bir gayeyi ilişkilerin maddi doğası çerçevesinde gerçekleştirememiş olabilir. Ancak bu durum, onun veya hareketinin başarısızlığı olarak sunulamaz. Aksine, atalarından devraldığı bağımsızlık ruhunu, dönemin şartları karşısında yeniden şekillendirip geliştirmesiyle adı tarih kitaplarında anılacak ve halkının toplumsal hafızasında yer alacak bir liderdir.

Di Tiro’yu yaşadığı dönem entellektüel dünyasında rol alan diğer bireylerden ayıran hususiyeti, onun teori ve pratiği anlama uğraşında sergilediği bireysel çaba ve katkılarıdır. Bu bağlamda, Di Tiro, Hollanda Savaşı’nda cihad ruhunu mücadelenin başat unsuru olmasını sağlamadaki rolleri ile ‘Saman di Tiro’ ailesinin bir ferdi olarak varlığını ortaya koymuştur. Bu noktada şunu çok açıkça söylebeliriz ki, salt bu ailenin bir ferdi olması onu ayrıcalıklı kılmamıştır asla. Aksine sömürgecilik tarihinde pek çok özellikleri ile dikkat çeken Hollanda Savaşı’ndaki rolleri ile ortaya çıkan bu aileye mensubiyetin verdiği büyük bir ‘moral baskının’ altında kalmıştır. Bu moral baskı, onu liderliğe değil, lider olmanın araçlarına öncelikle ulaştırdığı gözlerden kaçmamalı. Nedir o araçlar? Bireysel ve toplumsal kimliğin tesisinde öne çıkan tarih bilinci ve şuurudur.

Di Tiro, 4 Aralık 1976 yılında ‘Açe-Sumatra Bağımsızlık Bildirgesi’ni dünyaya ilân ettiğinde, bu hareketin dinamiklerini içinden geçtiği Açe tarihine dair bilinçlenme sürecinin doğal bir evresi olarak ortaya koyuyordu. Örneğin, ‘The Drama of Acehnese History: 1873-1978’ adlı tiyatro eserinde buna açıkça tanık olunmaktadır. Di Tiro, bu çalışmada “1873” tarihiyle ‘Hollanda Savaşı’nın başlangıcına gönderme yaparken, “1978” tarihiyle de ‘Özgürlük Hareketi’nin karşısında yer alan ‘gücü’ de siyasi olarak nereye oturttuğunu sembolik olarak sergiler. Bu anlamda, Açe Bağımsızlık Hareketi’ne anlamlandırmaya dair Batılı akademyanın kaleme aldığı kimi eserlerde vurgulanan “mikro milliyetçilik” olgusu ve de vurgusu, ‘Hareket’in ne kadar sınırlı ve ön yargılı bir bağlama oturtulmaya çalışıldığını gösterir. Bundan yani, ‘mikro milliyetçilik’ vurgusundan kasıt, ‘Hareket’i şu veya bu şekilde seküler bir mecra olarak göstermeye alet olduğu intibaını edinmek güç değil.

Batılı akademyanın meseleleri algılama tarzında külliyen sekülerleşmiş zihin yapısının İslam coğrafyasındaki bağımsızlık hareketlerini tarihin yakın ve uzak noktalarındaki İslami hareketlerin devamı olarak algılamama, algılatmama konusunda epeyce enerji sarf ettiğini hatırladığımızda bunda şaşılacak bir şey olmadığı da söylenebilir. Ancak şaşılması gereken nokta, yerli, yani Açe coğrafyasından çıkmış geleneksel ve modern eğitimli kesimlerin ve de bu coğrafyayla şu veya bu şekilde ilintisi olduğunu ‘gururla’ ifade etmeye çabalayan dışarlıklı çevrelerin Di Tiro’ya kusurlu veya eksik bakıştır. Bu bağlamda, Batılı akademya ile bu yerli ve dışarlıklı bakışın örtüştüğü nokta, Di Tiro’yu Açe kadim tarihinin modern döneme ulaştıran bağını gör/e/meme arızasıdır. Bu ‘arıza’ kendini, “Açe Bağımsızlık Hareketi” liderine yönelik algı saptırma çabalarıyla kendini ortaya koyar.

