Tampilkan postingan dengan label HİNT OKYANUSU. Tampilkan semua postingan
Tampilkan postingan dengan label HİNT OKYANUSU. Tampilkan semua postingan

Selasa, 17 Juni 2014

Sri Lanka’da Neler Oluyor? / What’s Happening in Sri Lanka?

Mehmet Özay                                                                                                                17 Haziran 2014

Bir dönem, adı Güneydoğu Asya Ülkeleri Topluluğu (ASEAN)’a üyeliği ile gündeme gelen Sri Lanka, Budist dünyasının önemli ülkelerinden biri olarak dikkat çekiyor. Hint Okyanusu’nun ortasında Arap Müslüman dünyası ile Hint ve Budist dünyanın kesişme noktasındaki bu ada ülkesinde son dönemde Müslümanlara yönelik şiddet eylemleri gündeme taşınıyor. Bu özelliği ile akıllara Myanmar’daki Arakan Müslümanlarının ahvalini getiriyor. Bu benzerliğe aşağıda değineceğim. Ancak Sri Lanka’da geçen Perşembe günü patlak veren ve Pazar günü üç kişinin ölümü ve yaklaşık seksen kişinin yaralanmasına neden olan saldırılara kısmen değinmekte fayda var.

Aslında olayların Perşembe günü, birkaç Müslüman genç ile Budist bir şoför arasında geçen hadiseden neşet ettiği belirtiliyor. Gündelik yaşam içinde belki olağan karşılanacak etkileşimin etnik ve dini unsurlar arasında bir şiddete dönüşmesi ise, Sri Lanka benzeri toplumlarda azınlık-çoğunluk ilişkilerinin ne kadar da hassas olduğunu ortaya koyuyor. Bir Budist şoförün tartaklanmasının ardından Budist topluluk üç gün boyunca Müslümanların yoğunlukta olduğu başkent Kolombo’ya altmış kilometre mesafedeki Alutgama ve Beruwala şehirleri ve çevresinde gösteri yaptı. Ülkede çoğunluğu oluşturan Sinhali Budistlerine mensup “Budist Gücü” (Bodu Bala Sena-BBS) adı verilen adı verilen grub söz konusu vak’ayı bahane ederek üç gün süren gösterilerin ardından Müslümanlara ve bölgedeki camiye, evlere, iş yerlerine saldırdı.

Bu durum, Müslümanlar üzerinde kurulan sosyal baskının şiddete evrilmesi kadar, hükümet ve güvenlik güçlerinin zaafiyetini de ortaya koyuyor. Özellikle de, bu zaafiyetin sokağa çıkma yasağı ilân edilmesinin ardından, gösterileri saldırıya dönüştüren Budist gruplara müdahale edilmemesi, can ve mal kayıplarının yaşanmasından sonra dahi herhangi bir gözaltının -en azından şu ana kadar yapılmamış olması- açıkça ortaya koyuyor. Olayların ardından, örneğin Adalet Bakanı Rauf Hakim gibi hükümet yetkilileri ile Müslümanlar polisin vazifesini yerine getirmediği şeklindeki açıklamaları bunu ortaya koyuyor. Tepkiler, sadece bu kişi ve gruplarla da sınırlı değil. ABD’nin Kolombo’daki Büyükelçiliği’nden gelişmeler sonrasında yapılan açıklamalarda hükümetin azınlık dini ve etnik grupları korumaya davet edildiği dikkat çekiyor.

Bu saldırılar, Myanmar’daki başta Arakanlılar olmak üzere azınlık konumundaki Müslüman kitlelere yönelik saldırılarla benzerliği üzerinde durulmayı hak ediyor. Pazar günkü hadise, bir tek örnek olarak yorumlanmak yerine, Sri Lanka toplumundaki etnik ilişkiler dikkate alındığında, Müslümanların Myanmar’daki Arakan toplumunun yaşadıklarına benzer bir süreçle karşı karşıya olduklarını ortaya koyuyor. Bunun temel nedenleri arasında, her iki ülkedeki hakim Budizm anlayışının farklı dini ve etnik gruplarla birarada yaşama fikrinden uzak oluşları öne çıkıyor.

Söz konusu bu iki ülkedeki saldıran ve saldırılanların benzerliğinin dışında, her iki toprak parçasında sömürgecilik döneminden kalan etnik ve dini ayrımcılık üzerine temellendirilen toplum yapısı, modern ulus devlet yapılaşmasında kendini dışlayıcı bir nitelik olarak ortaya koyuyor. Tıpkı Myanmar’da olduğu gibi, Sri Lanka’da da sömürge döneminde yerli unsurların görece dışlanmışlığı, Müslümanların ticaret gibi önemli ekonomik faaliyetlerle iştigal etmeleri yerli Budist toplum nezdinde kabul edilemez bir duruma karşılık geliyor. Budist toplum böylesi bir algıya sahip olduklarını reddetmiyor aksine, açıkça ortaya koymaktan da çekinmiyor. En son gelişmeler çerçevesinde de Budistler ‘azınlıkların’ -bu anlamda Müslümanların- giderek toplumda çok daha etkin oldukları yönündeki iddiaları, saldırıların temellendirilmesine sebep oluyor. 

Bir dönem Hindu Tamillere karşı geliştirilen Sinhali milliyetçi refleksinin, bir süredir Müslümanlara yöneldiği gözleniyor. Müslümanlara yönelik bu dışlayıcılık sosyal ve ekonomik çerçevesi kadar, Alutgama’da yaşananlarda olduğu gibi şiddet boyutuyla dikkat çekmeye devam ediyor. Ancak bunu sadece modern ulus-devlet öncesi dönemle sınırlandırmak hata olur. Bugün adına ‘İslam korkusu’ denilen olgunun küresel mahiyette ele alındığı ve kitle iletişim araçlarıyla gündemi işgal etmesinin de rolü olsa gerek. Yoksa yakın döneme kadar göz ardı edilmiş ve bugün pek çok kesimce halen anlaşılmaya muhtaç Budist toplumların yüzyıllarca şu veya bu şekilde aynı coğrafyayı paylaştıkları Müslümanlara yönelik ‘kin’ güden yaklaşımları nasıl açıklanabilir?

Pazar günkü gelişmenin izole bir örnek olmadığını söylemiştim. Bu noktada, Sri Lanka’da 1983- 2009 yılları arasında bağımsızlık veya otonom bir yönetim için mücadele veren Tamil Kaplanları’nın faaliyetlerinin büyük bir askeri operasyon sonucu bir tehdit olmaktan çıkartılması ülkede etnik çoğunluğu oluşturan Budist Sanhililerin Müslümanları hedef alabilecekleri potansiyel bir ortam hazırlıyor. Saldırıların arkasında yer aldığı belirtilen Budist örgüt BBS’in giderek Sinhali toplumunda kabul bulması kadar, kimi siyasi liderlerce de destekleniyor oluşu Müslüman azınlık için durumun hiç de içaçıcı olmadığını ortaya koyuyor.

Bu noktada, şu hususa dikkat çekmekte fayda var. Sri Lanka nüfusunun yaklaşık %80’ini oluşturan Budist Sinhali toplumunun, 1948 yılındaki bağımsızlıktan bu yana ülkedeki etnik azınlıklarla arasının hoş olmadığı biliniyor. Özellikle, Hindu Tamillerin temel haklar konusundaki taleplerinin reddine, katı milliyetçi anlayışın bir sonucu olarak 2009 yılı Mayıs ayındaki saldırılarda sivillerin de hedef alınmış olmasında ortaya çıkıyor. O dönemde yaşananlar Batı başkentlerinde ve Birleşmiş Milletler’de halen konuşulmaya ve Sri Lanka yönetiminin önde gelen isimlerinin savaş suçlusu ithamıyla mahkemeye çıkartılması talepleri devam ediyor. Bugün Tamil tehdinin olmadığı bir ortamda, özellikle Myanmar’daki dini inanç ve toplumsal yapı benzerliğinden hareketle Sri Lanka Sinhali toplumunun ülkedeki azınlık konumundaki Müslümanlara yönelik saldırıların artabileceğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu endişe nedeniyledir ki, ABD makamlarının yaptıkları açıklamalar, Sri Lanka yönetiminin bir an önce bu tip etnik ve dini çatışmaların önüne geçilmesi talebini ortaya koyuyor. Çünkü, etnik çoğunluğu oluşturan Sinhali toplumunun en azından kayda değer bir bölümünün dini inançlarından ötürü, Budist rahiplerin öncülük edeceği toplumsal hareketleri destekleyecekleri ve gene benzer bir yaklaşımla yönetim ve özellikle de güvenlik güçleri arasındaki Sinhali toplumu mensuplarının  Pazar günkü saldırılar gibi gelişmelere seyirci kalabilecekleri ihtimali bulunuyor.

Bu noktada, devlet başkanı Mahinda Rajapaksa’nın kardeşi ve aynı zamanda Savunma Bakanı Gotabhaya Rajapaksa’nın kamuoyu önünde BBS’ye gösterdiği destek ortada. Belki bundan da öte, toplumsal bir tehlike ve tehdit ise, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nca hakkında iddialar gündeme getirilen Başkan Mahinda Rajapaksa’nın anayasada yaptığı değişiklikle uzun dönem devlet başkanı olarak kalması olacak. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun çalışmalarında Sri Lanka’nın giderek otoriter bir yapıya büründüğüne dikkat çekilmesi, zaten çatışma ortamından yeni çıkmış bir toplumda etnik azınlıklar ile hakim güç arasında çatışma potansiyelini harekete geçirmeye matuf bir yön içeriyor.

İki gün önce yaşananlarda Müslümanlar hükümeti temsil makamındaki kurumların kendilerini korumadığı iddiasında bulunmaları bir yandan hükümeti göreve davet ederken, öte yandan da bir endişeyi ortaya koyuyor. Hükümetin zamanında önlem almaması durumunda, Müslümanların Budist çetelerin saldırılarından korunmak amacıyla kendi önlemlerini almaya başlamaları da ülkedeki azınlıklar arası ilişkileri çok daha farklı yönlere taşıyacaktır.


