Tampilkan postingan dengan label Bangsamoro (Filipinler). Tampilkan semua postingan
Tampilkan postingan dengan label Bangsamoro (Filipinler). Tampilkan semua postingan

Selasa, 06 September 2016

Rodrigo Duterte: Uluslararası Arenada Yeni Bir Fenomen / Rodrigo Duterte: A New Phenomenon in International Arena


Cihan Kurtaran                                                                                                                      06.09.2016

Filipinler’de uzun yıllar Mindanao Adası’nda Davao şehri belediye başkanlığı yapmış olan Rodrigo Duterte Laos’a yapacağı ilk yurt dışı seyahati öncesinde, ABD Başkanı Barack Obama’ya yönelik küfürlü demeciyle gündeme oturdu.

Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği (ASEAN) dönem başkanı Laos’un başkenti Vientiane’de başlayacak zirveye saatler kala, Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin ABD başkanı Barack Obama’ya yönelik adab-ı muaşerete mugayir sözleri gündemi belirledi. Sadece ASEAN’ı değil, farklı ülke devlet başkanları ve delegasyonlarını da biraraya getirmesi nedeniyle küresel bir önem arz eden ASEAN toplantıları, daha başlamadan herkesi şaşırtan olağandışı bir gündeme sahip oldu.

Söz konusu iki liderin Vientiane’de biraraya geleceği, G-20 zirvesi dolayısıyla Çin’de bulunan Obama tarafından duyurulmuştu. Obama, Filipinler’in çiçeği burnunda devlet başkanı Duterte ile görüşeceğini söylemekle kalmamış, görüşmenin içeriği konusunda, yani Filipinler’de insan hakları konusuna gündeme getireceğini belirtmişti. ‘Üçüncü dünya’ ülkeleriyle ilişkilerde sadece Başkan Obama’nın değil, genel itibarıyla ABD politikalarında önemli bir yer tutan ‘insan hakları’ konusu, bu kez Filipinler bağlamında gündeme getiriliyor. ABD yönetimince Filipinler’e, daha doğrusu başkan Duterte’nin aşağıda değineceğim bazı uygulamalarına yönelik olarak daha önce de değişik vesilelerle tepkiler gündeme getirilmişti.

Burada hatırlanması gerek bir diğer husus, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 26-27 Temmuz günleri Manila’yı ziyaret ederek Duterte ile görüşmesidir. Kerry’nin kişisel yaklaşımından ötürü olsa gerek, Duterte’nin ağzından ona karşı kötü bir söz sadır olmamıştı. Ancak Duterte basına yaptığı açıklamada, “Kerry’le görüşebilirim, ancak onun büyükelçisi eşcinsel diyerek” ABD yönetimine yönelik hakaret anlamı içerek bir söylemi gündeme taşımaktan da geri durmamıştı.

Vientiane toplantıları öncesi yaşanan bu gerginlik, Obama ve Duterte arasında kişisel bir atışmanın ötesinde anlam taşıyor. Bu noktada Rodrigo Duterte’nin kim olduğu, nasıl bir siyasi geçmişi olduğunu kısaca ele almak gerekir. 8 Mayıs 2016 seçimleri yapılacağı duyurulduğunda Filipinler’de başkan adayları arasında adı geçmeyen, ancak kısa bir süre sonra aday olabileceğini açıklanan Duterte, ülkenin güneyinde Mindanao Adası’nda uzun yıllar belediye başkanlığı ve il yönetim meclisinde görev yapmış bir isim. Mindanao Adası’nı, Filipinli Müslümanların tarihsel olarak yaşam olanı olarak biliyoruz. Son dönemde ise, Moro İslami Kurtuluş Cephesi’nin (MILF) bağımsızlık ve akabinde özerk yönetim taleplerine konu olan bir bölge. Ancak çatışma bölgelerinin taşıdığı geri kalmışlık, zorunlu ve gönüllü göçlerden neşet eden etnik çeşitlilik, suç oranlarının yüksekliği gibi hususiyetleri de bünyesinde barındırıyor. Filipinler’de suç denilince akla ilk gelen ise uyuşturucu mafyaları oluyor. Sadece ‘çetelerle’ sınırlı olmayan, ekonomik kazanımı oldukça yüksek bu ‘işten’ değişik düzeylerde kimi ‘memurların’ da iştirak ettiği biliniyor.

Duterte, Ada’nın önemli şehirlerinden biri olan Davao’daki 22 yıllık belediye başkanlığı süresince bir yerel yönetici olmanın ötesinde, bir ‘şerif’ hüviyetiyle şehir ve çevresini uyuşturucu mafyalarından temizleme uğraşını üstlenmiş ve bunda da başarılı olmuş bir yerel politikacı. Ancak Duterte’nin bu ‘başarısını’ gerçekleştirirken, uyguladığı ‘gayri resmi’ yöntem, o yıllar boyunca ulusal gündemin dışında pek yer bulmadı. Gayri resmi yöntemden kastımız, Duterte’nin kurduğu iddia edilen ‘ölüm timleri’ diye anılabilecek bir yapıyla uyuşturucu çetelerini hizaya getirmesi oldu. Bu sürecin sonunda Davao en güvenli şehir unvanını kazanırken, hiç kuşku yok ki, Duterte’nin uyguladığı gayri resmilik te o kadar üzerinde durulan bir konu olarak dikkat çekmedi.

Ancak işler, Duterte’nin devlet başkanlığına aday olmasıyla ve akabinde kampanya dönemindeki söylemiyle yavaş yavaş uluslararası gündemde yer işgal etmeye başladı. Öyle ki, Duterte ‘Davao başarısını’ ulusal düzeye çıkarmaya ant içmesi üzerine, eski başkan Benigno Aquino ülkenin ‘yasaların ihlâl edileceği’ bir döneme girmek üzere olduğunu görerek iki güçlü adayı ittifak yapmaya ve Duterte’nin önünü almaya çalıştı. Aquino bunda muvaffak olamayınca, 71 yaşındaki Duterte 8 Mayıs seçimlerinde aldığı önemli bir oy oranıyla başkan seçilip 30 Haziran’da resmen göreve başladı.

Duterte, seçim kampanyası boyunca iç siyasete yönelik olarak, ülkenin en önemli sorunlarının başında gelen güvenlik olgusuna yoğunlaştı ve bu yöndeki açıklamalarıyla gündemi belirledi. Aynı Duterte o günlerde, 1989 yılında hayatını kaybeden Avustralyalı kadın misyoner üzerinden Avustralya hükümetine ve Papa Francis’in Ocak ayında Manila’yı ziyaretinde yaşanan trafik karmaşası sonrasında buna sebep olduğu iddiasıyla Papa’ya yönelik gayr-i ahlaki çıkışı ile uluslararası basının gündemine oturmaya başladı. Duterte bu türden çıkışlarına dün Barack Obama’yı hedef alan küfürlü söylemiyle devam etti. Duterte, uyuşturucuyla mücadeleyle ilgili olarak kısa bir süre önce bazı uyarıları gündeme getiren ve kendisiyle Laos’da görüşmeyi talep BM Genel Sekreteri’yle görüşmeyi de reddetmişti.

Filipinler devlet başkanının tüm bu süreçlerde benzer bir söylemi tekrarlaması nedeniyle sıra dışı bir fenomen olmaya doğru gittiğini söyleyebiliriz. Ülkesinde suçlarla ilgili mücadelede seçtiği yöntemi, yerel yöneticilik dönemindeki başarılarına bina ederek tartışılmazlığına güvenen Duterte, uluslararası çevrelerin bu konudaki eleştirilerine ise ‘ulusal bağımsızlığımıza müdahale ediyorsunuz’ diyerek geri çeviriyor. Duterte’nin güvenlik güçlerine çeteleri sorgusuz sualsiz öldürme hakkı veren uygulaması ile son iki ayda yaklaşık 2000’i aşkın kişi çatışmalarda öldürüldü ve ülke hapishanelerinin teslim olan uyuşturucu çete mensubu ve kullanıcılarıyla doldu. Dün Obama’ya yönelik yaptığı açıklamanın bir yerinde de, “Filipinler sömürgecilikten kurtulalı çok oldu” diyerek, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl ortalarına kadar süren ABD sömürgeciliğine atıfta bulunarak, Obama’nın insan hakları söylemini reddediyordu.

Duterte’nin yukarıda zikredilen ‘güvenlik politikasına’ yönelik karşı çıkışlar ülkedeki bazı siyasi çevrelerden de gelse, genel itibarıyla yüksek bir oyla devlet başkanı seçilen bir lider olması ve siyasi gücü ele geçirmesi nedeniyle eleştiriler -en azından şimdilik- kurumsal bir boyut kazanmış değil. Ancak Duterte’nin en son Obama’yı da hedef alan uluslararası politikacı ve şahsiyetlere yönelik çıkışın ülkelere arası ilişkileri etkileyecek boyutu olacaktır. Ayrıca, Filipinler’in önümüzdeki yıl ASEAN dönem başkanlığını üstlenecek olmasıyla, Birliğe üye ülkeler arası ilişkiler de olumsuz yönde etkilenebilir.

Bunun ötesinde, Filipinler ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden biri. 1990’lı yıllarda ülkede ABD karşıtlığının yol açtığı tepkiler üzerine o dönemki ABD üstleri kapatılır ve sayısı azaltılırken, son yıllarda Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddialarının neden olduğu anlaşmazlık Filipinler’i ABD’ye yeniden yaklaştırmıştı. Bu anlamda, bir önceki başkan Aquino döneminde ikili ilişkilerde askeri boyut yeniden ön plâna çıkmaya başlamıştı. Duterte’nin, Batı Filipinler Denizi olarak adlandırılan bölgede giderek artan Çin balıkçı ve sahil güvenlik teknelerinin varlığı karşısında ‘Çin’le masaya oturur hallederiz’ söylemi bugüne kadar somut bir açılıma konu olmadı. Kaldı ki, benzer sorunlarla yüzleşen bölgedeki diğer ülkeler de Çin’le tek tek masaya oturmak yerine ABD ile yakınlaşarak politika geliştiriyorlar.