Temelde bu eksiklik, yazının başında değindiğim Di Tiro’nun yeni nesil Açelilere bıraktığı mirasın, yani tarih bilinci ve şuurunun ve bunun eski ve yeni sömürgecilik tarzlarına karşı duruşunun, Açe’yi tanımlama konusunda kendilerini öncelleme yarışında gören yerli ve dışarlıklı kişi ve gruplarca algılanamamış olmasıyla bağlantılıdır. Oysa, şu net ve açıktır ki, Teungku Hasan di Tiro’nun, hareketin ilk gününden son nefesini verinceye kadar referanslarını Açe tarihine endekslemesi ve bundan neşet eden bilinç ve şuur, onu içinde yer aldığı siyasi gelenekle bağını göstermesi bakımından önem arz eder.

Di Tiro’nun bu siyasi geleneğe bağlılığı ve devam ettiricisi olmasındaki bir diğer husus, Türk- Açe ilişkilerinde hâlâ ele alınmayı bekleyen 1980’lerin ilk yarısında yazdığı bir mektuptur. Söz konusu bu mektubu, salt kendine başına ele almak, mektubun içeriği kadar, gönderildiği ülkeyle bağların neye tekabül ettiği konusunda anlam kaybına neden olacaktır. Bunun yerine, mektubun tıpkı Di Tiro’nun atalarının -bugüne kadar bilinen veriler ışığında dikkat çeken- 16. yüzyıl ikinci yarısında ve 19. yüzyıl ortalarında ve son çeyreğine girilirken gönderilen mektuplarla karşılaştırılmalı olarak ele alınmasında fayda var. Hasan di Tiro vefat ederken, sömürgeciliğin her türlüsüne düşünce ve eylem plânında karşı çıkmış bir lider olarak bu hayattan ayrıldı.
Hasan di Tiro’ya bir kez daha Allah’dan rahmet diliyorum.

http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/299948/omrunu-aceye-adayan-lider-hasan-di-tiro

Senin, 02 Juni 2014

ASEAN’da Tarımsal Sürdürülebilirlik / Sustainability in Agriculture in ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                                 26 Mayıs 2014

Son dönemde teritoryal haklar meselesinden hareketle siyasi sürtüşmelere konu olan ve bu sürtüşmelerin sıcak çatışmalara evrilme tehlikesinin konuşulduğu Güneydoğu Asya’da dikkatler geçen hafta Manila’daki bir toplantıdaydı. 21-23 Mayıs tarihlerinde Filipinler’in başkenti Manila’da “Büyüyen Asya’da Tarım Forum”u başlıklı toplantıda kalkınma ve tarım ilişkileri ‘Asya’ başlığı taşımakla birlikte Doğu ve Güneydoğu Asya vurgusuyla dikkat çekti. Tarım konusunun uluslararası bir forumda ele alınması önemli olduğunu söyleyelim. Çünkü bölgenin bir süredir ‘kalkınma odaklı ekonomileri’ olarak dikkat çeken ülkelerinde, endüstrileşme, imalat sanayii gibi alanlardaki dev yatırımları tarımsal faaliyetler çerçevesinde görmek mümkün değil. Bunu son dönemdeki istatistiklerde açıkça görmek mümkün. Bu bağlamda, gelirlerin ne kadarının tarımsal ürünlerden sağlandığı sorulduğunda, ASEAN’ın son dönemde kayda değer kalkınma hamlesine tanık olunan Malezya’da %7, Endonezya’da %13, Myanmar’da ise %35 olduğu dikkat çekiyor.

Tabii bu noktada, imalat sanayii, endüstriyel ürünler ile tarım ürünlerinin fiyatları arasındaki farkı göz ardı etmiyoru. Ancak bölgenin kalkınma süreçlerine konu olan yukarıda adı geçen ve de geçmeyen ülkelerinde bu süreçlerden reel olarak yararlanan kitlelerin geniş tarım kesimleri olmadığı da bir gerçek. Zaten bu nedenledir ki, meselâ, Malezya Başbakanı Necib Bin Razak son dönemde, Malezya’nın kalkınmış ülke olma rotasında önemli adımlar atarken kırsal bölgede halkın halen yoksulluktan kurtulamamış olmasının önüne geçilmeli mesajını sürekli yineliyor. Aynı Başbakan, geçen hafta Tokyo’da yapılan ‘Nikkie Konferansı’nda yaptığı açılış konuşmasında da, bu sorunun sadece Malezya ile sınırlı olmadığını Doğu ve Güneydoğu Asya toplumlarının ortak problemi olduğuna işaret ediyordu.