Minggu, 06 April 2014

Hindistan Seçime Gidiyor / Elections in India

Mehmet Özay                                                                                                                    6 Nisan 2014

Sahip olduğu nüfus yapısıyla dünyada demokrasiyle yönetilen “en büyük” büyük ülkesi unvanına sahip Hindistan’da seçimler 7 Nisan’da başlıyor. Farklı safhalara konu olan söz konusu bu seçimler Mayıs ortasında sonlanacak. Seçimler öncesinde analizler, kamuoyu yoklamaları vb. göstergeler dikkate alındığında, hiç kuşku yok ki, ilk genel sonucun Kongre Partisi’nin son iki dönemdir süren yönetiminin sona ereceği üzerine oluşuyor. Bunu öngören Amerika Birleşik Devletleri yönetimi seçimlere haftalar kala, özel bir elçiyi adaylar arasından kuvvetle muhtemel başkan olacak “Bharatiya Janata Party” (BJP)’nin ultra milliyetçi lideri Narendra Modi’yle görüşmeye gönderdi.

Seçimlerde BJP ile Kongre Partisi arasında geçmesi beklenen rekabete ulusal ölçekte üçüncü bir güç olarak eklemlenen ve çok yeni bir oluşum olan Halk Partisi (Aam Aadmi)’nin nasıl bir performans sergileyeceği merak konusu. Son yapılan kamuoyu yoklamalarında Halk Partisi’nin, Kongre Partisi’nin önünde yer alması, toplumda kurulu siyasi yapıya yönelik önemli bir karşı çıkış olarak yorumlanıyor. Mayıs ayı ortalarında tamamlanacak seçimin bu şekilde sonuçlanması halinde, iş hükümeti kurmaya geldiğinde ittifak ilişkileri yeni açılımlara kapı aralarken, yeni bir siyaset yapma biçiminin de yer bulacağı söz konusu olabilir.

Bununla birlikte, yerli ve yabancı gözlemciler, BJP’nin 524 sandalyeli parlamentoda 300 civarında milletvekili çıkarmasıyla çoğunluk hükümeti kuracağı yönünde tahminde bulunuyor. Ancak, eyaletler bazında yönetilen bu dev ülkenin her bir köşesinde ulusal partilerin tek başlarına siyasi varlık göstermeleri beklenmemeli. Bu nedenle, tıpkı geçen on yılda Kongre Partisi iktidarında olduğu gibi, BJP’nin de olası seçim zaferinde çeşitli eyaletlerdeki yerel partilerle işbirliği/koalisyonu göz ardı edilemez. Bu durum, gözlemcileri yerelin siyasi arenada sözcülüğünün yerine getiliyor oluşu gibi bir pozitif yaklaşıma götürse de, bugüne kadar hükümetlerin vaadlerini yerine getirememe de, bu yerel siyasi aygıtlara ve temsilcilerine biçilen ‘maddi değer’in olumsuzluğu da bir gerçek. Ve bu yerel unsurlarla etkileşimin azımsanmayacak bir boyutunda yani yerelle siyaset yapma biçiminde yolsuzluğa kapı aralandığını unutmamak gerekir.

Öyle ki, adı “iş ve yatırım”la birlikte anılan BJP’nin çeşitli eyaletlerdeki yönetimlerinde dış yatırıma izin verilmemesi, BJP’nin merkez anlaşıyı ile çevredeki BJP temsilcilerinin yaklaşımlarındaki farkı ortaya koyuyor. Yani, bölgedeki çeşitli ülke siyasetinde de görüldüğü üzere ‘demokratik’ seçimlerde ‘maddi çıkarlar’ faktörü yadsınamayacak bir alanı oluşturuyor. Bu durum, iktidara kim gelirse gelsin ulusal platformda siyaset yapan oluşumların yerelde etkin siyasi yapılara ‘muhtaç’ olduğu ve bu süreçte eko-politik programlarından tavizler vermek zorunda kaldıklarına dikkat çekilmeli.

Son iki dönemdir ülke yönetimini saran ‘yandaş’ kapitalizmi-yolsuzluk-kötü yönetim üçlüsüne mahkum edilmesi nedeniyle, yüz milyonlarca seçmen nezdinde adına demokrasi denen sistemi umutla umutsuzluk arası bir yere oturtuyor. Ve hiç kuşku yok ki, seçimlerin bu bağlamı bugünlerde çok daha dikkat çekici boyutta.  Temelde, yukarıda zikredilen ‘üçlü’, adına gelişmekte olan ülkeler denilen neredeyse tüm yapılarda  eşdeğer anılan ‘özellikler’ olduğuna dikkat çekmek gerekir. Hindistan özelinde ele alındığında, sömürgeci güç İngiltere’den miras kalan kurumlar bağlamında ortada pek sorun gözükmese de, bu kurumlara ruh verecek yaklaşımdaki eksiklik, gündelik yaşamlarının daha kolaylaştırılması beklentisi içindeki geniş kitleleri her yeni seçimde yeni bir heyecan dalgası sarıyor.
Temelde Asya’nın üçüncü büyük ekonomisi olarak istatistiklerde yer alan Hindistan, sahip olduğu insan işgücü ve hammadde kaynakları bakımından oldukça zengin.  Ancak bunun gündelik yaşamda tekabül ettiği karşılık, istatistiki pozitif göstergelerle uyuşmuyor. Nüfusun önemli bir bölümünün yoksulluk içerisinde bulunması, siyasi partileri bu toplumsal sorunu çözme konusunda farklı yaklaşımları ile gündeme getiriyor. Son on yıllık dönem dikkate alındığında, Gandhi ve Nehru’un gölgesindeki Kongre Partisi’nin sol ve seküler eksenli açılımlarına rağmen, sadece yoksulluğun değil, idaredeki kötü yönetim, yolsuzluk ve adam kayırma gibi olguların gündemden düşmemesi alternatif olarak BJP’yi gündeme taşıyor. Son seçim kampanyalarında Kongre Partisi’nin yoksul kesimlerin sorunlarına yönelik politik açılımları ağırlık kazanırken, bunun bugüne kadar niçin yapılamadığı ve de yoksulluğun önündeki en büyük engelin ‘maddi’ ve ‘manevi’ yolsuzluk olduğunu görmezden geldiğini herhalde Hindistan seçmeni tespit edecektir. Öte yandan, Kongre Partisi’nin bugünlere taşınmasında rolü olan yukarıda ismini zikrettiği iki liderin torunlarından partiye ve ülkeye vaad edebildiği pek bir şey kaldığını söylemek güç.

En son 1998-2004 yıllarında iktidar olan BJP’nin lideri Modi’nin ülkenin kuzeybatısındaki Gücerat gibi tarihsel ve kültürel olarak ticaretin egemen olduğu bir eyaletten gelmesi, onu gerek yerli gerekse yabancı iş çevreleri tarafından ekonomiyi harekete geçirebilecek bir lider konumuna getiriyor. Ancak Modi’nin etnik/dini farklılıklara dayalı böylesine dev bir ülkede siyasi ve toplumsal birliği sağlayabileceği konusunda şüpheler var. Öyle ki, iş çevreleri Modi’ye “iş-çevrelerini tatmin edecek başkan” sıfatını uygun bulur ve ‘alkış’ tutarken, aynı Modi, 2000’li yılların başlarında Gücerat’ta yaşanan ve Müslüman azınlığı hedef alan saldırılarda gerekli tedbirleri almamakla suçlanıyor. Modi adının, aynı zamanda, “ultra-Hindu milliyetçisi” olarak geçtiğini de bir yere kaydetmek gerekiyor. BJP lideri Modi’nin yatırımlara ağırlık verme ve yönetimdeki yolsuzluklarla mücadele yaklaşımı kulağa hoş gelse de, geniş yoksul kesimlerin bu gelişmeden ne denli arzu edilen bir pay alacağı konusu şüpheli.
Kongre Partisi, yoksul kesime yönelik ‘umutları’ ‘sübvansiyonlarla’ vermeye çalışırken, BJP özellikle yerli ve Batılı kapitalist çevrelerin umut bağladığı bir siyasi parti olarak öne çıkıyor. Öyle ki, şimdiden Yeni Delhi’de Başbakanlık koltuğuna oturacak kişinin “iş çevrelerine desteğini gizlemeyen” Modi olmasında şaşılacak bir şey yok. Bölgesel ve küresel gelişmeleri okuyamayan ve zamanında tedbir alamayan Kongre Partisi yönetimindeki Hindistan’ın gelip dayandığı nokta, “seküler-Hindu milliyetçiliği” esaslı bir yapılanma ile varlığını devam ettirme arzusundan başka ortada bir yaklaşım görülmüyor. Daha önce de söylediğimiz üzere, halkının önemli bir kısmı yoksullukla mücadele eder ve ülkenin metropolleri ve derin kırsallarında alt yapı sorunları almış başını giderken, hükümetin uzay çalışmalarına devamı birşeylerin yanlış gittiğini ortaya koyuyor.

Bu noktada, özellikle Batılı devletlerin Hindistan’a ve olası yeni Başbakan’a bakışlarında nasıl bir perspektife sahip olduklarının ipuçlarını da bulmak mümkün. Tıpkı Myanmar’da olduğu gibi, değişik kriz safhalarına maruz kalan Batılı kapitalist sistemlerin uğruna azınlık konumundaki kitlelerin son derece temel, dini-kültürel-etnik varlıklarını devam ettirme konusundaki hakim güçler görmezden gelmeyi yeğlemektedir ve bu anlamda ilgili ülke iktidarlarının zulme ve hatta soykırıma varan icraatları karşı mevcut yapıyı değiştirebilecek bir yaklaşım sergilememektedirler. Bu durumda, bölge ülkelerini, önce ucuz işgücü ve maliyet noktasında kazançlı çıkıp Batılı piyasalara ‘hükmetme adına’ imalat sanayiinin gelişmesine kapı aralama çabaları, ardından yerli ‘piyasaları’ kapitalizme eklemlemede yani tüketim toplumu öznesi haline getirme çabaları Hindistan’da da karşılık bulacaktır. Modi’nin, alt yapı çalışmalarına hız vermesi, en azından bazı Eyaletlerde dış yatırımı teşvik etmesi, önce kendisine en yakın ASEAN pazarı, ardından Avrupa Birliği ve ABD piyasalarıyla etkileşimi Hindistan’ı -Çin karşısında- siyaseten de ABD odaklı bir merkeze oturtmanın aracı olacaktır. 