Duterte’nin Obama’yı hedef alan küfürlü sözlerinin ABD politikalarını pek etkilemeyeceği düşünülebilir. Ancak burada Duterte’nin ve Duterte güdümündeki Filipinler hükümetin alacağı kararların belirleyiciliğini de unutmamak gerekir. Bu süreçte, ASEAN içinde öne çıkan ülkelerin Duterte yönetimini şu veya bu şekilde ‘hizaya çekme’ çabası olabilir. ABD ise, bölgede Çin faktöründen hareketle Filipinlerle ilişkileri koparması söz konusu değil. Ancak iki ülke ilişkilerini daha alt düzeyde sürdürme politikası izleyerek Duterte’nin uluslararası politikaya ‘adaptasyonunu’ bekleyecektir.


(Not: Cihan Kurtaran arkadaşımıza bloğumuza katkılarından ötürü teşekkür ederiz.) 

Selasa, 23 Agustus 2016

Filipinler’de Hükümet Komünist Partisi’yle Barış Masası’nda / The Central Government of the Philippines and Communist Party at the Peace Table


Mehmet Özay                                                                                                                         23.08.2016

Filipinler’de yeni bir barış süreci başlıyor. Filipinler devleti ile komünist gerilla hareketi ve onun siyasi kanadı komünist parti yetkilileri arasında bugün, yani 22 Ağustos’da Norveç’in başkenti Oslo şehrinde barış görüşmeleri başlıyor. Görüşmelere Norveç’den üst düzey katılım, Güneydoğu Asya’daki bu siyasi krizi çözme konusunda tıpkı diğerleri gibi, Avrupa’nın katkısının göz ardı edilemeyeceğini ortaya koyuyor. Norveç’in 1986 yılındaki görüşmelere de ev sahipliği yapması aslında bir devamlılığın olduğunu da gösteriyor. Söz konusu barış görüşmesi, Başkan Duterte’nin ülkedeki muhalif ve gerilla savaşı veren tüm gruplarla sorunların halledilmesi konusundaki bütüncül politikasının bir ürünü.

Toplumsal Barışa Doğru
Bu noktada, merkezi hükümetin, 1960’ların sonlarından bu yana varlık gösteren komünist partisi ve bağlantılı gerilla hareketiyle barış görüşmelerine başlaması, ülkede siyasi istikrarın tesisi bağlamında, bir önceki dönemde Moro İslami Kurtuluş Cephesi’yle yapılan barış anlaşmasının bir devamı niteliği taşıyor. Böylece hem Mindanao ve çevre adalardaki Malay Müslüman kitle, hem de Luzon adası güneyi, Mindanao adasının kuzeyinde faaliyet sergileyen komünist partisiyle gerçekleştirilecek toplumsal barışın genel anlamda ülkede pozitif bir atmosfer oluşturacağına kuşku yok.

Luzon Adası merkezli olarak 1969’de kurulan komünist partisi varlığını şiddete dayandırmasıyla ülke siyasal hareketleri içerisindeki yerini aldı. 1986 yılında başlayan barış görüşmelerinde sonuç alınamazken, en son girişim yaklaşık dört yıl önce Benigno Aquino’nun devlet başkanlığı sürecinin başlarında gündeme gelmişti. O günlerde Aquino’nun kabul etmediği siyasi tutukluların serbest bırakılması şartını bugün Duterte’nin yerine getirmesi iki tarafın masaya oturmasını sağlayan en önemli şart olarak gözüküyor.
Bugünkü görüşmelerden sadece birkaç gün önce, yani geçen Cuma günü komünist hareketin iki önemli liderinin cezaevinden salıverilmesi karşısında örgütün tek taraflı ateşkes kararına hükümetten de benzer bir karşılık geldi. Liderlerin salıverilmesi ve karşılıklı ateşkes kararı, iki tarafın görüşmeler öncesinde sürece olumlu bir adım atmaları anlamı taşıyor.

Başkan Rodrigo Faktörü
Açıkçası, daha 8 Mayıs başkanlık seçimleri öncesinden başlayarak, Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin komünist gerilla hareketiyle masaya oturacağını açıklaması gündemde önemli bir yer işgal etmişti. Seçimlerin ardından Temmuz ayı başında görevine aktif olarak başlamasının ardından, konuyla ilgili açıklamaları ve girişimleriyle bu konuda ne kadar ciddi olduğunu ortaya koydu. Başkan’ın bu kararlılığının bir göstergesi olarak barış görüşmeleri öncesinde aldığı dikkat çekici kararlar arasında, yeni kabinede Sosyal ve Ekonomik Kalkınma ile Tarım Reformu bakanlıklarına komünist aidiyetleriyle tanınan siyasetçileri getirmesi oldu. Ardından, güvenlik güçleriyle komünist gerillalar arasında görece düşük yoğunluklu da olsa devam eden çatışmaları sonlandırmaya yönelik olarak ‘ateşkes’ çağrısına rağmen, ateşkes süreci işletilemedi.

Şimdi sıra, taraflar arasında karşılıklı ‘pazarlıkların’ yapılmasına geldi. Oslo görüşmelerinin tarihin belirlenmesiyle, gerilla hareketinin iki lideri karı koca Benito Tiamzon ve Wilma’nın serbest bırakılması, Filipinler devleti adına iyi niyet göstergesinin ötesinde bir anlam taşıyor. Benito Tiamzon ‘Filipinler Komünist Partisi’ ve partinin silahlı kanadı ‘Yeni Halk Ordusu’nun başkanı sıfatını taşırken, eşi Wilma parti genel sekreterliğini yürütüyor. Bu bu iki liderin salıverilmesi, görüşmelerde oynayacakları varsayılan ‘yapıcı’ rolden ötürü önemli. Ayrıca, aynı günlerde yirmi siyasi tutuklu da serbest bırakıldı. Bununla birlikte, cezaevlerinde yaklaşık 550 gerillanın bulunuyor. Ve barış görüşmelerinin seyrine göre bu mahkumların da serbest bırakılması gündeme gelecek.

Dünü ve Bugünüyle Komünist Partisi
Takımadalar ülkesi Filipinler’de komünist ideolojinin, tıpkı bölgedeki diğer ülkeler gibi önemli bir geçmişi bulunuyor. Sömürgecilik dönemi, ‘koyu’ bir milliyetçilik üzerinde yükselen Japon yayılmacılığı ve ardından gelen kapitalist üretim/tüketim süreçleri vb. Filipinler’i bu anlamda diğer ülkelerden farklı kılan ise 19. yüzyıl son yılları ile 20. yüzyıl ilk yarısı boyunca Amerikan ‘sömürgeciliğine’ konu olmasıdır. Özgürleştirici ülke sloganıyla anılan Amerikan’ın, en azından Güneydoğu Asya toprakları bağlamında dile getirilecek olursa, bölge sömürge tarihinde İngiltere, Hollanda ile bir arada tutulmasa da, böylesi bir ‘kara’ geçmişi olduğu Filipinler örneğinde karşımıza çıkıyor. Ancak ABD’nin Takımadalarla ilintisi bağımsızlık sonrasında da devamlılık gösteriyor. Tabii, bununla birlikte, Rusya ve ardından Çin’de yaşanan devrimleri ve sonrasında bölge ülkelerine yansımasını da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bu çerçevede, Filipinler komünist partisinin 1930’larda kök salmaya başlaması, bağımsızlığın ardından doğan siyasi arenada kendine yer bulamaması gerilla hareketine yol açtı. 

Filipinler’de komünizm ideolojisinin ortaya çıkmasında, ABD sömürgeciliği ve bu döneme karşı verilen özgürlük mücadelesi kadar, Pasifik Savaşı sonrasında kalkınmacı modernleşme çabalarında arzu edilen başarının yakalanamamasıyla birlikte milyonlarca insanın yoksullukla iç içe yaşamasının payı büyük. Bu anlamda, komünizmin Avrupa versiyonun klişe haline gelmiş sanayi devriminin ürünü ‘geniş işçi sınıfı’ndan ziyade, yoksul ve üretim gücünde söz sahibi ol/a/mayan geniş tarım nüfusunun rolü bulunuyor. Buna paralel olarak, kırdan kente göçle okur-yazar/zanaatkârlık imkânlarına sahip olmayan kitlelerin ‘lümpen’ olarak adlandırılabilecek ‘arada kalmış’ yaşamlarında bir ümit veya en azından bir tür ‘var oluş’ imkânı olarak komünist ideolojinin belirdiği görülür. Bu çerçevede, komünist gerilla hareketi şehirlerde etkin olurken, ideolojisinin temellendirmede de kır toplum yapısına dayanıyordu. Bu toplumsal kesimlerin komünist partisiyle buluşmasında, kuşkusuz ki, 1965-1986 yıllarında ülkeyi yöneten Ferdinand Marcos’un ürettiği rejimin etkisi es geçilemez. Komünist partisiyle barış görüşmelerinin Marcos sonrası dönemde gündeme gelmesi de hem ülkedeki siyasi ve ekonomik yapılaşma hem de bölgesel ve de küresel değişimlerle bağlantılıdır. Liberal ekonomi sınırları içerisinde de olsa bir tarımsal kalkınma süreci, komşu ülkelerde ideoloji ve silah desteğinin giderek sona ermesi, ideolojik iç çekişmeler partinin belirsizliklerle dolu bir sürece girmesini sağladı.