Doğu ve Güney Asya toplumları gibi Güneydoğu Asya bölgesinde de en önemli tarımsal ürün çeltik. Dünya Gıda Örgütü’nün verilerine göre, küresel olarak çeltik üretiminin %90’ının Asya’da gerçekleştirildiği ve aynı oranda tüketildiği dikkate alındığında tüm ekonomik kalkınma, endüstrileşme, şehirleşme hamlelerine rağmen, bölge halklarının temel gıda maddesinde büyük bir değişiklik yok. Aksine, gıda güvenliği, sağlıklı beslenme, endüstrileşme adına tarım alanlarının verimsizliği gibi olgular aslında tarım konusunun ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor. Kalkınma süreçlerine paralel olarak bölge ülkelerinin tarım üretiminde teknolojik yenilikleri ortaya koyabilecekleri düşünülse de, gene eldeki veriler, örneğin çeltik tarım sahasının %80’i küçük işletmeler elinde olduğunu gösteriyor.

Bu işletmelerin finans yapılanmalarının profesyonel ellerde olup olmaması bir yana, gene ilgili ülkelerin kalkınma hamlelerine paralel olarak, ya devlet eliyle veya zorunlu/gönüllü göçlerle şehirleşme oranındaki görece artış dikkat çekiyor. Temelde bu durum, şu ikircikli yapıya neden oluyor. İlki, tarım sahalarında küçük işletmelerin varlık koşullarının sınırlı ve dar oluşu; devlet veya özel sektör desteği ve teknolojik yaklaşımlardan görece az veya hiç pay alamaması bu toprakların mülkiyetini elinde bulunduran insanları, özellikle de genç nesilleri şehirlerin yolunu tutmaya sevk ediyor. Geride bırakılan tarım arazilerinde süreç yaşlılar/kadınlar veya kiracılar eliyle ya eskisi gibi verimliliği düşük, doğal sulamaya bağlı ve aracıların insafına kalmış bir şekilde sürdürülen bir döngüye mahkum oluyor veya araziler terk ediliyor. Uzmanların ‘yaşlanan çiftçi’ kavramıyla karşıladıkları bu yeni gelişme, tedbir alınmadığı taktirde tarımsal üretim süreçlerinde bir süre sonra verim düşüklüğünü beraberinde getireceğine vurgu yapılıyor.

Çeltik örneği, tarımın olmazsa olmazı su konusunu da gündeme getiriyor. Kimi bölgelerde kuru çeltik tarımı yapılsa da, temel ve nitelikli çeltik ya doğal yağmur veya kanal sistemleriyle sulama marifetiyle gerçekleştiriliyor. Bugün adı, gelişmekte olan ülkeler içerisinde sayılanlar da dahil, değişen koşullara ve çevre bilincine bağlı olarak tarımsal faaliyetleri köklü bir şekilde ele alabilecek yaklaşımların yoksunluğu söz konusu. Ekonomik kalkınma hamleleri ve akabinde gelen askeri yatırımlar, bunun körüklediği ve tarihten tevarüs eden teritoryal haklar meseleleri arasında tarım ‘güvenli’ bir alan olarak kayda değer bir yapı arz etmiyor ve de dikkat çekmiyor. Oysa, kalkınma hamlelerini kırdan başlatma adına kapsamlı bir yapılanma sergilenmesi insan-çevre diyalogu; kır-kent ikilemi; bireysel ve toplumsal memnuniyet; şehirleşme/sosyal değişim/sosyal hastalıklar-suç ilişkileri gibi toplumsal yapıyı derinden etkileyebilecek bir etkileşim süreci ortaya koyma potansiyeline sahip.

Güneydoğu Asya özelinde, geniş ve tüm ihmallere rağmen, mevcut koşullarda önemli hasılat elde edilen/edilebilecek çeltik tarımına konu olan arazilerin nerede olduğuna bakılmalı. Bu noktada üç bölgeyi örnek olarak dikkatlere sunulabilir. 2020 yılında kalkınmış ülke statüsü için çırpınan Malezya’da çeltik tarımı ülkenin kuzeyindeki Kedah Eyaleti’nin başat ürünü. Kedah endüstrisi, kalkınması ile dikkat çekmeyen, geleneksel tarımsal üretimle ülke bütçesine katkı yapan bir eyalet. Malezya gibi agresif kalkınma sergileyen bir ülke de bile, çeltik gibi birincil tüketim maddesi ithal edilmek zorunda kalınıyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, ülkedeki üretim ihtiyacın yaklaşık %70’ini karşılıyor.