Seçimler Hindistan’da iç siyaset kadar bölgesel ve küresel gelişmelere nasıl yön verebileceğinin de  gözler önüne serilmesini sağlayacak. Bu anlamda, Hindistan adının komşu ülkeler Pakistan ve Bangladeşle ilgili olduğu kadar, Güneydoğu Asya’nın tarihsel ticaret ortağı olarak da zikredildiğini hatırlatalım. Hindistan’ın komşularıyla ilişkilerinde Pakistan ve Bangladeş aslında organik yapıdan ayrılmış parçalar. Bu nedenle, bu iki ülkenin bütünden ayrılma süreçleri, bugün ilgili ülkeler arasındaki siyasi ilişkileri etkileyen bir unsur. Bangladeş’in kuruluşuna giden yolda, Pakistan’la verilen kısa süreli savaşta Hindistan ordusunun rolü ve ülkenin bağımsızlık anlaşmasında Hindistan Diş İşleri’nin rolü dikkate alındığında Hindistan’a eklemlenmekten kurtulamayan bir Bangladeş varlığı ile karşılaşılır. Öte yandan, Pakistan’ın 1947’deki ayrılışında rol alan Kongre Partisi yönetimindeki Hindistan’a karşı Pakistan hükümetlerinin ve de halkının oldukça mesafeli duruşları Hindistan’ı kuzeybatı sınırında da hareket kabiliyetini kısıtlayan bir unsur olarak ortaya çıkıyor.

Öte tarafta, küresel boyutta Çin’in Doğu Asya’dan Güneydoğu Asya ve Hint Okyanusu üzerinden Ortadoğu ve Afrika’ya doğru uzanan ekonomik yayılmacılığı karşısında bu ülkenin, yani Hindistan’ın Amerika’nın ‘müttefiki’ konumuna oturtulmasına neden oluyor. Tüm bu özellikleri ile bölgesel ve küresel arenada dikkat çeken Hindistan’daki seçimler bir başka önem taşıyor. Bu çerçevede, Hindistan’ın, Çin gibi bir güçle rekabet kabiliyetine ne kadar sahip olduğu da dikkatlere sunulmalı. Çin, siyasi ideolojisinden vazgeçmemekle birlikte, ekonomik kapitalizme eklemlenmede yoluna devam ederken, Hindistan, bir zamanların ‘bağlantısızlar’ grubunda yer alsa da, sömürge dönemi yansımaları noktasında Batı’ya daha yakın duran bir ülke görünümünde. Ancak bu durum, Hindistan’ı karşı karşıya kaldığı iç sorunlarını halledip, Çin gibi bir güce karşı bölgede varlığını pekiştirecek girişimlerde bulunabildiğini söylemek güç. Bu noktada, bölgesinde aktif rol alabilecek bir Hindistan’ı bölgeye eklemleyecek en önemli siyasi ve ekonomik birliğin ASEAN olduğu görülür. Öte yandan, Çin’e karşı bölge ülkeleriyle siyasi ve askeri ilişkileri geliştirmeye hız veren ABD’nin Hindistan ile ilişkilerde de benzer bir sürece başladığı dikkat çekiyor. Yukarıda değindiğimiz üzere, daha seçimler öncesinde kazanma olasılığı yüksek Modi’ye elçi gönderilmesi bunun en açık bir ifadesi. Burada çelişkili olan, hem nüfus, kültür ve hem de kaynaklar bakımından ‘zengin’ olan Hindistan’ın kendi ayakları üzerinde durabilecek, en azından bölgesinde bir siyasi olmasa bile ekonomik bir havuz oluşturabilecek kapasitede olmaması ülkede bir şeylerin yanlış gittiğini ortaya koyuyor.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/294505/hindistan-secime-gidiyor

Senin, 03 Maret 2014

Hindistan’da Seçim Öncesi Gelişmeler / India: Before the Elections

Mehmet Özay                                                                                                                    28 Şubat 2014

Hindistan’da seçimler yaklaşırken, kamuoyu yoklamalarında (Bharatiya Janata Party) BJP’nin birinci parti olması, Kongre Partisi’nin uzun süren iktidarının sona ereceğinin göstergesi olarak görülüyor. Uluslararası çevrelerin yakından izlediği seçim sürecinde önce Amerika Birleşik Devletleri, ardından Çin, Avustralya, Malezya, İngiltere ve Kanada’nın ülkeni yeni başbakanı olma ihtimali yüksek gözüken BJP lideri Narendra Modi ile görüşmeler yaptıkları veya yapmaya hazırlandıkları biliniyor. 2010’da Gücerat Eyaleti Başbakanı iken yaklaşık bin kadar Müslümanın öldürülmesine göz yumduğu gerekçesiyle uluslararası çevrelerden tepki çeken Modi’nin ABD’ye girmesine izin verilmemişti. Aradan geçen on yıla rağmen, Gücerat Eyalet Mahkemesi geçen 26 Aralık’ta, eski başkan hakkında yeterli kanıt bulunamadığı sonucuna ulaşarak Mayıs seçimleri öncesinde Modi’yi aklamış oldu.

Bu noktada, eyaletler bölünmüş olan bu dev ülkede merkezi hükümet kadar eyelet hükümetleri de siyasi güç bağlamında önem taşıdığını unutmamak gerekiyor. İktidar değişikliği konuşulurken, bir diğer önemli husus, ülke siyasal yaşamında yeni bir olgu olarak Halk Partisi (Aam Aadmi)’nin yerleşik siyaset dilinden farklılık gösteren yaklaşımı oluyor. Bu anlamda, ülkenin modern siyasal yaşamına damgasını vurmuş köklü ve de ‘elitist’ Kongre Partisi ile Hindu milliyetçiliği ile öne çıkan BJP arasındaki mücadeleye alternatif bir yapı olarak ortaya çıkıyor.

Bu üçüncü parti’nin siyasi hayata girişi Delhi’de 2010 yılında düzenlenen ‘İngiliz Milletler Topluluğu Oyunları” hazırlık sürecinde yaşanan yolsuzluk olaylarını kamuoyunun gündemine taşıyan sivil oluşumla başladı. Yolsuzlukla mücadelede sivil bir ses olarak doğan hareket halktan gelen destekle geçen yılın ortalarında siyasi partiye evrildi ve Delhi Başbanlık seçimlerinde 70 sandalyeli parlamentoda 28 milletvekili çıkartarak varlığını güçlü bir şekilde koyan lideri Arvind Kejrival’i başkent politikasında en üste taşıdı. Arvind’in Delhi seçimlerindeki başarısı, başkenti 15 yıl yönetmiş ve uluslararası bir metropole dönüştürme başarısı göstermiş olan Shelia Dikshit karşısında sergilemesi yerel siyaset düzleminde önemli bir gelişme olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Başkentte bunlar olurken geçenlerde ülkenin güneyinde de yeni bir yönetim ‘tasarımı’ hayata geçirildi. Ülke siyasal yaşamındaki en önemli gelişmelerden biri güneydeki Andhra Pradesh Eyaleti’nin ikiye ayrılması oldu. Telengana bölgesi’nin eyalet statüsü kazanmasıyla toplam eyelet sayısı 29’a çıkmış oldu. Bunun sıradan bir bölünme olmadığı, parlamento tartışmalarının ülkenin modern tarihine kara bir gün olarak geçmesine neden olan gelişmelerden görülebilir. Aslında bu gelişme, pek çok etnik/dini farklılıklara konu olan Hindistan gibi bir ülkede anlaşılabilir bir toplumsal durum. Ancak bunun seçimlere birkaç ay kala gerçekleşmesi akıllarda soru işaretleri yaratıyor. Burada ayrıca, yasalar gereği Hindistan merkezi hükümeti’nin  eyaletleri bölme, birleştirme vb. gibi önemli siyasi kararlar alma hakkının  olmasını hatırlatmak gerekir. Bu bağlamda, seçim öncesi gerçekleşen eyalet düzenlemesinin iktidardaki Kongre Partisi’nin seçim yatırımı olarak görülüyor. Yeni Eyalet’e verilen 17 milletvekili kotasının neredeyse tamamının Kongre Partisi’ne gideceği haberleri bunu destekleyici mahiyette. Bölünme öncesinde Andhra Pradesh’in çoğunluk itibarıyla yoksul bir bölge olduğu, Telengana’nın ise kaynaklar bakımından zengin olmasıyla bu bölünmeye ‘sürüklendiği’ yönünde görüşler var. Burada ilgi çeken nokta, kamuoyu yoklamalarına bakılırsa Kongre Partisi’nin Mayıs seçimlerinde iktidar koltuğunu kaybedeceği göstergelerine rağmen, yeni Eyalet üzerinden siyasi girişimlerini devam ettiriyor oluşu. Ve bunda muhalefetteki BJP ile Telengana Eyaleti üzerinde ‘ittifak’ın kurulmuş olması.

Kongre Partisi’nin bu ‘eyalet’ seçeneğine karşılık, BJP’den önemli bir çıkış geldi. Partinin önde gelen bir ismi, ülkede azınlık konumundaki Müslümanlara karşı geçmişte yapılanlardan ötürü özür diledi. Bunun açıkça bir seçim yatırımı olduğu aşikâr. Özellikle de, yukarıd ifade ettiğimiz üzere partinin lideri Narendra Modi’nin Gücerat ‘icraatlarıyla’ ilintili. Parti lider kadrosunun Müslümanlara yönelik bu yaklaşım kuşkusuz ki partinin Hindu Milliyetçiliği üzerinden siyaset yapma geleneğini sürdürüyor olmasıyla bağlantılı. Ancak, parti seçimlerde işi şansa bırakmama adına Müslüman seçmenlerden gelecek oyları da önemsediğini bu açıklama ile göstermiş oldu.