Yeni Bir Döneme Doğru
Eski Başkan Aquino döneminde başlatılan barış görüşmeleri ve ardından yeni başkan Duterte ile devam ettirileceği konusunda güçlü sinyallerin verilmesi temelde Filipinler merkezi hükümetinin ayrılıkçı gruplar ve bunları destekleyen sivil toplum kesimleriyle ‘barışı’ hedeflediğini gösteriyor. Özellikle, 2001 yılında ABD’de meydana gelen gelişmelerin ardından ‘terörle mücadele’ olgusu küresel bir boyuta çıkarken, ABD bu süreçte kendine ‘ittifak’ bulmakta zorlanmadı. Bunların başında da Filipinler geliyordu. Bu yaklaşımı, kendisi için bir avantaja dönüştürmek isteyen hükümet, ayrılıkçı silahlı gruplarla mücadele söylemi ardından sivil çevreleri de hedef aldı. Ancak 2010’lardan itibaren Moro İslami Kurtuluş Cephesi ile anlaşma imzalanması ve ardından komünist partisi ve uzantısı gerilla grubuyla barış masasına oturulması, Filipinler merkezi yönetiminde ‘ulusal güvenlik’ konseptinin yeni bir rotaya oturtulmaya çalışıldığına işaret ediyor. İç çatışmaları sonlandırmış bir Filipinler’in, özellikle Aquino başkanlığında hız kazanan kalkınmacı politikaların kırsal ayağında yoğunlaştırılması yoksul kesimlere bir ümit aşılarken, toplumsal barışın tesisinde de rol oynayacaktır. Öte yandan, iç politikada ayağı sağlam yere basan Filipinlerin, olası dış tehditler karşısında dış politikaya yoğunlaşması ve gelişmelerin yönelimine göre bölgesel ve küresel ilişkileri geliştirmeye konuşlanması beklenebilir.

http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/filipinler-de-hukumet-komunist-parti-yle-baris-masasinda/633138

Senin, 11 Juli 2016

Filipinler’de Duterte Dönemi / Duterte Era in the Philippines


Mehmet Özay                                                                                                                        11.07.2016

Filipinler’de yeni başkan 71 yaşındaki Rodrigo Duterte 30 Haziran’da yapılan törenle altı yıllık göreve sürecine başladı. 8 Mayıs başkanlık ve senato seçimleri sonrasında en yakın rakibi Manuel Roxas’u altı buçuk milyonu aşkın oyla geçen Duterte, Filipinler’in on altıncı devlet başkanı oldu. Avukatlık mesleğinden gelen Duterte, Başkanlık yarışındaki rakipleri gibi, ulusal siyaset üzerinde on yıllarca hegemonya kurmuş ve feodal ilişkilere konu olan ‘köklü ailelerden’ gelmese de, valilik ve belediye başkanlıkları yapan babası ve kuzeni örneğinde olduğu gibi bazı aile bireylerinin ülkenin güneyinde Mindanao ve Cebu Adası yerel yönetime nüfuzuyla dikkat çekiyor. Bu noktada, Filipinler gibi uzun süreli sömürgecilik dönemi tecrübesine sahip ve farklı etnik topluluklara ev sahipliği yapan bir ülkede geleneksel iktidar odakları ile modern demokratik yapılaşma arasındaki fark bağlamında Duterte, ‘yerelden ulusala’ giden süreçte verdiği mücadeleyle öne çıkıyor.

Yerel’den ulusal’a Duterte
İdeolojik temelli bir siyasi duruştan öte, kendine özgü yöntemlerle mağdur konumundaki geniş kitlelerin yaşamını yasadışı güç odaklarının etkisinden kurtarıcı bir politikayı tercih ediyor. Bu anlamda Duterte’nin en dikkat çeken ve ülkede ilk olma özelliği taşıyan politikalarından biri, Belediye başkanlığı döneminde Davao’da sivil yaşam üzerindeki baskıları sona erdirerek yeni düzenlemelerle bir model oluşturmasıdır.

Bunun yanı sıra, aralarında Moro Müslümanları da dahil olmak üzere çeşitli azınlıkların yerel yönetimde temsili konusunda belediye başkan yardımcılıklarıyla yerel politikada interaktif bir etkileşimi gündeme taşıdı. Yerel yönetim düzeyinde ortaya koyduğu bu ve benzeri uygulamalara karşın Duterte’nin Filipinler modern siyasal tarihi içerisinde yeni bir figür olarak ortaya çıkmasıyla birlikte bu dönemde ulusal ve uluslararası arenada nasıl bir karşılık bulacağı ise merak konusu.

Farkını fark ettiren bir başkan
Uzun yıllar Mindanao Adası’nda Davao şehri belediye başkanlığını yürüten Duterte, ülke siyasal tarihinde daha şimdiden kendine özgü nitelikleriyle dikkat çekiyor. Bunlar arasında geleneksel olarak ülkeye başkan kazandıran Luzon Adası dışında, Mindanao Adası’ndan gelişi, ülke siyasal yaşamına damgasını vuran ve feodal ilişkileriyle siyasal yaşamı şekillendiren köklü ailelere mensup olmaması, Mindanao gibi görece geri kalmış bir Ada’daki Davao şehrinde yedi dönem olmak üzere toplam 22 yılı aşkın bir süre belediye başkanlığı yapması, bu süreçte gösterdiği olağanüstü ‘başarılar’ neticesinde ulusal siyaset içerisinde yer alma yönünde yapılan tüm talepleri geri çevirmesi gibi özellikler sıralanabilir. Ancak Duterte’nin ulusal siyasetin merkezinin dışında olduğunu gösteren bu özelliklerin ötesinde onu ‘aykırı’ kılan husus, ülkenin modern toplumsal ve siyasal yaşamının kanıksanmış devasa sorunlarına çözüm olarak seçtiği yöntemlerde karşımıza çıkıyor.

Seçim öncesi adaylık yarışında pek öne çıkmayan Duterte, seçim kampanyasında özellikle ülke siyasal yaşamına damgasını vuran Aquino, Marcos gibi iktidar aygıtı üzerinde sürekli başat rol oynamış Ramos, Estrada, Marcos, Aquino gibi köklü ailelerin yeni nesil temsilcileri karşısında pek de şans tanınmayan bir adaydı. Ancak kampanya dönemi ilerledikçe kaybedecek bir şeyi olmayan bir aday görüntüsü içerisinde Duterte giderek ağırlığını koymaya başladı. Bu noktada onu öne çıkaran, özellikle ülkede geniş kitleleri etkileyen sosyal ve ekonomik sorunlara yönelik olağandışı çözüm yöntemleriyle kamuoyu üzerinde bir tür ‘şok terapi’ etkisi yapmasıydı.

Davao: Mafyanın tutunamadığı şehir
Seçim kampanyası sürecinde ülke gündeminde yer tutan ‘asayiş’ konusunda verdiği önemli mesajlarla birden popülaritesi artın Duterte, Filipinler için sıra dışı bir başkan olacağının ipuçlarını da böylece ortaya koyuyordu. Uzun bir dönem diktatoryal rejime konu olan Filipinler’de geniş halk kesimlerini bezdiren mafyavari örgütlenmeler nedeniyle toplumsal huzur ve güvenin yitirilmiş olması, halk nezdinde seçimlerde ‘radikal’ bir değişim talebi olarak yansıdı.

ABD’de Trump’ın Amerika’da muhafazakâr kitleye yönelik çıkışlarını andıran kampanya yürütmesi nedeniyle ‘Trumpvari’ politikacı özdeşleştirilmesine konu olan Duterte’nin bu tavrı, benzerlik konusunda doğruluk payı olmakla birlikte, aslında onun Belediye başkanlığı dönemindeki icraatlarına dayanıyor. Çeyrek yüzyıla varan Davao Belediye Başkanlığı döneminde şehirde istikrarın teminine yönelik icraatlarıyla halk nezdinde kazandığı itibar onun en büyük siyasi argümanı oldu. Bu noktada, Duterte ile birlikte Davao’da nelerin değiştiğine bakmak gerekir.

Ülkede asayişin en dibe vurduğu şehirlerden biri olarak bilinen Davao şehrini aradan geçen sürede anarşiden arındırıp, en güvenli şehir kılmakla kalmayan, şehir yönetimindeki kimi başarılarıyla peş peşe ulusal ve uluslararası ödüllere hak kazanan, kimi araştırma şirketlerinin çalışmalarına göre Güneydoğu Asya’nın en huzurlu şehri haline getiren Duterte’ydi. Duterte’nin seçim kampanyasında adi suçlar ve anarşi karşısında üstüne basa basa Davao’dakine benzer yöntemleri izleyeceğini ifade etmesinin geniş kamuoyu kesimlerinde karşılık bulması da böylesi bir somut gerçekliğe dayanıyor.

Yeni Başkan-Temiz Toplum
Seçim kampanyası sürecinde başkan adaylarının gündeminde ülkede geniş kesimleri ilgilendiren yoksulluk, mafyavari örgütlenmelerin halkı canından bezdiren yaygın ‘kötülük ağı’ öne çıkıyordu. 1986 yılında Marcos’un devrilmesinin ardından bölgedeki benzer ülkeler gibi 21. yüzyıla reform sloganıyla giren Filipinler yönetiminde söz konusu çabalar karşılığını makro ekonomik düzeyde bulsa da, izlenen liberal politikalar geniş halk kesimlerinin ekonomik dar boğazdan çıkmasının önünü açmadı. Üstüne üstlük halkın ‘demokratik’ bir yaşamın vazgeçilmez unsurlarından biri olan ‘güvenlikli toplum’ inşa süreciyle de tanış/a/maması üst üste gelen seçimlerde ülke siyasal hayatına damgasını vuran ailelerin birbirleriyle olan bir tür ‘klan savaşı’ şeklinde gerçekleşti.
Aslında bu süreç yeni başkan Duterte’nin nelerle mücadele edeceğini de ortaya koyuyor. Başkanlık yemininin yapıldığı günler ve hemen sonrasında sayısı yüzlerle ifade edilen uyuşturucu örgütlerine mensup kişilerin polise teslim olması Duterte’nin bu gruplara yönelik açacağını belirttiği savaşın ciddiye alındığının göstergesi kabul edilebilir. Ancak bu kişilerin mafya organizasyonlarının hangi boyutunda yer aldıkları da bir başka konu. Seçimlerin ardından Duterte’nin başkanlığı kesinleştiğinde, hapisteki ‘uyuşturucu lordları’ başkan Duterte’nin başına ödül koyduklarını açıklamaları ülkede önemli bir çatışmanın yaşanacağını ipuçlarını veriyordu. Bu noktada, polise teslim olanlar ile konunun öyle kolay kolay kapanmayacağı da bir gerçek. Ülkenin yakın geleceğinde geniş boyutlu toplumsal sorunların aşılmasında ‘Temiz Şehir Davao’ örnekliğinin ne kadar rasyonel bir çözüm olup olmayacağına tanık olunacak.