Bunun temel nedeni ülkenin yeterli tarım arazileri olmamasından değil, aksine yukarıda değinilen sorunların birer birer Kedah örneğinde karşımıza çıkmasından dolayıdır. Bugün, içme suyu temini konusunda bile önemli sıkıntıların yaşandığı Malezya’da, örneğin Kedah gibi -ki buna Kelantan, Perlis’i de eklemek gerekir- geniş tarım arazilerine konu olan eyaletlerde gerekli yatırımların yapılmaması ülke idaresinin yetersizliğine bağlanabilir mi? Ya da öncelikler noktasında tarımın sağlıklı bir yere oturtulamamasından neşet eden bir sorun mu var? Bu noktada, Asya Kalkınma Bankası’nın verilerinden hareket edecek olursak, şehirleşme ve tarım-dışı sektörlerdeki kalkınma eğilimlerinde tarıma hak ettiği yerin verilmediği anlaşılıyor.

Bir diğer örnek ise, tsunami ile tanımaya başladığımız Endonezya’nın Açe Eyaleti’nden verilebilir. Bu geniş ülkenin çeltik ambarı unvanına sahip Açe’de tarımsal faaliyetin %80’i doğal sulama, yani yağmur kaynağına bağlı. Mevcut sulama kanallarının sürdürülebilir olmaması, özellikle barış sürecine paralel olarak sözde kalkınma hamlelerinden az da olsa pay alması gündeme gelen Açe’de yolsuzluklar ile yatırıma, özellikle de tarımsal yatırıma ayrılan bütçelerin kaçta kaçının reelde karşılığı olduğu sorusu cevaplanmayı bekliyor. Üçüncü örnek ise, Tayland’ın güneyinde Patani bölgesi. 1970’lerden bu yana bağımsızlık veya otonom hakkı için mücadele eden Patani Malayları’nın toprakları da genişliği ve yatırıma müsait oluşu ile dikkat çekiyor. Ancak, Bangkok hükümetinin siyasi nedenlerde yatırımı sınırlı alanlarda tutması, bölgenin tarım potansiyelinin ortaya çıkmasına mani oluyor.

Bu üç bölge yani, Kedah, Açe ve Patani yukarıda zikredilen özellikleri ile önem taşırken, jeo-stratejik konumlarıyla da bu potansiyelin üçüncü ülkelere ihracına ve bunun getireceği sürdürülebilir kalkınma hamlelerine konu olabilir. Bununla ne demek istiyoruz? Kedah’ın, önemi yakında daha iyi anlaşılacak Bengal Körfezi’ne bakması; Açe’nin -merkezi otoritenin yanıltıcı klişe ifadelerinde olduğu gibi ülkenin “en batı ucunda” değil de, Hint Okyanusu’nun tam da ortasında bulunması dolayısıyla Malaka Boğazı, Hint Okyanusu’nun doğusu, Andaman Denizi ile çevrili ve bu denizlere kapı komşusu olan ülkelere yakınlığı; Patani’nin, bir yanıyla Güney Çin Denizi, öte yanıyla, Bengal Körfezi’ne açılan coğrafi imkânı bu üç bölgeyi sürdürülebilir tarımsal kalkınma ile bölgesel ve de kısmen küresel odak haline getirebilecek olanakları içinde barındırıyor. Ancak, bu ve benzeri alternatiflerin hayata geçirilebilmesinden önce, ‘merkezi siyasi irade’ bunu istiyor mu sorusuna cevap bulmak gerekiyor.

Tüm bunları dikkate alırken, 2005 yılından bu yana Türkiye’nin Güneydoğu Asya’da kalkınmaya aday bölgeler örneğin Açe, Patani ile işbirliklerinin geliştirilmesine gayret gösterildiği gözlenen Malezya ile gıda güvenliği, sürdürülebilir tarım vb. konularda girişimlerin önemine dikkat çekiyoruz. Bugüne kadar bu imkânın değerlendiril/e/memiş olması, fırsatın elden kaçtığı anlamına gelmiyor elbette. Günümüzde tarımsal üretimin, sadece çiftçinin ‘çalışkanlığına’ terk edilmiş bir yaklaşımın eseri olmadığı, aksine sulamadan iklim değişikliğine kadar çok çeşitli alanlarda özel ve kamu sektörlerinin işbirliği ihtiyaç dikkate alındığında Güneydoğu Asya’nın verimli topraklarında  sürdürülebilir tarım için var olan imkânları sağlıklı bir şekilde kullanmakta fayda var. Türkiye’nin ASEAN’a akreditasyonunu etkin kılacak yollardan birinin tarım olmaması için bir neden yok. Yukarıda verilen üç örnekle, aslında tarım sektöründe bölgesel etkileşimin gücünü görmemek mümkün değil. Tarıma paralel gelişecek makinalaşma, bilimsel tecrübe paylaşımı, ulaşım, dış ticaret, finans yönetimi vb. alanlar bir model olma içeriğine sahip.