Peki bu şartlarda activist kökenli Arvind Kejriwal, iki siyasal uç arasında sıkışıp kalmış seçmenden umulmadık bir karşılık bulur mu? Arvind’in Başkent yönetiminde yolsuzlukla mücadele kanunun engellenmesini protesto amacıyla görevini bırakarak önemli bir çıkış yapması da seçimler öncesinin en önemli hamlelerinden biriydi. Ülkenin ulusal başkenti Delhi başkanlığından istifa etmesi ile gözler partisi tarafından başkan adaylığında değerlendirileceği söylentilerinin de güçlü bir şekilde kamuoyunda paylaşılmasına neden oluyor. Arvind’in Delhi Başkanlığı’na gelişi gibi gidişi de önemli bir siyasi açılımla alâkalı. Delhi gibi ülkenin göz bebeği bir beldede yaşamı bir yıl öncesine kadar politika sahnesinde görülmemiş ve aktivistliği ile öne çıkan birine yönelmeleri, ülke siyasal sisteminin eleştirilmesinin somut bir göstergesi olarak da gösterilebilir. 28 Aralık’ta başladığı Delhi Başkanlığı görevini 15 Şubat’ta bırakan Arvind siyasi partilere ve de daha önemlisi kamuoyuna güçlü bir mesaj verdi. Bu kamuoyunun içinde Mayıs seçimlerinde ilk defa oy kullanacak 170 milyon genç seçmenin yeri ayrı bir öneme sahip.

Arvind’in, Delhi parlamentosu’nda yolsuzlukların araştırılması konusunda yeni yasa tasarı hazırlanması girişiminin Kongre Partisi ve BJP tarafından engellenmesini protesto ederek görevinden ayrılması, bu gibi konularda hassasiyetini ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Tüm bunlar olurken, Arvind ne yapmak istiyor sorusunu da beraberinde getiriyor. Arvind, yeni bir liderlik yapılanması ile ülkenin “kirli bürokratik yapılanmasını” temizleme ve şeffaf yönetim hedefiyle gündeme oturuyor. Ancak bu noktada, Arvind’in bu dev ülkeyi yönetecek en azından belli eyaletlerde güç tesisine teşebbüs  edip yakın ve orta vade geleceğinde söz sahibi olabileceği siyasi elitlere saip mi? Bu noktada, yakın çevresine bakıldığında iş çevrelerinden ‘parlak beyinlerin’ varlığı dikkat çekici. İş dünyası ile siyaset dünyasının ayrımı, yönetilebilirlik noktasındaki farklılaşması, geniş ve birbirinden farklı toplumsal kesimlere yönelik politikalar geliştirme becerisi ve dahası sağlam bir ideolojik dayanağına sahip olmak önemli. Tüm bunların Arvind’in kurduğu partide ne kadar karşılık bulduğu ise şimdilik bir muamma. Kaldı ki, ülkede seçimle gelmeyen, kendi hiyerarşisi içinde oluşmuş güçlü bürokratik yapı ve bu yapının ülkeyi şekillendirme becerisi siyasi hareketleri sınırlandıran önemli bir yapı olarak ortada duruyor. Arvind’in ve partisinin ülke sorunlarını çözme konusunda çokça idealist olup olmadığı, yukarıda bahsedilen bürokratik yapıyı ne kadar dikkate alıp almadığı konusu da tartışılması gereken önemli bir husus.

Belki, tam da bu noktada Arvind ve hareketinin gücünden ziyade, halkın bu harekete yüklediği misyonun önemine değinmekte fayda var. önceki yazıda da değindiğimiz üzere, nükleer ve uzay çalışmaları, silahlanma, Çin ile bölgesel mücadele gibi ‘büyük projeler’ peşindeki bir ülkede hâlâ yoksulluğun sürdüğü ve nüfusun önemli bir bölümünün temel insani hizmetlerden yoksun bırakıldığı dikkate alınıdğında bağımsızlık öncesinden bu güne ülkeye hükmeden Kongre Partisi ile Hindu milliyetçiliğine dayalı bir siyasi anlayış sergileyen BJP’nin toplumun en azından bir bölümünü tatmin etmekten epeyce uzak olduğu sonucu çıkartılabilir.

Hindistan’daki bu değişim talebini biraz da bu ülkenin yakın ve uzak bölgesinde neler olup bittiğine bakarak değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda, örneğin Endonezya ve Tayland’da çeşitli boyutlarda süren değişim ve reform çabalarına; bazı çevrelerin Hindistan’la -en azından çeşitli hususiyetler noktasında- eşdeğer görmek istediği Çin’in kurgulamakta olduğu orta vadeli sosyo-ekonomik geleceğini kurgulama çabasına tanıklık eden Hindistan kamuoyu, elbette bazı değişimleri kendi siyasi ve toplumsal sisteminde tecrübe etme görme arzusunda. Bollywood müziği ve filmleriyle uyuşturulmuş bir toplumdan, ‘kendinde’ bir topluma geçiş misyonu belki de Arvind’e yükleniyor.


Senin, 20 Januari 2014

Hindistan’da Değişen Siyasi Atmosfer ve Seçimler / The Changing Political Atmosphere and Elections in India

Mehmet Özay                                                                                                           20 Ocak 2014
Hindistan’da son on yıldır iktidardaki Kongre Partisi zor günler yaşıyor. Seçimlere birkaç ay kala, yeniden seçilme şansı zora giren partiyi kurtarma çalışmaları sürerken, ülke siyasal yaşamına yeni bir parti adımını attı. Nükleer gücü, uzay çalışmaları, Hint Okyanusu’nun doğusu ve batısına uzanabilme kabiliyetine sahip, ASEAN ile tarihsel bağları, Pakistan’la bitmeyen siyasi mücadelesi, Bangladeş’te iç siyasete müdahaleye kadar varan ilişkiler ağı olan bir ülke Hindistan. Öte yandan, Çin’in Doğu Asya’dan Güneydoğu Asya ve Hint Okyanusu üzerinden Ortadoğu ve Afrika’ya doğru uzanan ekonomik yayılmacılığı karşısında Hindistan, Amerika’nın ‘müttefiki’ konumunda.
Tüm bu özellikleri ile bölgesel ve küresel arenada dikkat çeken Hindistan’da Mayıs ayında yapılacak seçimler bir başka önem taşıyor. Bugüne kadar Kongre Partisi ve Bharatiya Janata Partisi (BJP) mücadelesine sahne olan Hindistan siyasetinin bu dönem yeni kurulan Halk Partisi (Aam Admee) (AAP) ile farklı bir yöne evrileceği konusunda görüşler gündemde yer buluyor. 545 sandalyeli meclisi belirleyecek seçimler öncesinde üç siyasi parti çalışmalarına başladı. Partilerden birinin tek başına iktidar olabilmesi için 273 sayısına ulaşması gerekiyor. Her şeyin değişmeye matuf olsa da, geçenlerde yapılan kamuoyu yoklamalarında Kongre Partisi’nin üç parti arasında son sırada yer alıyor.
Son iki dönemdir, yani on yıldır köklü Kongre Partisi Hindistan’da yönetimde. Başbakan Manmohan Singh’in adı, son dönemde özellikle telekomünikasyon ve kömür madenleri işletmelerindeki yolsuzluklarla birlikte anılıyor. En son yaşanan skandal ise İtalya ile yapılan Savunma Anlaşması’nın iptali oldu. Gözlemciler bu iptal ülkenin prestijini etkilediği gibi, hükümetteki yolsuzluklara uzanan boyutuna dikkat çekiyorlar. Bu ve benzeri nedenlernle Kongre Partisi’nin yeniden seçilmesi güç gözüküyor. Başbakan Singh, bu gelişmeler sonrasında gelecek dönem siyaset sahnesinde aktif olarak yer almayacağını açıkladı. Bu nedenle, yakın geçmişte yaşananlardan sonra Parti Meclisi, yeni lider arayışında. Uzunca bir süre başkanlıkta gözü olmadığını ifade eden Nehru-Gandhi ailesinin genç temsilcisi ve Kongre Partisi’nin genel başkan yardımcılarından Rahul Gandhi geçenlerde partinin başbakan adaylığını kabul ettiğini açıkladı. Yakın döneme kadar Başbakanlıkta gözü olmadığını ve gücün zehirleyici etkisi olduğu yönünde felsefi görüşleriyle dikkat çeken Rahul Gandhi öyle gözüküyor ki, yakın çeveresinin baskılarına yenilmiş gözüküyor. Rahul Gandhi’nin başkanlık yarışına çekilmesi sadece parti yönetiminin bir kararı olmanın ötesinde, başta medya ve iş çevrelerinin de etrafında uzlaştığı bir isim olduğu dikkat çekiyor. Rahul Gandhi’nin adının geçmesinin bazı makul nedenleri var. İlki ülkenin modern siyasal yaşamında egemenlik tesis etmiş olan Gandhi-Nehru ailesinden olması. Bir başka ifadeyle söylersek, babası, babaannesi ve büyükbabası ülke yönetiminde söz sahibi olmuş bir siyasetçi Rahul… 43 yaşında oluşu da küresel bir fenomeon olarak öne çıkan genç seçmen kitlelerine yönelik bir cazibe unsuru olarak düşünülüyor. Raluh’un öne çıkmasının nedeni aile adının, giderek halk katmanlarında desteğini yitiren Kongre Partisi’ni yeniden harekete geçirecek bir kişi olarak görülmesinde yatıyor.
Kongre Partisi, Rahul ile seçime hazırlanırken, muhalefet partisi ve Hindu milliyetçiliğinden beslenen BJP’nin adayı Narendna Mori. Mori, Müslümanların demografik yapıda önemli bir yeri olan Batı’daki Gücerat Eyaleti’nden geliyor. Mori, Eyalet Valisi olduğu 2002 yılında Gücerat’ta Müslümanlara karşı gerçekleşen şiddet olaylarına göz yummakla hatırlanıyor. Kongre Partisi’nin ‘seküler eğilimleri’ ile öne çıktığı dikkat çekildiğinde, ilk etapta Hindu milliyetçiliğini diğer azınlıklar üzerinde baskı aracı kullanan BJP ile kayda değer bir ayrımı olduğu düşünülebilir. Ancak kimi gözlemcilerin dile getirdiği üzere, son on yıllık Kongre iktidarı döneminde ülke yönetiminin sözde bir ‘Avrupa’ sekülerliğini ortaya koyduğunu söylemek güç. Bunun referanslarını ise, ülkenin sembolik değerlerinde referansların ‘Hinduizme’ yaslanmasında bulmak mümkün. Ancak bu dev ülkede aralarında Müslümanların da olduğu çeşitli etnik-dini gruplarla ilişkilere geldiğinde her iki partinin toplumsal kökleri itibarıyla farklılık gösterdiğini düşünmek zor. 
Kuruluşu bundan bir yıl öncesine dayanan AAP ise, henüz başbakan adayını açıklamasa da, Partiyi öne çıkaran liderden ziyade mevcut sisteme yönelik eleştirileri oluşturuyor. Bir yanda muhalefet partisi, Bharatiya Janata Partisi (BJP), öte yandan yeni kurulan Aam Admee Partisi (AAP) seçimlerde hükümeti kuracak çoğunluğu almasının şimdilik mümkün olmasa da, olası bir koalisyon gücü olarak ortaya çıkabileceği hesapları yapıyor. Gözlemciler, bu noktada, AAP’nin, son on yıldır iktidardaki Kongre Partisi’ne karşı yoğun eleştirileri dikkate alındığında BJP ile iktidar ortaklığı düşüncesi üzerinde durabileceği üzerinde duruyorlar.
Bu üçüncü siyasi parti üzerinde kısaca durmakta fayda var. Bu parti Hindistan siyasetesine henüz yeni girmiş bir oluşum. 2011 yılında yolsuzluklara karşı başlatılan doğan sivil inisiyatife mensup bir oluşumun bir devamı olarak siyasi partiye evrildi. Bu oluşumun liderlerinden Arvind Kejriwal, sistem içinde aktif olarak mücadele vermek için siyasi parti kurduklarını söylüyor. Bu partinin çarpıcı çıkışının en bariz ifadesi ise geçen Aralık ayında yapılan Delhi yönetim çevresinde üstünlüğü sağlamış olması. Siyasi parti oluşumundankısa bir süre sonra Başkent Delhi yönetimini ele geçirmesi partinin olağanüstü çıkışı olarak yorumlanıyor. Ve geleneksel iki partili Hindistan siyasetine yeni bir soluk getireceği yönünde tahminler yapılmasına neden oluyor. Bu süreçte din ve etnik ayrımcılık yapmaması ile ülke siyasal yaşamında bugüne kadar egemen olmuş kabulleri yıkmaya başladığı şeklinde yorumlanıyor. Ayrıca, pek çok sorunlarla boğuşan şehir halkını rahatlatmak amacıyla elektrik ve su ücretlerinde indirim yapmasıyla dikkat çeken politikalara imza attı. Bu ve benzeri politikaları ile mevcut Kongre Partisi ile muhalefeti oluşturan bir alternatif bir siyasi yapılanma olarak halk nezdinde bir karşılık bulduğunu söylemek mümkün. Sivil toplum, genç şehirli seçmenin iltifat gösterdiği AAP, aynı zamanda güçlü Hint diasporası için de cazibe merkezi oluyor. Bu anlamda partiye önemli bağışların geldiği ifade ediliyor. AAP’nin siyasal yaşama katılımıyla birlikte yukarda sözü edilen kitleler ülkede siyasal bir değişimin hedeflendiği görüşünde. Yılların birikimine sahip Kongre Partisi ile Hindu milliyetçiliğini azdırmaya matuf muhalefetteki Bharatiya Janata Partisi arasındaki yarıştı üçüncü yol AAP olarak gözüküyor. Seçim yaklaştıkça siyasi atmosferin daha da ısınacağı Hindistan’da büyük bir ihtimalle iktidar değişikliği gerçekleşecek. Ancak şimdiden bunun hangi yönde evrileceğini kestirmek ise zor.