Duterte’yi bekleyen sorunlar
Seçim kampanyası ve sonrasında, mafyavari organizasyonlarla mücadele, bölgesel özerklik/federal sistem, ekonomik kalkınma başlıkları altında toplanabilecek iç gündemle ilgili konular öne çıkıyor. Duterte’nin kampanya dönemi ve sonrasında yaptığı acıkmalarla bu sorunlara meydan okuyan bir üslup kullandığı görüldü. Geçen çeyrek yüzyılda Belediye başkanı olarak tecrübesi bu sorunların üstesinden gelme hususunda uygulamaya koyduğu ‘yargısız infaz’ yollu yöntem onu kendinden emin kılarken, izleyeceği bu yöntemin ulusal ve uluslararası arenada nasıl karşılık bulacağı ise merak konusu. Yerel yönetici olarak söz konusu sorunları çözme noktasında uyguladığı ve yasalardan ziyade ‘mafyanın dilinden’ kabul edilen bir yöntemi kullanması hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları gibi kriterlerle gündeme taşınırken, suçlarla mücadelede Dutertevari yöntemin ulusal düzeyde uygulanmasının yeni bir anarşi ve kaos ortamına yol açacağı yönünde endişelere işaret ediyor. Bu anlamda, Duterte’nin halk kesimlerini arkasına alırken, ulusal siyasette güç merkezleri, 1986’dan bu yana yaşanan demokratikleşme ve özellikle makro ekonomik kalkınma süreci nedeniyle ilgisine mazhar olduğu uluslararası çevreleri de ikna etmek durumunda.

Bölgesel sorunlar noktasında en önemli konu ise hiç kuşku yok ki, Çin’le yaşanan Güney Çin Denizi’nde egemenlik sorunu. İki grup halinde ele alınabilecek bu iki görünür sorunun doğrudan veya dolaylı yansıması ise, Filipinler yönetiminin ‘toplumsal adalet’ duygusunu incitebilecek icraatları karşısında, başta ABD olmak üzere Batının insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi belirli yapısal hususlardaki eleştirilerinin artması olacaktır. İlgili ülkelerce bunun ilk sinyalleri de, seçimden hemen sonra Duterte’nin daha da kendinden emin açıklamaları sonrasında gündeme getirilmişti.

ASEAN içerisinde mevcut liderlerle karşılaştırıldığında ‘agresif’ duruşuyla gündeme gelecek olan Duterte’nin, Birlik içerisinde çeşitli alanlardaki işbirliklerini, görüş ayrılıkları ve ittifakları noktasında nasıl algılanacağı ise şimdilik belirsiz. Liderlik krizinin derinlemesine yaşandığı ASEAN’da Duterte bir rol üstlenebilir mi sorusu gündeme getirilebilir. Bu noktada, Birliğin başta Güney Çin Denizi konusu olmak üzere, ASEAN Ekonomik Birliği, göçmen/insan kaçakçılığı gibi konularda acil ciddi yapılanmalara ihtiyaç duyduğu da bir gerçek. Tabii, Duterte’nin ulusal politika kadar uluslararası politika için de yeni bir ‘yüz’ olduğu hatırlandığında, böylesi bir önemli temsil güçlü bir uzman kadrosuyla hareket etmesi gerekiyor.

Güney Çin Denizi Sorunu ve Güçler Dengesi
ASEAN ülkeleri arasında Çin’le Güney Çin Denizi’nde egemenlik hakkı bağlamında en çok cedelleşen ülke Filipinler olarak ortaya çıktı. Bir önceki yönetim, yani Benigno Aquino döneminde, 2014 yılında Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne açılan dava, açıkçası sadece Filipinler için değil, bölge için bir dönüm noktası hükmündeydi. Kararın 12 Temmuz’da açıklanacağının ilan edilmesiyle daha işin başından bu yana söz konusu mahkemenin kararını tanımayacağını açıklayan Çin yönetimi, bir siyasi hamleyle Filipinlerin de mahkeme kararına itibar etmemesi şartıyla ikili görüşmelerle sorunun çözümüne gidilebileceği açıklaması yaptı.

1970’li yıllardan bu yana çözümü ileri bir tarihe ertelenen Güney Çin Denizi egemenlik hakkı konusunda Çin ve Filipinler yönetimlerinin nasıl bir yöntem belirleyecekleri merak konusu. Konunun sadece bu iki ülke ile sınırlı olmadığı biliniyor. Bu çerçevede, bölgedeki diğer beş ülkenin de şu veya bu şekilde konuya doğrudan taraf olması kadar, ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler ve bölgedeki Japonya, Avustralya gibi müttefiklerinin konuyu küresel ticaret ve kıta sahanlıkları anlaşmaları noktasında ele almaları da bu su yolunun önemini ortaya koyuyor. Duterte’nin bu sorunu ‘ABD’nin eğilimlerinin’ dışında Filipinler olarak ele alabilecekleri yönündeki açıklamasıyla anlaşmazlığa konu olan bölgede, tıpkı 1990’lı yıllarda Malezya ve Tayland arasında varılan anlaşmada olduğu üzere, ortak ekonomik yatırımlarla sorunun barışçıl bir evreye evrilebileceği ihtimali de gözlerden uzak tutulmamalı. Bu noktada, Çin’in askeri varlığının başat bir görünüm almayacağı yeni bir yapılanmanın, ABD tarafından da kabule şayan olacağı düşünülebilirse de, bu ekonomik yapının ABD için neye tekabül ettiği de bir başka husus olarak ortaya çıkacaktır. Bölge ülkelerinin ABD-Çin arasındaki geleneksel güç dengeleme siyasetinin bir örneğine, Filipinler’de yeni yönetiminde de tanık olunacaktır.

Çözüm ve Çözümsüzlük Arasında Moro Sorunu
Duterte yönetiminin ilk günden itibaren çözmekle yükümlü olduğu ulusal sorunların başında Moro-Mindanao Müslümanlarıyla yapılan barışın yürürlüğe girmesi oluşturuyor. Yukarıda kısmen değinildiği üzere, Duterte gibi ‘kendine özgü yöntemleri’ icraata dökmekte mahir bir yerel politikacının sadece ulusal değil, uluslararası boyuta da evrilebilecek Moro sorununda nasıl bir yaklaşım ortaya koyacağı merak konusu.

Bir önceki yani Benigno Aquino iktidarının, bölge ülkeleri ve uluslararası düzeyde memnuniyetle karşılanan en önemli girişimi ülkenin güneyinde Müslüman azınlığı temsil eden Moro İslami Kurtuluş Cephesi’yle (MILF) barış anlaşmasını sağlıklı bir şekilde sürdürmesiydi. Bölgedeki diğer benzerleri gibi yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde çatışma ve savaş ortamına neden olan Mindanao Adası ve çevresindeki Müslüman azınlığa haklarının verilmemesi, bölgesel ve küresel şartların zorlamasıyla barış sürecinde kararlılığı ortaya çıkardı. Uzun ve kapsamlı görüşmelerde son noktayı koyması beklenen senato onayının bir türlü çıkmaması, merkez yani Manila ve çevre yani Mindanao’da Müslüman çevrede kaygıların artmasına yol açtı.

Bu noktada, Bangsamoro Temel Yasası’nın (BTY) üzerine bina edildiği Çerçeve Anlaşması’nın Duterte yönetimi kadar, Senato ve Anayasaya Mahkemesi’nce herhangi bir engellemeye maruz kalmadan uluslararası çevrelerce de tanındığı haliyle sürecin devam ettirilmesi önem taşıyor. Bununla birlikte, Duterte’nin ülke çapında yönetim reformu şeklinde gündeme getirmeye çalıştığı Federal Yönetim bağlamında BTY’yi ‘asli’ yapısından uzaklaştırmaya matuf bir çabası da gözlerden kaçmıyor.

Senin, 09 Mei 2016

Filipinler Sandık Başında / Election in the Philippines

Cihan Kurtaran                                                                                                               9 Mayıs 2016

Filipinler bugün seçime gidiyor. Yüz milyon nüfuslu ülkede yaklaşık elli dört milyon kayıtlı seçmen gelecek altı yıllık dönemde ülkeyi yönetecek başkan, başkan yardımcısı, ulusal ve senato ve yerel liderleri belirleyecek. Seçimlerde rekabet eden beş başkan adayı şunlar: senatör Grace Poe, Davao Belediye Başkanı Rodrigo Duterte, şu anki başkan Benigno Aquino’nun yardımcısı Jejomar Binay, eski İçişleri bakanı Manuel Roxas ve bir başka senatör Miriam Santiago. Seçimlerde yarışan beş başkan adayından senatör Grace Poe kampanya döneminin başlarında kamuoyu yoklamalarında önde gidiyordu. Ancak agresif çıkışları ve söylemiyle 71 yaşındaki Duterte bir anda yarışın en önündeki isim haline geldi. Başkan Aquino ise Manuel Roxas’ı destekliyor. Seçimde bir süpriz olur ve Duterte yerine Grace Poe seçilirse, Filipinler üçüncü kez bir kadın lidere emanet edilecek.

Filipinler toplumu geçmişten tevarüs eden yoksulluk, yolsuzluk ve organize suçlarla mücadeledeyle yüzleşmeye devam ediyor. Başkan Aquino’nun ‘reform’ dönemi olarak anılmayı hak eden son altı yıllık yönetiminde, ekonomik anlamda kalkınma hamlelerinin, geniş toplum kesimlerinde karşılık bulup bulmadığının da sorgulanmasını gündeme getiriyor. Örneğin Filipinler’in, Uluslararası Şeffaflık Kurumu’nca yolsuzluk konusunda 135 ülke arasında halen 95. sırada yer alması, yapısal problemlerin devam ettiği anlamı taşıyor. Öte yandan, son dönemde istikrarlı büyümesiyle ASEAN içerisinde öne çıkan ve Güney Çin Denizi’nde Çin’le ‘karşılaşmalarda’ agresif tutumuyla dikkat çeken Filipinler’in, ABD’nin Asya çağı projesinde aktif bir şekilde yer almasına rağmen, bu sürecin ne şekilde devam edeceği veya ettirileceği de merak konusu.