Selasa, 17 September 2013

Ertuğrul Gemisi Faciasına Dair Bir Mülâhaza

Mehmet Özay                                                                                                                    17 Eylül 2013

1890 yılı Eylül ayından bugüne 123 yıl geçti... Dönemin oluşmakta olan yeni dünyasına ‘müdahale’ etme amacına matuf olarak Doğu denizlerine ‘yola çıkan’ ‘Ertuğrul’ adlı geminin serüveninin yıldönümü. Ertuğrul adı, Osmanlı Devleti’nin ‘kök babası’ olarak anılabilecek Ertuğrul Gazi’ye atfen verildiğine kuşku yok. Ertuğrul Gazi adı nasıl bir devletin kuruluşuyla birlikte anılıyorsa, ‘Ertuğrul’ adı verlien geminin serüveni de Uzak Doğu ile yeni ilişkiler ağının başlangıcı anlamına gelecekti.

Bu ziyaret vesiyeliyle neler akla geliyor? Öncelikle, Osmanlı Devleti ile Japonya arasında gerçekleştirilen ilk diplomatik ilişkiler olduğu, seyahat sırasında geminin Hindistan, Malaya ve Singapur’da uğradığı limanlarda Müslüman yöneticiler ve ahali arasında yarattığı ve kimilerinin Pan-İslamcılığın somut bir girişimi iddiasında bulunabilmesine yol açan bir ‘aura’nın yanı sıra, yaşanan felâketin ardından kazadan sağ kalabilenleri kurtarma ‘operasyonunda’ rol alan bölgedeki Alman gemilerinin rolünü unutmamak gerekir. Tüm bu unsurlar, aslında dönemin Osmanlı yönetiminin ilişkilerini ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Ancak hasıl olması beklenen gelişmelerin, ki bunların başında belki Pan-İslamcı eğilimin kuvvet bulması, Rusya’ya karşı bir Osmanlı-Japon ittifakının geliştirilmesi geliyor. 

Bunlar gerçekleşmiş midir yoksa Osmanlı’nın küresel politikalar geliştirme arzusunun gemi kazasının sembolik olarak ortaya koyduğu üzere devletin kaçınılmaz sonunun bir göstergesi midir? Bu bağlamda, örneğin 1892 yılında Pahang Sultanlığı’nda gündeme gelen ve İngilizlerin Malay topraklarından çıkartılmasını amaçlayan İslamcı toplumsal hareketin Ertuğrul’un ziyaretiyle ilgisi var mıdır? Ya da bir başka soruyla devam edersek, bu resmi ziyaret vesilesiyle Güneydoğu Asya’ya bakarken ve de yazıp çizerken, bölgenin İslami entellektüel hareketlerinin doğurduğu veya o dönem doğurabileceği -diyelim ki- Pan-İslamcı kabul edilebilecek çıkışlarına değinildiğine rastlandığı söylenebilir mi? Biz burada birkaç tanesine değinelim hiç olmazsa... Singapur’da Malayca yayınlanan el ilanlarında Osanlı’nın Balkanlar’da Avrupa güçleri karşısındaki zor durumu karşısında İslam birliği dile getirilirken, dönemin Açe Sultanı Kırım Savaşı dolayısıyla toplanan on bin Doları gönderiyordu. Bölge liderlerinin ve halkının bu ve benzeri girişimlerini dikkate almayan yukarıda zikredilen  ‘duruş’, olsa olsa ötekini yadsıyan ‘tek tipçi’ bakış açısı olarak adlandırılmayı hak ediyor. Bu konuya dair kapsamlı görüşleri bir bütün içinde paylaşmaya başka yazılarda devam edeceğiz.

Geminin bu resmi seyahatinin ana sebebi Amiral Osman Paşa’nın dönemin Padişahı II. Abdülhamit’in iki ülke arasındaki dostluğun bir ifadesi olarak Japon İmparatoru’na gönderdiği İmtiaz nişanını ulaştırmaktı. Gemi, plânlandığı şekilde Japonya’ya ulaşmış ve görevini tamamlamıştır. Verilen ‘imtiyaz nişanı’ karşılığında, Japon İmparatoru Amiral Osman Paşa’yı İmparatorluğun 1. Sınıf Nişanı ve diğer bazı üst rütbeli subayları da değişik derecelerdeki nişanlarla taltif etmiştir.

Ertuğrul gemisi hakkında ilgili yazılıp çizilenler arasında Singapur’daki karşılamalar önemli yer tutar. Ancak bu karşılamaların ‘alkışlar’dan başka bir yönünün ortaya konulamadığı da malum. Bir de Japonya ziyaretini ‘başarıyla’ tamamlamasının ardından yaşanan felâket... Bir hüzün hikâyesi... Konsept farklı olsa da bu kaza biraz da Yemen’i hatırlatır bize. Osmanlı-Japon ilişkilerinin modern dönemde karşılığı olan Ertuğrul’un yolculuğu, Japon Prensi’nin İstanbul’a yaptığı ziyarete bir karşılıktı. Avrupayla ilişkilerinin giderek gerildiği, Osmanlı’nın siyasi kabiliyet sahasının daraldığı ve buna karşılık Güneydoğu Asya’daki Müslüman toplumların İngiliz ve Hollanda sömürgeciliği egemenliğinde bulunduğu bir dönemde, çağın küresel siyaset yapma biçimine örnek teşkil eder Ertuğrul’un ziyareti aynı zamanda...

Rotası üzerinde olmasına rağmen, Sumatra Adası’nın kuzeyinde Açe topraklarında süren Hollanda istilası nedeniyle Banda Açe limanına uğra(ya)mayan Ertuğrul gemisinin Singapur limanına demir atması, Singapur şehrinde ve yanı başındaki Cohor Sultanlığı’nda Müslüman ahalide heyecan vesilesi olduğuna kuşku yok. Halkın, gerek dönemin Singapur ve Malaya’sında yayımlanan gazetelerinden, gerekse özellikle Hacılar vasıtasıyla adını çokça duydukları Osmanlı Devleti başkentinden gelen bir geminin simgesel değeridir bu heyacana sebep olan.

Bölge kaynaklarında zikredildiğine göre, Ertuğrul gemisi Singapur limanına demir atmadan önce, Cohor Boğazı’na girerek Cohor Sultanlığı Sarayı’na nazır durduğu anlaşılıyor. Ertuğrul’un doğrudan Cohor limanına girmesine sebep ise Sultan Abdülhamit’ten dönemin Sultanı Ebu Bekir’e getirilen selâmdır. Sultan Ebu Bekir, bu vesile ile İstanbul’da kendisine sunulan Mecidiye Nişanı’na karşılık Ertuğrul gemisinin Amirali Osman Paşa ve diğer 8 üst düzey denizciye düzenlenen törenle Cohor Sultanlığı Nişanesi taktı. Bu üst düzey denizciler arasında geminin kaptanı Ali Bey’in de olduğunu düşünebiliriz. Cohor Sarayı’na konuk olan Paşa ve üst düzey subayın neler yaşadıkları, ne kadar kaldıkları, kimlerle nasıl etkileşim içine girdikleri konusunda -en azından şimdilik- bir bilgimiz yok... Örneğin, Sultanlıkta Başbakan konumundaki Dato Cafer bin Muhammed ve -henüz yaklaşık bir yıllık eşi- Rukiye Hanım’la görüşüp görüşmedikleri veya görüşmede neler geçtiği vb. konular aydınlatılmayı bekliyor... Burada hemen hatırlatmakta fayda var. Rukiye Hanım’ı bir çırpıda ‘Pan-İslamcı’ bütünün ortasına yerleştiren anlayış, ortaya çıkıp Ertuğrul’un ziyaretiyle birleştirirse hiç şaşmayacağız! Ayrıca, zaten pek de alt yapısı güçlü olmayan bir gemiyle çıkılan uzun deniz yolculuğunun doğurduğu zorluklar neticesinde Cohor’da herhangi bir bakım-onarımdan geçirilip geçirilmediği de muğlak konular arasında.

Cohor’daki karşılama ve törenin ardından geminin Singapur limanına geçtiği anlaşılıyor. Singapur, İngiliz Doğu Hint Sömürgeciliği’nin başkenti olmakla önem taşır. Ertuğrul’un limana girmesi, çokça ihtiyaç duyduğu lojistik desteğin sağlanmasının ve de Müslüman ahalinin bir ‘özlemle’ gemiye akın etmelerinin ötesinde, Sultan Abdülhamit’in Singapur’a ilk defa konsolos olarak atadığı el-Sagoff ailesinden ileri gelen bir ferdi vasıtasıyla İngiliz yönetimiyle, bölgede yaşayan Arap/Hint (Peranakan) kolonisiyle, Hollanda sömürgeciliği altında siyasi ve kültürel baskılara maruz kalan Müslüman unsurların temsilcileriyle görüşmeler yaptığını düşünmek mümkün. Ancak bu noktada gene detaylara ihtiyacımız olduğu muhakkak... Eldeki verilere bakarak ifade edersek, Ertuğrul gemisi 15 Kasım 1889’da Singapur limanına girmiş ve 22 Mart 1890 tarihine kadar yaklaşık dört ay kalmıştır. Bu süreçte gemi, halkın ziyaretine açılmakla kalmamış, aynı zamanda gemi mürettebatı içinde hazır olan 24 kişilik bir ‘bando’nun şehir merkezinde, yani Esplanade’de konser verdiği de vaki.

Felâket’e Doğru...

Ertuğrul’un Singapur’daki ziyaretinin akabinde seyahatin temel amacı olduğu varsayılan Japonya’ya doğru yol aldığı, dönemin Japon İmparatoru’nca kabul edildiği vaki... Medya organlarında çokça işlenen konu ise bu ziyaretten ziyade geminin dönüş yolculuğunun hemen başında maruz kaldığı felaket hadisesi. Bu hadise nasıl gerçekleştiği de değişik kaynaklarda farklı şekillerde ifade edildiği gözleniyor. Örneğin, Hongkong Daily Press’den alıntı yapan bir Singapur kaynağı başlığını “Ertuğrul’un Kaybı” olarak veriyor o tarihlerde. Hong Kong’a haberi getiren ise 25 Eylül 1890’da limana giren ‘Bellona’ adlı Alman gemisinin kaptanı Haesloop.

Kazadan yaralı olarak kurtarılabilen bazı mürettebat -ki sayısı iki olarak veriliyor- 19 Eylül günü Japonya’ya ait ‘Boji-maru’ adlı gemiyle Kobe’ye getiriliyorlar. Kazayla ilgili ilk bilgiler de bu mürettebatın verdiği bilgiye dayanıyor. Buna göre, mezkur kaza 17 Eylül’de gerçekleşmiş. Kimi kaynaklar kazayı 16 Eylül akşamı/gecesi vermesine rağmen, mürettebatın verdiği bilgi kazanın Yokohama’dan Kobe’ye yol alırken, 17 Eylül akşamı saat 21.30 sularında, bölgede birden ortaya çıkan fırtına nedeniyle geminin yakındaki Kiushiu Nosaki (Kashinosaki, Kiushiu) Adası -ki burası Yokohama’ya 250 mil mesafededir- civarındaki kayalıklara sürüklenerek çarptığı, kazanının patladığı ve gemideki 600 civarındaki mürettebatın tümünün alaborada denize düştüğünü ortaya koyuyor. Hayatta kalma mücadelesi veren denizcilerden altısı üst düzey subay ve 57’si mürettebat olmak üzere 63 kişi mezkur Ada’ya çıkmayı başarıyor. Bu sayıya, yukarıda zikredildiği üzere yakında geçmekte olan Japonya’ya ait Boji-maru gemisine alınarak Kobe’ye getirilen iki gemici de eklendiğinde toplam 65 kişinin kurtarıldığı anlaşılıyor.

Geminin kaptanı Osman Paşa’nın yüzerek kayalıklara çıkmaya çalıştığı, ancak başını bir direğe çarpması sonucu baygınlık geçirip denizde kaybolduğu, mürettebatın önemli bir bölümünün ölümüne, geminin kayalıklara çarpması sonucu kol veya bacaklarında meydana gelen kırıklar nedeniyle yüzememelerinin neden olduğu ifade edilir. Ertesi gün bölgeye ulaşan bir başka Alman savaş gemisi Wolf adaya çıkmayı başaran mürettebatı almaya gelir. Alman gemisinde yaralılara ilk müdahale için iki de Japon doktorun bulunduğu belirtilir. Hayatta kalmayı başarabilen gemi mürettebatının bilâhare İstanbul’a getirildiği ve Padişah tarafından kendilerine ve ölenlerin yakınlarına maaş bağlantığı biliniyor. Ertuğrul gemisini konu alan dramatik hikâyenin, bölgedeki olası kaynakların zamanla ortaya çıkmasına paralel olarak yeni gerçeklerle farklı perspektiften bakılmaya olanak tanıyacağına inanıyoruz.


Selasa, 04 Juni 2013

Asya Yüzyılı Bağlamında Hindistan Faktörü / “India As A Factor in Asian Century”

Mehmet Özay                                                                                                                 30 Mayıs 2013

Though during the last period Southeast Asia and East Asia have emerged as the main field for regional and global power struggle, nobody should forget India as a salient factor. India having a great population, dynamic economy, nuclear power so on, is definitely to attract the interest of the global powers. Further, as recognized as a significant member of “Independence Bloc” in the second part of the 20th century, India can be a distinct play maker beyond to be embedded to other blocs...

Asya Yüzyılı söylemi Güneydoğu ve Doğu Asya’daki gelişmelere yoğunlaşırken, bu kıtanın önemli ülkelerinden Hindistan da süreçte yerini almaya başladı. Tabii bu süreçte Hindistan’ın iç dinamiklerinden kaynaklanan bazı açılımlardan bahsedilebileceği gibi, özellikle bölgenin bazı ülke ve birliklerinin böylesine önemli bir ülkeyi kendi çekim sahalarına almak istemeleri gibi dış dinamiklerin de etkisi görülmektedir.

Henüz ‘uyuyan dev’ hüviyetindeki Hindistan’ın bu coğrafyadaki varlığının nasıl bir yönelim kazanacağı noktasında belirsizlik sürerken, diğer ülkeler Hindistan’ın nüfus, ekonomik gelişmişlik, nükleer güç vb. alanlardaki niteliklerini göz ardı etmiyorlar. Bu çerçevede ASEAN, Çin ve Japonya örneğinde görüldüğü üzere, ilişkileri onarma, yenileme ve geliştirme süreçleri bağlamında birbiri ardı sıra Hindistan’la temas kuruyorlar. Hindistan’ın modern dönemde uluslararası siyaset çerçevesinde ‘Bağlantısızlar’ bloğu içinde yer alması, doğulu ve batılı ülkelerin yeni gelişmelere gebe küresel ilişkiler ortamında Hindistan’ı görece kolay işbirliğine girişilebilecek bir ‘ortak’ addediyor olabilirler.

Hindistan’ın özellikle Güneydoğu Asya’yla olan tarihsel ilişkilerinden hareketle bile ASEAN’ın vazgeçemeyeceği bir partner olduğu ortada. ASEAN’ın birlik oluşturma gayretleri ile geçen son yirmi yıllık süre zarfında Hindistan’la kurduğu bağlar da geleceğe dair umutların yeşermesinde bir faktör. Bu nedenledir ki, geçen yılın sonlarındaki zirve önemli bir işaretti.

Bununla birlikte, küresel gelişmeler bağlamında etkinlik alanını genişletme çabasındaki Çin, örneğin Tibetli Budist lider Dalai Lama ve sınır anlaşmazlıkları bağlamında yaşadığı sorunların varlığına rağmen, Hindistan’la ilişkileri geliştirme konusunda da yeni adımlar atma peşinde. Bunun önemli yapılanmalarınan biri geçen hafta Çin Başbakanı’nın Hindistan’a yaptığı ziyaret oluşturuyor. Hindistan ve Çin, tarihsel olarak Asya’nın iki önemli medeniyeti olmanın ötesinde, yaşadığımız son on yıllarda başta ekonomi olmak üzere askeri ve teritoryal gelişmelerde önemli bir yer tutuyorlar. Özellikle Çin’in küresel aktörlük yarışındaki konumu ve bu konuda agresif bir yönelim sergilemesi gözlerden kaçmıyor. Öte yandan, ülkesindeki ekonomik sorunları çözme konusunda agresif bir yaklaşım sergileyen Japon Başbakanı Shinzo Abe de Hindistan faktörünü göz ardı etmeyeceğini göstererek, Çin heyetinin ziyaretinden yaklaşık bir hafta sonra Hindistan Başbakanı Tokyo'daydı.  