Filipinler’deki seçim, sadece yukarıda dile getirilen sorunlar bağlamında ülke iç politikası için değil, Çin ve ASEAN’la ilişkiler başta olmak üzere, bölgesel ve görece uluslararası siyaset için de önem taşıyor. Bu nedenle ülkedeki seçim çeşitli çevrelerce yakından izleniyor. Son altı yıldır, başkanlığı yürüten Benigno Aquino, geniş kamuoyu nezdinde başarılı kabul edilmesine rağmen, başkanlıkta tek dönem şartı nedeniyle aday olmadı. 2010’dan bu yana ülkeyi yöneten Başkan Aquino halefine, ‘işlerin iyiye evrildiği’ izlenimi veren bir ülke bırakacak. Bu süre zarfında yüzde altılık büyüme oranı, sadece son kırk yılda Filipinler ekonomisinin gördüğü en başarılı dönem olarak anılmayı hak etmekle kalmıyor, ASEAN içerisinde de en başarılı birkaç ülkeden biri olarak öne çıkıyor. Aquino’nun bu dönemde, hem bölgesel ve hem de uluslararası kamuoyu nezdinde popülaritesinin artmasında ülkenin güneyinde Mindanao’da barış sürecini pratiğe dökmesi oldu. Aquino’nun büyük çaba sarf ettiği barış süreci nihai noktada senato tarafından onaylan/a/madığı için, Mindanao siyasetini belirleyecek şekilde büyük ölçekte yürürlüğe girmese de, gelecek için umudun devam etmesi anlamı taşıyor. Bu nedenle, Aquino, bugün yapılacak seçimlerde Filipinli seçmenin Mindanao barış sürecini de dikkatlerden uzak tutmaması yönündeki çağrısı kayda değerdi.

Aquino’lu yıllardaki politikalar eklenecek bir başka husus ise, Çin’in Güney Çin Denizi’nde tartışmalı bölgeler meselesindeki agresif çıkışları karşısında ezilmeyen bir duruş sergilenemesidir. Bu çerçevede, Filipinler yönetimi, uluslararası kamuoyunun da ilgisini ve takdirini kazanacak şekilde Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne taşımak suretiyle konuyu barışçıl çözüm sürecine taşıdı. Bu gelişmeler, Filipinleri bir anda ASEAN içerisinde ekonomisiyle, ülke içerisinde barışa giden sürece adım atılmasıyla ve Çin’le ilişkilerde dikkat çeken bir konuma getirdi.

Bu girişimlerin önemli adımlar olmakla birlikte, kısa vadede sonuç vermek yerine süreklilik arz edecek şekilde yapılandırılmaya muhtaç konular olduğu da gerçek. Bu nedenle söz konusu bu girişimlerde, örneğin Mindanao barışı ve geniş yoksul kesimlerinin sorunlarının çözülememesi bağlamında son adım/ların atılamamış olmasını da yadırgamamak gerekir. Aquino’nun tüm çabalarına rağmen, Mindanao barış süreci hayata geçirelemediği gibi, ekonomik kalkınmanın ülkenin geniş yoksul kesimlerinin sorunlarını çözdüğünü söylemek de güç. İşte tüm bu hususlar dikkate alındığında, bugün yapılacak seçimlerin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.

Bu bağlamda, seçimler hem Filipinler hem de bölge istikrarı için önem taşıyor. Ülkenin bitmek bilmeyen mafya ve yoksulluk sorunu, son noktası konulmamış Mindanao Barış süreci ve Çin’le yaşanan deniz sınırları meselesi de yeni başkanın masasında karşı karşıya kalacağı ilk konular olacak. Peki bu konular başkanlığın en büyük adayı konumundaki Duterte tarafından gerektiğince yönetilebilecek mi?

Davao Belediye başkanı Duterte’nin kampanya sürecinde ağırlığı kamu güvenliğine verdi ve bu anlamda başarılı olmak için maftayik organizasyonlarla mücadelede ‘demir yumruk’ söylemi gündemde yer tuttu. Öyle ki, suçluların yargılanmadan infazına kadar giden bu söylem son dönemde yapılan kamuoyu yoklamalarında kendisine ‘destek’ olarak yansıdı. Amerika’da seçim sürecinde yer alan Cumhuriyetçi aday Trumpvari kampanya yürüttüğü şeklinde yorumların yapılmasına neden olan Duterte, bu duruşudan taviz vermek yerine, giderek söyleminde sertlik yanlılığını ön plâna çıkardı. Duterte’nin bu uslübu, Filipinli seçmenler üzerinde güç oluşturmanın yolu olarak değerlendirildi. Ve bunda da başarılı olduğu görülüyor.

Başkan Aquino ise, Duterte’nin “gerekirse Senato’yu kapatırım” yollu açıklamaları gibi söylemlerin, ülkede demokratikleşme sürecine olumlu katkısından ziyade, negatif etkileri olacağı kanaatini yüksek sesle dile getirdi ve diğer adaylara biraraya gelerek koalisyon oluşturulmasını önerdi. Başkan’ın, Duterte’nin önünün alınması çağrısı yapmasına rağmen, adayların böylesi bir girişimi yadsımaları, bir anlamda Filipinlerin yakın geleceği için nasıl bir tehlikenin oluşacağının ipuçunu veriyor.

Duterte’yi bu denli agresif kılan husus, ülke genelinde yaygın olan çeşitli suç unsurlarıydı. Bu tür toplumlarda yaygın olan mafya türü yapılaşmaların genel kamu güvenliğini tehlikey sokması, geniş kitlelerin bu sorunun bir an önce çözüme kavuşturulması umuduyla Duterte gibi agresif politikacıları güç merkezine taşıyabilir. Halk bu yönelimiyle sağlıklı bir karar vermiş gibi olsa da, temelde var olması gereken ‘demokratik’ temayüllerle ve şeffaf ve sürdürülebilir bir adalet mekanizmasıyla hareket kabiliyetinin de böylesi toplumlarda sınırlandırıldığının bir başka göstergesidir.

Duterte’nin neredeyse herkesi kılıçtan geçirecekmişcesine yaptığı açıklamaların sadece ‘adi suçlarla’ bağlantılı yönü bulunduğunu düşünmek yanlış olur. Bugün Filipinler toplumunun birinci meselelerinden biri kamu güvenliği ise, bir diğer önemli konu ülkenin güneyindeki Mindanao Barış Süreci’dir. Uzun yıllar sonrasında gelen Bangsamoro Kapsamlı Anlaşması ve buna dayalı olarak çıkartılan Bangsamoro Temel Yasası’nın parlamentodan geçirilmeyişi bile kendi başına yakın ve orta vadede ülkenin hangi zorluklarla karşı karşıya kalacağının habercisi.

Uzun yıllar Filipinler yönetiminin zulmü altında yaşamış olan Mindanao halkının barışla buluşmasına ramak kala ilgili yasanın senatodan geçirilmemesi bu kitle içerisindeki kimi çevrelerde ümitsizliğin oluşmasına neden oldu. Mindanao’yu önemli kılan bir diğer husus ise, bölgede küçük gruplar halinde kendi başına hareket eden, mobilite kabiliyeti yüksek silahlı grupların varlığı. Filipinler’de iktidara gelecek aşırı milliyetçi söylemi kendine kalkan yapacak siyasi elit, özellikle Sulu Denizi ve çevresindeki faaliyetleri, Malezya’nın Sabah Eyaleti’ne nüfuz edebilecek kadar yaygın ve saldırgan tutumları bu yapılar ile Mindanao halkının meşru temsilcisi konumundaki Moro İslami Kurtuluş Cephesi’nin (MILF) birbirine karıştırılmasına yol açabilir. Bu ise tüm barış çabalarının çökmesi ve yeni bir ‘alevli’ dönemin ortaya çıkması anlamı taşıyacaktır.


Minggu, 28 Februari 2016

Filipinler’de Marcos Rejimi / The Era of Marcos in the Philippines

Cihan Kurtaran                                                                                      25  Şubat 2016

Filipinler’de  Marcos döneminin sona erişinin 30. yılı. 25 Şubat 1986 tarihinde modern dünya tarihine diktatör lakabıyla geçen Marcos’un televizyonda yaptığı konuşmada “Duruma hakimiz” cümlesi son açıklaması olmuştu. Böylece 1965 yılında başlayan Marcos rejimi, ‘Halk Gücü’ adı verilen sivil hareketle sona erdi. Marcos ise sürgünde yaşadığı Hawaii’de 1989 yılında hayatını yitirdi. Halk hareketi o günden bu yana Filipinler’de toplumsal yenileşmenin çabasını sergilerken, bir başka yenilenme de Marcos ailesi içinde yaşandı. Marcosu diktatör hatta Asya’nın Hitler’i lakabıyla anılmasına sebep olan ise 1972 yılında ilân ettiği sıkıyönetim oldu.

Marcos sonrası dönem sadece Filipinler için değil, bölgedeki değişim sürecinin de bir parçasını oluşturuyordu. Nato ve Varşoa Paktları arasında gerçekleşen Soğuk Savaş yıllarının Güneydoğu Asya’daki karşılığı olarak baş gösteren gelişmeler zinciri, 1986 yılı Filipinlerde Marcos için son anlamı taşıyordu. Endonezya, Tayland, gibi uzun erimli, ordu destekli ve iktidarların belli aileler arasında paylaşıldığı bölge ülkeleri sıralamasında bu nedenle Filipinlerin de bir yeri bulunuyor.

‘Marcos rejimi’ derken, var olan yönetimsel ve karizmatik gücünü her noktada kullanan bir siyasiyi anlamamak gerekir. Bunun ötesinde, ailevi ve yakın ilişkilerden eko-siyasi ve askeri elite veya bir başka ifadeyle ekonomi ve cunta kronilerine doğru yayılan bir ilişkiler silsilesi karşımıza çıkar. Örneğin, bölgenin en büyük ülkesi konumundaki Endonezya’da da gözlemlendiği üzere ‘diktatörler’ dönemlerinin baskının doğurduğu bir tür ‘disipliner’ toplum oluşumu, kimi çevreler tarafından ‘siyasi’ ve ‘toplumsal’ istikrar olarak değerlendiriliyor. Bu istikrarın anlamı iktidarda değişim değil statüko, ekonomi de ise bir tür kalkınmacılıkla birlikte herkese, karınca kararınca yeten ve bize kast sistemi bölüşümünü hatırlatan bir gelir düzeyinin olması geliyor.