Güney Çin Denizi’ndeki adalar nedeniyle başı yeterince ‘kalabalık’ olan Çin, Batı sınır boyunu oluşturan komşu ülke Hindistan’la benzer sorunlar yaşamak istemiyor. Bununla birlikte, iki ülke arasında farklı bağlamlarda sorunlar yaşanmıyor da değil. Bu nedenle, Başbakanı Li Keqiang kısa bir süre önce Yeni Delhi’deydi. Çin Başbakanı’nın ilk yurt dışı ziyaretini Hindistan’a yapması önemliydi. Bu girişimin ilk öne çıkan unsuru, Asya’nın iki ‘devi’ arasında güven inşasına yönelikti. Bu ziyaret Çin’in Japonya, Amerika’nın yanı sıra Güney Çin Denizi’ni çevreleyen ülkelerle olan sürtüşmesinde küresel siyasette elini güçlendirecek ‘partnerler’ arayışının bir ifadesi olarak da okunabilir. Liderler arasındaki görüşmelerde bu iki ülkenin eşgüdümlü gelişmesinin Asya Yüzyılı ekseninde çok önemli olduğuna değiniliyor. Öyle ki, iki ülkenin birbirinden yalıtılmışlık halinin ne bu ülkelere ne de Asya’ya bir faydası olacağı dile getiriliyor.

Görüşmelerin ana konu başlıklarını yakın geçmişte bir kez daha nükseden Himalayalar’daki sınır ihlâlleri, Tibet sorunu, iki ülke arasındaki ticari dengesizlik vb. işgal ediyordu. Sınır ihlalleri dendiğinde 1962 yılında kısa dönemli de olsayaşanan çatışmalar akla geliyor. Ancak sorun bugüne kadar bütünüyle halledilebilmiş değil. Öyle ki, en son geçen aylarda Çin ordusunun sınır ihlali yaptığı konusunda Hindistan makamlarının ‘resti’ dikkat çekiyordu. Çin’in Tibet’e yönelik siyasi baskıları karşısında Hindistan önemli sayıda Tibetliye kapılarını açmış durumda. Öyle ki, Tibet sürgün hükümeti Hindistan’da faaliyet gösterdiğini söylediğimizde durum daha iyi anlaşılacaktır. 66 milyar Doları bulan yıllık ticaret hacminin Çin lehine gelişme göstermesi ve bu bağlamda bir dengenin tutturulamamış olması da bir başka sorun.

Bu gezide klasikleştiği üzere ticaret, turizm gibi alanları kapsayan ikili anlaşmalara imza atıldı. Çin’in bu girişimini bölgenin çeşitli bağlamlarda öne çıkan enerji kaynaklarından bağımsız ele almak mümkün değil. Örneğin, Çin’in iki ülke sınırındaki Brahmaputra Nehri üzerinde inşa etmeyi plânladığı üç barajla ilgili pürüzlerin giderilmesi önemliydi.

ASEAN ve Çin’li yetkililerin Hindistan ziyareti sonrasında birkaç gündür Hindistan Başbakanı Manmohan Singh’in Japonya ziyareti dikkat çekiyor. Malezya gibi “Look East Policy” sahibi bir ülke olan Hindistan, Japon Başbakanı Abe’nin önerdiği Pasifik-Hint stratejik işbirliğine sıcak bakarken, son dönemde ulusal güvenlik problemlerini öncellediğini her vesileyle ortaya koyan Tokyo yönetiminden nükleer teknoloji transferi konusunda destek bekliyor. Japonya bir adım daha ileri giderek askeri teçhizat üretimini Hindistan’da gerçekleştirmeyi gündeme taşıyor. 

Tabii tüm bu ekonomik ticari ilişkiler zincirine rağmen, Hindistan’ın bir de kültürel boyutu olduğunu kesinlikle unutmamak gerekiyor. Hindistan dendiğinde akla etnik çeşitlilik, dini çoğulculuk gibi kavramların geldiği muhakkak. Ancak bu minvalde, Müslüman camianın varlığını bir köşeye kaydetmekte fayda var. Ülkenin önemli azınlık-dini gruplarından olan Müslümanların varlığı bu dev coğrafyanın farklı karelerinde öbekleniyor. Örneğin Gücerat gibi Batı bölgesi, tarihte Türk/İslam devletlerine ev sahipliği yapmış kuzey/kuzeydoğu bölgesi,  nüfusu Malezya nüfusuna eşdeğer güneybatı’daki Kerala Eyaleti birileri için cazibe merkezi olabilir. Kuzeyde halen kendilerini Türk/Müslüman kabul eden azınmanmayacak bir kitle bulunuyor. İslam dünyasını coğrafi olarak tasvir ederken, Fas’dan Endonezya’ya denildiğinde Ortadoğu sınırlarından sonra Pakistan akla gelir. Ancak unutulmamalı ki, Hindistan’daki Müslüman kitleler görece toplumsal istikrar ve düzen bağlamında çok daha oturmuş bir yapıya sahipler. Buradan hareketle, bir yandan ASEAN, Çin ve Japonya öte yandan Batılı ülkeler Hindistan’ı yeni oluşumlar içerisinde yanlarında görmeye çalışırken Müslüman dünyasının bu gelişmeleri farklı perspektiflerden yakalama imkanı olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Asya/Pasifik/Atlantik denkleminde önemli bir yeri olduğuna kuşku olmayan Hindistan üzerinden var olan ittifaklar genişletilirken, yenilerine kapı aralanıyor. Asya Yüzyılı’nda tek bir aktör veya aktörler grubundan bahsetmek yerine, farklı bağlamlarda çıkar/menfaat ilişkisinin de olduğu çoğul ve dinamik ilişkilerin varlığı gözlemleniyor. 

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=261942

Jumat, 19 April 2013

Özbaran’ın ‘Hint Okyanusu Anlatısı’ Üzerine Bazı Yaklaşımlar


Mehmet Özay                                                                                                            19 Nisan 2013

Salih Özbaran’dan bir eser daha: “Osmanlı ve Portekiz: Umman’da Kapışan İmparatorluklar”. Eser, elli yılını ‘umman ilişkilerini’ anlamakla geçirmiş bir akademisyenin, araştırmacının bulgularının öz bir paylaşımı. Ve bu anlamda, değişik tarihlerde sunulmuş seminer bildirilerinin bir araya getirilmesinden oluşan bir bütün. Çalışmanın ilk sayfasında dile getirildiği üzere, yazar akademik bağlamdan pek fazla ferâgat etmeden, geniş okuyucu kitlesine ulaşma gayesi gütmüş. ‘Yeni Osmanlıcılık’ gibi bir olgunun tartışıldığı bir zaman diliminde Osmanlı Devleti’nin güney eyaletleri, Hint Okyanusu bağlamında kimi gerçekleri ortaya konulması ve bunun geniş kitlelere ulaştırması arzusunun önemli faydalar içerdiğine kuşku yok. Çalışmanın, elden geçirilmiş seminer bildirilerinden oluşması nedeniyle, belki de kaçınılmaz olarak kimi tekrarların olduğunu belirtmek gerekir. Buna ilâve olarak, derleme çalışmaların, özellikle Hint Okyanusu gibi henüz önemi kavranamamış bir coğrafyaya dair çalışmaların birarada bulunabilmesine olanak sağlaması nedeniyle pratik bir faydası da var. Örneğin, Özbaran’ın 20-22 Ekim 2008 tarihlerinde Deniz Kuvvetleri’nce düzenlenen seminerde yaptığı konuşma metnine ulaşmak bile pek mümkün değilken, bu metnin çalışmanın Giriş Bölümü’nü oluşturmasıyla ilgili çevrelerin hizmetine sunulmuş oluyor. 328 sayfalık eserin -siyah/beyaz da olsa- el yazmaları, haritalar ve resimler gibi görsellerle desteklenmesi ve bazı ‘Ek’lerle zenginleştirilmesi okuyucunun bu ‘uzak coğrafyaya’ dair imgesinin daha sağlıklı bir şekilde oluşmasına aracı olduğuna kuşku yok. Altı ana bölüme ayrılmış olan eser, ‘aidiyet’ olgusu ile başlıyor. Batılı güçlerin Hint Okyanusu serüvenine dikkat çekilirken, Osmanlı Devleti’nin doğu denizlerindeki varlığı ‘İslam Bayrağı’ üzerinden vurgulanarak özellikle Doğu Hindistan sahillerinde gerçekleşen üç önemli sefer işleniyor. Osmanlı-Portekiz karşılaşmasının ‘savaş boyutu’ kadar ne kadar barış boyutu içerdiğini ortaya koyacak şekilde iki hükümdar arasındaki yazışmalara değiniliyor. Hint Okyanusu’nda bunca mücadelenin kaynağı nedir sorusunun en kayda değer cevaplarından biri, elbette ki bölgenin sahip olduğu ekonomik varlıkları. Bu bağlamda ‘baharata’ ayrı bir bölüm açılması bir anlamda zorunluluk olmayıldı. Özbaran da öyle yapmış...

Tarihçi Kitabevi’nce 2013 yılı Ocak ayında yayınlanan bu çalışma elime geçtiğinde ilk dikkat çeken yönü kapağı, kitap hacmi ve de baskısı oldu kuşkusuz. Singapur’da, Malezya’da kitap yayıncılığının üniversite yayınevlerinin büyük ilgisi çerçevesinde sürdürüldüğünü ve çalışmaların büyük bir özenle gerçekleştirildiğine tanık olduğumdan, kıymetli bir tarihçinin önemli bir eserinin böylesi bir baskısıyla karşılaşmak açıkçası üzdü. Tam da, o an, Türkiye’ye gelip gidenlerden ‘şöyle geliştik, böyle geliştik’ övgülerini duyduğumu hatırladığımda, henüz gelişmelerin yayıncılık sektörüne uğramadığını fark ettim ister istemez. Elbette bu genellemenin yanılgıya düşürücü tarafları olabilir. Ancak elimdeki kitap ne sıradan bir çalışma, ne de yazarı henüz yazı hayatına yeni başlamış bir çömez... Hint Okyanusu’nun bir süredir, Türkiye’ye uğramasa bile öneminin gündeme geldiği şu yıllarda Türkiye’de bu deniz yoluna odaklanan bir çalışmanın, hiç değilse ‘Osmanlı’ hatırına çok daha nitelikli bir yayıncılık eseri olarak kitapçı raflarında yer almasını ummak en azından bir okuyucu olarak hakkımız olduğunu düşünüyorum.