Kalkınmanın temelde iktidar aygıtının çeşitli kollarındaki insan gücünün birdenbire aydınlaşmışlık ruhuyla üretken ve verimlilik ortaya koyması değil, dönemin şartlarının bir gereği olarak tüm çıkar ilişkileriyle kapıda bekleyen uluslararası kurumların ülkeye akıttıkları dolarlarla ilintilidir. Ve özellikle bu süreçte, ekonomik kalkınma noktasında, iktidar sürecine eklemlenen aile/ler, siyasi ve ordu elitine ayrılan payın oranı, elbette ki geniş halk kitlelerinkiyle karşılaştırılmayacak boyutlarda gerçekleşiyordu.
Filipinler’de ortaya çıktığı üzere, bu sözde kalkınmacı yıllara arka çıkan ise, -askeri üsler meselesinde olduğu üzere- Amerikan müdahaleciliğinin varlığını güçlü bir şekilde hissettirmesidir. Adına kalkınmacılık denilen olgunun ise, istikrar ve süreklilikten uzak dönemlik bir enerjinin açığa çıkışı olarak değerlendirmek gerekir. Yoksa, aradan geçen onca zamana rağmen, bugün dahi, 9 Mayıs’ta yapılacak başkanlık seçimlerinde aday olan beş siyasetçinin gündeminde ‘yoksulluk’ ilk sırada almaması gerekirdi.
 
Filipinlerde devlet başkanı Marcos’u görünür kılan unsur, eşi Emilda’nın yaşam tarzı dersek yanlış söylemiş olmayız. On yıllarca yoksullukla mündemiç bir toplumda, iktidar aygıtının başında olmakla aç gözlülük ilişkisini ortaya koyan Emilda’nın yaşam tarzı, bireysel bir hazzın, siyasalın ötesinde toplumsal bir yozlaşmaya dönüşümünün adıdır aynı zamanda. Bu bireysel tarz, toplumda ‘onun gibi olmak’ psikolojisine yenilen kitlelerin olan biteni meşrulaştırması ise, aradan geçen onca yıla rağmen ‘Marcos ailesinden’ tek bir ferdin bile ‘adalet’ karşısına çıkartılamamış olmasıdır.

Bunda şaşılası bir taraf yok. Çünkü Marcos’lu uzun yıllarda, diğer kurumlar gibi adalet kurumuna da biçilen rol, meyvesini -tıpkı Suharta ve ailesine karşı açılan neredeyse tüm davalar gibi- sonuçsuz kalmaya mahkum bir durum ortaya koyarak veriyor. Öyle ki, yolsuzluklar tarihinde kayda değer bir yeri olacak şekilde, bugün dahi ülke içi ve dışında sayısı yüzü bulan davada Marcos ailesinin haksız sahip olduğu ve milyar dolarla ifade edilen hesabı sorulmaya çalışılıyor.

Süreçte, iktidar kaybının izleri yavaş yavaş silinmesinin ardından aile fertleri ulusal politikada yeniden rol aldılar. Örneğin, Imelda Marcos kongre üyeliğini, kızı Imee Marcos ise valilik görevini sürdürmesi kanıksanmışlığı ortaya koyuyor. Oğul genç Ferdinand Marcos ise, 9 Mayıs’ta yapılacak başkanlık seçimlerinde başkan yardımcısı adaylığı için başvuruda bulundu.

Aslında Marcos ailesinin siyaset sahasında ‘yeniden dirilişi’, kendi başına bir aklanma çabası da değil.  Yukarıda değinildiği üzere, yirmi yıllık süre zarfında baba Marcos’un çevresinde kümeleşen tikel kişiler ve sosyo-politik çıkar gruplarının aradan geçen süre zarfında ülkenin önde gelen dinamiklerinden olmaya devam ettiklerini gösteriyor. Ve bu gruplar lider karizmasının gölgesinin ailenin diğer fertleri üzerine yansımasından hareketle yeni bir sürecin toplumsal dimanosu faaliyet gösteriyorlar. Söz konusu bu kitle, baba Marcos dönemini ‘altın dönem’ olarak adlandırırken, bunun kendileri nezdindeki karşılığının maddi çıkarlarla örtüştüğünü açık/gizli izhar ediyorlar.


Marcos rejiminin sona erişinin 30. yılında, iktidarının son günlerine yaklaşan Devlet Başkanı Aquino, -ki babasını 1983’de faili meçhul cinayete kurban gitmişti- “Marcos sonrasında ‘ülkenin onur ve haysiyetini’ yeniden kazanması için otuz yıl geçmesi gerekiyordu” açıklaması dikkat çekicidir. 

Sabtu, 05 Desember 2015

Mindanao Barış Sürecinde Neler Oluyor? / What’s going on in Mindanao Peace Process?

Mehmet Özay                                                                                   5 Aralık 2015

Filipinler’in güneyindesi Mindanao bölgesi, 2016 yılında özerk yönetime hazırlanıyor. Ancak bu sürece kadar atılması gereken önemli bir adım var ki, o da ‘Bangsamoro Temel Yasası’nın (BTY) ulusal Kongre’de kabul edilmesi. Merkezi hükümetin, beklentilere uygun şekilde bu adımı henüz atmamış olması endişeli bir bekleyişe neden oluyor. Ayrıca, Filipinler Yüksek Mahkemesi’nin Bangsamoro Çerçeve Anlaşması ve Bangsamoro Kapsamlı Anlaşması’nı reddetmesi ihtimal dahilinde olduğu da unutulmamalı. Daha önce yapılan bazı barış görüşmelerinde nihai olarak Yüksek Mahkeme’nin kararı belirleyici olmuş ve görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

“Bangsamoro Geçiş Komisyonu”, söz konusu yasa taslağını 10 Eylül’de Kongre’ye sunmuştu. Ancak Temsilciler Meclisi ve Kongre’de, 27 Mart 2014 tarihinde imzalanan anlaşmanın ruhuna aykırı şekilde bazı değişikliklere gidilmesi, Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) tarafından eleştirilmişti. Barış sürecinin önemli aktörlerinden Devlet Başkanı Benigno Aquino’nun danışmanı Teresita Quintos-Deles, aylar önce yaptığı açıklamada yasanın Eylül-Ekim ayları arasında Kongre’den geçeceğini umduğunu söylemişti. Ancak bugüne kadar bu gerçekleşmedi ve son umut Noel tatili öncesine, yani 16 Aralık’a kadarki günler kaldı.

Kongre’nin yasayı bugüne kadar sürüncemede bırakması kadar, yasa taslağında değişiklik yapma gereği duyması, Manila siyasi elitinin Bangsamoro halkını yeterince tanımaması, yani bir sosyo-kültürel ön yargıdan kaynaklandığına dair bazı görüşler dile getiriliyor. Tabii, bu ön yargının oluşmasında, sadece on yıllarca savaş ortamında kalınmışlık değil, özellikle son on beş yıldır Güneydoğu Asya Müslümanlarını da girdabına çeken küresel saldırıların ve bunların belli çevrelerce sunuluş tarzının olduğuna kuşku yok.

Kongre’nin bir şekilde direnişi olarak da adlandırılabilecek olan bu süreç, özellikle MILF yönetimi ve Bangsamoro halkı başta olmak üzere merkezi hükümet çevrelerinde de barışı isteyenler arasında tedirginliği neden oluyor. Bu noktada, MILF lideri Hacı Murad İbrahim’in, geçen Kurban Bayramı vesilesiyle yaptığı bir açıklamada Filipinler merkezi hükümetiyle-MILF arasındaki anlaşmayı bozmaya yönelik kimi dolaylı çabalara atıfta bulunmasını da dikkate almakta fayda var. 

Barış sürecindeki istikrarlı duruşu ile Devlet Başkanı Benigno Aquino, 2016 yılı ortalarında sona erecek başkanlık sürecini bu barışla taçlandırmak istiyor. Ancak ülke içi dengelerin, Müslümanların neredeyse yüz yıllık özleminin önüne gecebilecek boyutları olduğunu da dikkate almak gerekir.

Taraflar bir yandan Kongre’nin tarihi sorumluluğunu yerine getirmesini beklerken, bir yandan da, bu sürece paralel olarak, MILF silahlı gruplarının silahlarının iadesi ve de savaşçıların sivil yaşama kazandırılması sürecine adını veren ‘Normalleşme’nin yaşanması bekleniyor. Ancak MILF yetkililerinin bugüne kadar yaptıkları açıklamalarda ortaya koydukları üzere, merkezi hükümet ilgili yasayı somutlaştırmadıkça, silahlı birliklerin ‘normalleşme’ süreci de askıya alınacak. Her ne kadar, bu sürecin ilk adımı olarak bazı gruplar silahlarını teslim etse de, MILF temkinliliği elden bırakmıyor. Bununla ilgili son açıklama ise 3 Aralık’ta, MILF adına Barış Görüşmeleri’ne katılan heyet üyelerinden Prof. Dr. Abhoud Syed Lingga tarafından gündeme getirildi ve BTY’nin kabul edilinceye kadar silahların devrinin askıya alınabileceğini söyledi.

Bu ay içerisinde görüşülmesi plânlanan bu yasanın kabul görmesi halinde Bangsamoro Halkı uzun bir mücadelenin ardından ana vatanlarında, kendi kendilerini yönetme hakkı elde edecek. Ancak Manila hükümetinin kendi iç işleyişi ve ülkenin kahir ekseriyetinin Katolik inancına mensubiyeti nedeniyle, Aralık ayının neredeyse ortalarından itibaren Noel tatili gibi unsurlar yasa görüşmelerinin yapılamaması gibi bir ihtimalin olduğunu ortaya koyuyor. Bu ihtimal özellikle MILF kanadında bir tedirginliğe yol açsa da, hareketin lideri Hacı Murad İbrahim, bir yandan da barış umudunun korunmasından yana tavır takınıyor. Hacı Murad İbrahim, Kongre’nin “tarihi sorumluluğu”yerine getirmese bile, mevcut hükümetle değil, ‘Filipinler Devleti’yle varılan “Çerçeve Anlaşması” ile “Kapsamlı Anlaşması”nın bağlayacılığına dikkat çekerek umut kapısını da tamamen kapatmıyor. Ancak bu noktada, yukarıda belirttiğim üzere Yüksek Mahkeme’nin nasıl bir yaklaşım sergileyeceği de önem taşıyor. Öte yandan, Kongre’nin yasayla ilgili karar almaması durumunda da MILF içinden veya dışından grupların yeniden sıcak savaş ortamı söylemlerini gündeme getirmeleri de söz konusu.

Her şey yolunda giderse, Mindanao Adası ve çevre adaları Müslümanların yönetiminde ilk özerk bölgeye dönüşmesi, Filipinler modern tarihinde önemli bir aşama kabul edilecek. Bu sürecin en başka gelen etkisi, Bangsamoro halkının bağımsızlığı için mücadele vermiş olan MILF’in varlığını sona erecek. Ancak bu yapı içerisindeki ‘insan kaynaklarının’, yeni sivil siyasi yaşamın odağında bulunacaklarına kuşku yok.

Bu gelişmede bir diğer dikkat çeken husus, “Müslüman Mindanao Otonom Bölgesi” adını alacak bölgede Bangsamoro halkının valisini, eyalet parlamentosunda milletvekillerini ve belediye başkanlarını seçmesi gibi özerkliğin önemli adımları yeni bir siyasi yapılaşma anlamı taşıyor. Katolik nüfusun çoğunlukta olduğu Filipinler’de çeşitli yerli etnik unsurların varlığına rağmen, bu unsurların siyasi bir bilinç tezahürü ortaya koyduklarına tanık olunduğunu söylemek güç. Bu nedenle, Bangsamoro halkının elde edeceği özerklik, ülkenin diğer bölgelerinde en azından şimdilik, ‘Biz de özerklik isteriz’ taleplerinin ortaya çıkması anlamına gelmeyecektir. Filipinler içinse, modern siyasi dönemde toplam 17 Eyalet’ten sadece Mindanao bölgesinin kendi kendini yönetmesi sürecinin başlangıcı olacak.

Kongre’de bu süreçten bağımsız bir başka gelişme de, Mindanao ve çevre adalarının Sulu ve Sulawesi Denizleriyle çevrili olmasından kaynaklanan jeo-ekonomik ve stratejik öneminden hareketle ‘güvenlik’ konusudur. Bu çerçevede, “Bangsamoro halkı, 2016 yılı Haziran ayından itibaren başlayacak bu yeni sürece hazır mı?” sorusu gündeme getirilmeli. Bu sorunun, Bangsamoro halkını, merkezi hükümeti ve merkezi hükümetle ilişkileri, bölgede halen faaliyet gösteren şiddet eğilimli yapıların varlığını ve de Güney Çin Denizi’ndeki Spratly Adaları’na komşu olması nedeniyle küresel bağlamıyla birarada ele alınmasını gerektirecek bir durum söz konusu. Tüm bu hususlar bile, MILF’in işinin hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Hayatının önemli bir bölümü savaş ortamında geçirmiş kitlelerin artık yolunun siyaset arenası ve yönetim çevreleri olması ‘savaşta’ edindikleri tecrübelerin ‘sorun çözme süreçlerine’ katkısını elbetteki zaman gösterecek. Ancak hiç kuşku yok ki, MILF’in savaşçıları kadar, sivil kanadı ve entellektüel zemini olan oluşumları içinde barındırması kadar, bu unsurların kendi içlerinde bir sürtüşme ve ayrışma dönemi de yaşayabileceklerini gözlerden ırak tutulmamalı.

Bölgede Abu Sayyaf, Jemaa Islamiya gibi kendi başlarına hareket kabiliyeti kadar, benzeri ve daha büyük boyutlu uluslararası yapılara da eklemlenebilme özelliğine sahip bu unsurların, Mindanao yönetimini açmaza sokabilecek icraatları olabilir. Sadece Mindanao ve çevresinde değil, Malezya’nın Borneo Adası’ndaki Sabah Eyaleti’ne kadar nüfuz edebilen ve 2000’li yılların başlarından itibaren baş gösteren silahlı saldırı ve akabinde neredeyse süreklilik kazanan adam kaçırma eylemleri, 2013 yılında kendilerini Sulu Sultanlığı ordusuna mensup olarak tanıtan yüzlerce gerillanın saldırısıyla zirveye çıkmıştı. Mindanao ve çevre adaların güvenliğinin sağlanması konusunda Mindanao yönetimini merkeze bağlılık kadar, söz konusu silahlı gruplarla etkileşiminde de belirleyici olacaktır. Bu noktada, kendi topraklarında hem de bölgesel ve de küresel ses getirebilen böylesine güvenlik problemi, bir anlamda tam da Mindanao’nun yeniden doğuş sürecinde kucağına düşmüş olacak. 

Bölge halkının on yıllarca merkezi hükümetle süren çatışmalardan kendi payına düşen tüm acıların bir an önce sona erdirilmesi için gerekli çabaların önüne bir anlamda engel çıkartılabileceğini akılda tutmak gerekir. Diğer taraftan, uzun yıllar aktif savaşta yer almış grupların sivil yaşama adaptasyonunda doğacak problem ve buna eklemlenecek ekonomik sorunlar bu grupları zaten ortada hazır olan yukarıda belirtilen gruplara katılmalarına yol açabilir. Tüm bu özellikleriyle, Mindanao Adası ve üzerinde yaşayan Bangsamoro halkının geleceği, sadece Filipinler devleti sınırı ve ilişkileriyle değil, bölgesel ve hatta kimi ölçülerde küresel ilişkiler bağlamında da dikkatle izlenmeyi hak ediyor.


Selasa, 13 Mei 2014

Bangsamoro Özerk Yönetime Hazırlanıyor / Bangsamoro Preparing For Autonomus Regime

Mehmet Özay                                                                                                                 13 Mayıs 2014

Güneydoğu Asya, ABD Başkanı Obama ile birlikte dünya gündeminde giderek daha çok yer alır, Güney Çin Denizi’nde ASEAN’a üye Filipinler-Vietnam daha geçen hafta Çin ‘sivil filosuyla’ cedelleşirken ve hafta sonu Myanmar’ın başkenti Nyapyidaw’da ASEAN Başkanlar düzeyindeki 24. Zirve Toplantısı gerçekleştirken bölgede sessiz sedasız yeni bir yönetim yapısı inşası sürüyor. Gelişen ulusal ve bölgesel şartlar çerçevesinde Filipinlerin güneyinde on yıllarca sürdürülen bağımsızlıktan mücadelesinden vaz geçen Bangsamoro Müslüman toplumu şimdi özerk yönetime hazırlanıyor.
27 Mart’ta Manila’da imzalanan barış anlaşmasının ardından, Bangsamoro Özel Yasası çalışmasını tamamlayan Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) yönetimi, bu yasa taslağını Başkan Benigno Aquino’ya sundu. Başkanın şu sıralar danışmanlarıyla ‘kelime kelime’ yasayı incelediğine kuşku yok. Başkan’ın yasaya ‘tamam’ demesi halinde bir başka süreç başlayacak ve Kongre’nin kararı beklenecek. Ardından, Mindanao halkı, muhtemelen yapılacak bir referandum ile bu yasaya onay verecek. Aslında MILF yönetimi, bu yasa çalışmaları sürecinde halktan çeşitli kesimlerle müzakereler yaptığı biliniyor. Dolayısıyla Manila’dan gelecek ‘evet’ cevabının ardından Mindanao ve çevresinde referanduma şimdiden destek çıkacağını düşünmek mümkün. Bu süreçte, 1996 yılı barış anlaşmasının olumsuzlukla sonuçlanmasına rağmen, MILF yönetimi tüm bu süreçlerde ‘iyimserliği’ ön plâna çıkartıyor ve olumsuz gelişmelere en azından şimdilik ihtimal vermiyor.

Bu yasa, Bangsamoro halkının kendi kendini yönetmesi anlamına geliyor. Bu ifadenin detaylarına bakmakta fayda var. 1996 yılında Nur Musairi liderliğindeki Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF)’in imzaladığı barış anlaşmasında da böylesi bir madde vardı. Ancak o dönem sadece dokuz bölgede yönetimi alan Bangsamorolular, 27 Mart anlaşmasıyla bu sayısı elli sekize çıkardı. 1996 Barışı’nın devam etmemesinde kişisel hırsların ön plâna çıktığını söyleyen kimi gözlemciler, MILF’in yakın gelecekteki değişim için toplumun çeşitli kesimleriyle sürekli istişare ettiğine vurgu yapıyorlar. Öyle ki, barış anlaşması sürecinde MILF yönetimi, tüm çelişkiler ve yalpalanmalara rağmen, modern Bangsamoro mücadelesinde önemli bir yere sahip Nur Misuari’yi barış anlaşmasına birlikte gitmeye davet etti. MILF ideolojik farklılıklara rağmen, aynı kanı, aynı ideali taşıyan lidere yönelik bu daveti, onu onurlandırma anlamı taşıdığı gibi, hem Mindano halkına hem de ulusal ve uluslararası çevrelere önemli bir birliktelik mesajı vermeyi hedefliyordu. Ancak Nur Misuari’nin siyasi kişiliğinin bu davete icabet etmesini engellediği de biliniyor. Bu noktada MILF’in yanlış yaptığı elbette ki iddia edilemez. Kaldı ki, önümüzdeki süreçte MILF azınlık ve muhalif konumunda olsa da, bölgede faaliyet gösteren kimi gruplara karşı da kapsayıcı ve birliktelik ruhuna uygun yaklaşımları sergileyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü ortada ‘ortak hedefler’ söz konusu olduğunda MNLF ve diğer küçük grupların talep edip de MILF’in girişimleriyle ulaşılan barış anlaşmasında elde edilmeyen nedir sorusu sorulmalı. Elbette ortada bağımsızlık yok. Ancak maddi şartların Mindanao’yu getirdiği yer, bu anlaşma ile kendi kendini yönetme hakkını kazanması, önemli bir ekonomik gelir kaynağına ulaşması gibi unsurlar irili ufaklı tüm grupların birarada hareket etmesini kolaylaştırması bekleniyor. MILF’in tüm çabası da bu yolda yapılması gerekenleri zamanında yerine getirmek.

Tabii bu noktada Mindanao denilince, özellikle bölgede faaliyet gösteren bazı Batılı düşünce kuruluşları ve uzantıları bir süredir “Abu Sayyaf” adı verilen grubu ve bu grubun küresel çekim merkezi oluşturmuş bir “üst yapıyla” bağlantısını gündeme getiriyorlar. Batılı ‘araştırmacıların’ bu yaklaşımı, Patani için de yaptıklarını farklı bağlamlarda Açe’yi de bu potaya sokma girişimleri olduğu vaki. Ancak MILF yönetimi, bu grubun ve de diğerlerinin varlığının farkında. Zaten barış görüşmeleri sürecinde Manila yönetiminin ‘silahları bırakın’ talebine verdikleri ‘hayır’ cevabının ardında en azından kimi bağlamlarda, bölgedeki Abu Sayyaf gibi silahlı grupların varlığı karşısında ‘güçten yoksun olmama’ ve kontrolü kaybetmeme kaygısıyla Manila’nın talebini rasyonel olarak geri çevirdiler.

Mindanao’da özerk yönetimin yapılaşması sürecinde Abu Sayyaf ve bazı marjinal oluşumlara karşı MILF’in ‘telkin’ yöntemiyle bölgede suküneti sağlayacağı konuşuluyor. MILF’in elindeki en büyük koz ise, bugüne kadar söz konusu gruplarla silahlı çatışmaya girmemiş, yani Müslüman gruplar arasında fitneye sebep olmamasıdır. Abu Sayyaf’ı ve de diğerlerini Batılı araştırmacıların gözüyle değil, bölge insanının değerlendirmesiyle okumaya çalıştığımızda savrulmaya gerek kalmayacaktır. MILF yönetimi, “aslında ellerinde böylesi bir maddi güç olduğunu ve söz konusu grupları bu güçle ortadan kaldırabileceklerini” ifade ediyor. Ancak bunun pratikteki yansıması bölge Müslüman halkı arasında daha çok bölünme anlamı taşıyacak. Buna ilâve olarak, insani bağlamda da bu grupların aileleri ve çocuklarının mağduriyetine sebep olacağını da sözlerine ekleyerek böylesi bir girişime olanak tanımayacaklarını ileri sürüyorlar.

Pratikte bölge halkı arasında sağlanacak birlik, hiç kuşku yok ki, bölge yönetiminin Manila’dan MILF’in kuracağı siyasi oluşuma geçmesi bir yılı bulacak. Anlaşma metninde de belirtildiği üzere geçiş süreci olarak adlandırılıyor. MILF yönetimi, buna ilâve olarak, bu süreci ısrarla ‘normalleşme’ olarak adlandırıyor. Normalleşme süreci silahlı birliklerin sivil yaşama adaptasyonu anlamı taşıyor. Aslında burada bir handikap olduğunu söylemekte fayda var. Halkın beklentisinin büyük olduğu, buna karşın maddi imkânların sınırlı oluşu bu handikabın nedenidir. Çünkü bu gibi çatışma bölgelerinde bir yıl gibi kısa sürede geçiş sürecinin belirlenmesi maddi anlamda zorlukları da beraberinde getirecektir. Örneğin, bu noktada Manila yönetiminin bu bir yıllık süre zarfında, Mindanao’ya sadece sınırlı bütçe vermesi MILF’in bölge halkı arasında barışa yönelik empatisini pratiğe dökecek ve sosyo-ekonomik kalkınmayı sağlayacak olanaklara kapı aralamayacağı ortaya çıkıyor.

Bu durumda, başta bölgedeki diğer Malay kökenli Müslüman topluluklar ve bu toplulukların yaslandığı siyasi yapılar kadar, belki Türkiye’nin de içinde olacağı bir uluslararası yapılaşmanın var olan imkânlarla Mindanao halkının yanında olması gerekiyor. Bu noktada, şayet önümüzdeki günlerde Ankara’ya yapılacak bir ziyaretle Türk Hükümeti’ne üst düzeyde böylesi bir talep iletildiğinde pozitif bir karşılık verilmesi herhalde doğru bir karar olur. Bu noktada kimileri, “Türkiye’nin derdi başından aşkın zaten” diyebilirler. Bu çevreler belki haklı da olabilirler. Ancak Mindanao başta olmak üzere, Güneydoğu Asya’daki azınlık konumundaki Müslüman toplulukların tarihsel-dinsel ve de insani nedenlerle böyle bir beklenti içerisinde olmalarında yadsınacak bir taraf bulunmuyor. Yadsınması gereken, Türkiye’de veya Türkiye’yi bölgede resmi anlamda temsil makamındaki kurumlarda bu talepleri öngörebilecek bir siyasi vizyonun ve buna bağlı olarak talepleri azami ölçüde yerine getirebilecek maddi/fiziki ve de manevi donanımın olmamasıdır.

Güneydoğu Asya’da dünya devleri kendi çıkarları uğruna yeni politikalarını uygulama konusunda çalışırken, bu coğrafyada yüzyıllarca varlık sürmüş Müslüman Mindanao halkı da kendi siyasi yönetimini oluşturma çabasında. MILF liderliğindeki Mindanao halkı, bölgedeki karışıklığa rağmen, hedefine ulaşma konusunda azimli. Bu azmi sadece alkışlamamak, bir de destek olmak lazım.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/297953/bangsamoro-ozerk-yonetime-hazirlaniyor

Jumat, 28 Maret 2014

Mindanao’da Barış / Peace in Mindanao

Mehmet Özay                                                                                                                    27 Mart 2014

On yılı aşkın bir süredir devam eden barış görüşmeleri sonrasında Filipinler Merkezi yönetimi ile Mindanao ve çevresindeki adalarda yaşayan Müslüman Malay halkı temsil eden Moro İslami Özgürlük Hareketi arasında “kapsamlı barış anlaşması” 27 Mart öğleden sonra  başkent Manila’da yapılan törenle imzalandı.

Güneydoğu Asya Budist ve Hıristiyan çoğunluğu oluşturan devletlerinde azınlık konumundaki Müslümanların yirminci yüzyılın önemli bir bölümünde sürdürdükleri bağımsızlık mücadelesinin bir örneğini vermiş olan Moro’da şimdi barış şartları gündemde. Barış anlaşmasına konu olan Moro-Mindanao coğrafyası dünyanın bir “ucunda” bir bölge değil, aksine, Asya’ya 21. Yüzyılda biçilen rol ve yer içerisinde kayda değer bir yeri olan Güneydoğu Asya’nın önemli jeo-stratejik ve politik bir bölgesinde yer alıyor.

Öte yandan, söz konusu barış anlaşmasını sığ bir bakış açısına hapsedip, kendi içinde debelenen bir Müslüman halka verilmiş bir ‘hak’tan ibaret saymak da mümkün değil. Moro-Müslümanlarının tarihsel serüveni, bugün dünya sathında kayda değer rol üstlenmiş güçlerin bir bölümünün kendi aralarında dünyayı paylaşma sürecine konu olmuş önemli bir İslam coğrafyasını teşkil ediyor. Bu anlamıyla, Moro Barışı’nı salt Filipinler yönetiminin siyasi, ekonomik, kültürel baskılarını kaldırması şeklinde değerlendirmek de mümkün değil. Aksine, bu gelişmeye daha geniş perspektiften, yani yüzyılları kapsayacak bir bağlamda bakılmalıdır. Bu nedenledir ki, söz konusu bu barış anlaşması, sömürgeciliğin emperyalizme evrildiği 19. Yüzyıl ikinci yarısından başlayarak Moro-Mindanao coğrafyasının önce İspanyonlar, ardından ABD ve nihayetinde emperyalist güçlerin çizdikleri siyasi haritanın ifadesi olarak ortaya çıkan ulus-devletler arasında kendine mahsus özellikleri ile dikkat çeken Filipinler devletinin siyasi ve askeri gücü karşısında maruz kaldığı istilalar silsilesinden Moroluların bir an olsun başını kaldırmasının göstergesi olarak dikkat çekilmelidir.

Öte yandan, bu barış anlaşması, Moroluların yüzyılları kapsayan özgürlük mücadelelerinden feragat ettikleri anlamı taşıdığı ve bu nedenle ‘başarısızlık’ ile yaftalanmayı hak etmemektedir. Aksine, bölgedeki diğer benzerleri gibi, adına ‘ümmet’ denilen bütünden koparılmış veya ‘ümmet’ denilen bütünde söz sahibi güçlerce tek başına bırakılmışlığına rağmen, sahip olduğu vatan, din, kültür aidiyetleriyle her türlü sosyo-dini ve siyasi erozyona rağmen, Morolular nesiller boyu haklı bağımsızlık bilincinden ve eyleminden vazgeçmemiştir. Bu çerçevede, barış anlaşmasını, süreklilik arz eden bağımsızlık sürecinin farklı bir alana evrilmesi olarak yorumlamakta fayda var. Öyle ki, Moroluların karşılık veremeyecekleri maddi güç bloklarına maruz kalmaları nedeniyledir ki, bugün bağımsızlık yerine otonom statüsü tercih edilmiştir. Bu gelişme karşısında herhangi bir Müslüman kesimin Moroluların tarihsel mücadelelerine bakıp “Bırakın savaşmayı” demelerindeki anlamsızlık kadar, “Bağımsızlık ruhundan soyutlanmışlar” suçlamasını yapanların da buluştukları yer hemen hemen aynıdır. Şu ya da bu şekilde yalnızlığa terk edilmiş Moro ve benzeri toplumların bugün varlıklarını sürdürüyor oluşları bile kendi başına bir başarıdır.

Tam da bu noktada, şimdi barış sürecinin başlamasıyla bu halkı nelerin beklediğini düşünme vaktidir. Bunu yaparken, dışarlıklı Müslüman çevrelerin tıpkı dünün sömürgeci güçlerinin yaptığı gibi, “yerli” kılıfında algılama süreçlerine dikkat çekmekte fayda var. Moro halkı, savaşmayı bildiği gibi, tarihin derinliklerinden getirebildiği dini-kültürel ve toplumsal kodlara dair her ne var ve kaldı ise, onunla yeni bir toplum inşası sürecine başlamasına ön ayak olmak gerekir. Yoksa bu topluma “cahil” muamelesi ile yaklaşmak, yeni bir sömürgeciliğe kapı aralayacaktır.