Rumi Olgusuna Dair

Eserdeki bölümler arasında kanımca en dikkat çekeni Rumi/Türk olgusu üzerinde durulan sayfalar. Rumi/Türk olgusunun Malay dünyasının kadim el yazmalarındaki varlığı biliniyor. Bunun ötesinde daha Osmanlı Devleti’nin Memlüklü Sultanlığı’nı ortadan kaldırdığı 1517 yılından önce Portekizlilerin 1511’de Malaka Sultanlığı başkenti Malaka şehrini yağmaladığı dönemde de şehirde Türk unsurlarının varlığı malum. Bir not daha... Açe Darusselam Sultanlığı kurulmadan (~1511) önce kadim Samudra-Pasai Sultanlığı’nın devamı mahiyetindeki Pasai’de de Türk unsurları mevcut. Demek ki, Türk unsuru 1564 yılında gönderilen 300 kişiyle (s. 86) sınırlı değil! Kaldı ki Özbaran eserinin Giriş Bölümü’nde bölgedeki Rumilerin varlığı konusunda bu noktaya temas ederek Rumi denilenleri “Osmanlı tacirleri” olarak adlandırıyor (s. 27). Özbaran’ın Rumileri kaleme aldığı sayfalardaki anlatılar, her ne kadar ortak bir tanım olarak ortaya konsa da, Rumilerin farklı Türk unsurlarını içinde barındırdığına da şahit oluyoruz. Rumilerin bir diğer dikkat çekici yanı Özbaran’ın da ihtimal verdiği şekilde Osmanlı merkez siyasetinin Hint Okyanusu’na açılışında bir katalizör işlevi gördüğüdür (s. 200). Tabii bu anlatıların kaynağı Batılı özellikle de Portekizli seyyahların referanslarına dayanıyor hiç kuşku yok ki. Rumilerden bahsetme fırsatı bulmuşken şu hususa değinmekte fayda var.

Eserde özel bir bölümde işlenen Selman Reis’in ‘lahiyası’nda, tüm Hint Okyanusu kıyılarını çeviren coğrafyadaki toplam 2000 kişilik Portekiz askeri gücüne karşın Osmanlı Devleti’nin arzu edilir bir kuvvet teşekkül ettirdiği taktirde başarılı olunacağına vurgusu önemlidir (s. 49). Tabii, bu kabataslak bir güç karşılaştırması şeklinde olduğuna kuşku yok. Neyse... Burada dikkat çekmek istediğim husus, Osmanlı askeri gücünün Süveyş Tersanesi’nde hazırlanan ve 17 gemi, çeşitli ebatlarda 298 top, 76 zanaatkâr, 500 adet kürekçi, 20 topçu, 1000 nefer gemiciden ibaret olmadığıdır (s. 47). Aşağıda değinileceği üzere Osmanlı topraklarından sökün etmiş, Hint Okyanusu civarındaki coğrafyaya ulaşmış Rumi’lerin ne şekilde bir varlık gösterdikleri üzerinde çalışılmayı bekliyor. 1510 yılında Batı Hindistan’da sayısı on bini bulan (s. 71); 1512 yılında Kızıldeniz’den Hindistan’a ‘Rumi’ akınının devam ettiği (s. 75); Memluk Sultanlığı’nın alınmasından sonra Hint Okyanusu’na açılan ‘Rumiler’ (s. 76); 1521’de Hürmüz Körfezi civarındaki Lahsa Emirliği ordusundaki ‘ateşli silah ustası ve gemi yapımcıları olan Türklerin’ varlığı (s. 77); 1528 yılında Arap Yarımadası açıklarında Portekiz donanmasınca ateşe verilen gemide “çok sayıda Rumi”nin bulunduğu (s. 76); 1531’de batı Hindistan’da önemli bir ticaret merkezi olan Gücerat Sultanlığı’nda “ateşli silahları iyi bilen ve kullananlar olarak ün salmış bulunanlar arasında ‘Rumi Han’ unvanıyla Mustafa Bayram ve aynı dönemde Diu’da pek çok ‘Rumi’nin varlığı” (s. 78) vd. Osmanlı devlet iradesi dışında, kendi inisiyatifleri ile Hint Okyanusu’na açılan ve bu coğrafyadaki irili ufaklı emirliklerde/sultanlıklarda paralı asker olarak çalışan Türk unsurlarının varlığını akla getirmektedir. Özbaran da bu hususa ilerleyen sayfalarda Memlüklülerin asker ihtiyacı bağlamında da olsa değiniyor (s. 143). Böylesi bir yapılanmayı Batı Hindistan ve hatta ötelere taşıyabilecek kaynaklar olduğu malumumuz. Bu gücün Osmanlı’nın teşviki sayesinde mi, yoksa bireysel ve grup inisiyatifle mi yayılma eğilimi gösterdiklerini -en azından şimdilik- bilmiyoruz. Ancak genel yaklaşımla ifade edersek bu ‘Türk gücünün’ Selman Reis’in daha 1520’li yıllarda talep ettiği asker gücünden fazla olduğu, bölgedeki emirlik ve sultanlıklarla etkileşim kurdukları, coğrafyayı tabiri caizse karış karış bildikleri düşünülebilir. Bu önemli insan kaynağının Portekiz askeri varlığı karşısında işlevsellik kazan(a)mamış olması, Özbaran’ın da sorguladığı üzere Osmanlı’nın Hint Okyanusu’nda bir siyasi projeye sahip olmadığı ve bu nedenledir ki varlık gösterememesine (s. 24) neden olduğu sonucuna ulaşılamaz mı?

Tam da bu noktada, Selman Reis’in lahiyasındaki donanma ve asker talebine karşın, yukarıda zikredilen ‘Rumi’ varlığının Portekiz gücüne karşı mücadelede niçin aktive edilemedi sorusunu sormamız gerekiyor. Veya bir başka sorun mu vardı? Özbaran’ın dolaylı olarak değindiği bir gerçek var ki, o da Hint Okyanusu’ndaki Osmanlı varlığının ne derece sağlıklı boyutlarda gelişme gösterdiğiyle şu veya bu şekilde ilintilidir. O da, Selman Reis ve Hüseyin Bey’in erzak sıkıntısını gidermek amacıyla Yemen kıyılarını yağmalaması (s. 44); 1538’de Hadım Süleyman Paşa’nın Aden Şeyhi Amir bin Davud’u ve adamlarını sancak direğinde sallandırması; Portekizliler tanıklığında ortaya konduğu üzere 1539’da gene Aden’deki kalede görevli “Osmanlı askerlerinin halk tarafından sevilmediği” (s. 83) vs.

Hint Okyanusu Sınırları Nerede Başlar Nerede Biter?
Eserin ana temasını teşkil eden Hint Okyanusu’ndaki karşılaşmalar olduğuna göre, bu su yolunun sınırları üzerinde durmak gerekir. Yani, bu su yolunun sınırları nerede başlar nerede biter? Bu sorunun cevabını eserde bulabiliyor muyuz? Bu noktada Özbaran’ın Hint Okyanusu’nu Osmanlı’nın güney eyaletleri Yemen, Habeşistan, Basra bağlamının yanı sıra, Portekiz’le askeri karşılaşmalar özellikle Diu vb savaşlar özelinde ele aldığı görülmektedir. Bu noktada, Okyanus’un sınırlarının ‘daraltıldığı’nı söyleyebiliriz. Peki bunun ne zararı var diye sorubilir kimileri. Tam da bu noktada, Osmanlı’nın güney sularına inişinin, Hint Okyanusu’nda kürek sallayışının, Sumatra Adası’na yönelmeye niyetlenmesinin nedenleri önemli.

Gerek bu çalışma bağlamında, gerekse Hint Okyanusu çerçevesinde Osmanlı’yı ele alan makale ve eserlerde Osmanlı’nın bu coğrafyadaki varlığının sağlıklı okunabilmesi için yeni bir bakış açısına ihtiyaç var. Bu bakış açısı Kızıldeniz’den Sunda Boğazı’na kadar uzanan Hint Okyanusu bütünü kapsamalıdır. Bu sınır, içine Arap Yarımadasını, Hindistan’ı, Sumatra Adası’nı ve Malay Yarımadası’nı alır. Bu su yolunda Sumatra Adası’nın gerek coğrafi özelliği, gerekse sahip olduğu metalar bakımından Hindistan’ı ve Arap Yarımadası’ndaki limanları besleme kabiliyeti dikkat çekicidir (s. 289, 290). Tam da bu noktada Hint Okyanusu’nda neler olup bittiyse sadece Batı-Portekiz, Ortadoğu-Osmanlı kaynakları değil, bizatihi bu toprakların asli kaynaklarına müracaat kaçınılmaz. Yoksa ‘Contantinople’ merkezli yaklaşımla Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki varlığını anlamlandırmaya çalışmak olan biteni, eskilerin deyimiyle “ağyarını mani efradını cami” yani her vechesiyle ele almaya kafi gelmeyecektir. Sürgit eleştirilen ‘Avrupa merkezci’ yaklaşımın yerine, bugün siyaseten bir yerlere gelmenin verdiği ‘güvenle’ Ortadoğu’ya ve doğuda ötelere bakarken benzer bir hata içine düşülüp düşülmediği üzerinde durulmalıdır. Şayet böylesine hatalı bir ‘yaklaşım’ varsa, bunun gündelik getirisinin cazibesine kapınıldığında, yarının şekillendirilmesinde elimizden nelerin kayıp gideceğinin hesabını yapamayabiliriz.

Eserde pek fazla üzerinde durulmasa da, Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu ve de bizi daha çok ilgilendiren yönüyle Okyanus’un doğu bölgelerine, yani Sumatra Adası’na ve Malay dünyasına yönük vechesi dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Dikkat çekici olmak zorunda çünkü yedi yıldır -sadece masa başında değil, bizzat sahada bu işin aktörleriyle ve de halkın her kesimiyle temasdan hareketle- Hint Okyanusu’nun tam ortasındaki Açe’den yola çıkarak Malay dünyasını okuma çabası sergileyen biri olarak, en azından 16. yüzyıl başlarından itibaren genelde İslam dünyası, özelde Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’ndaki ahvaline dair tüm verilerin dayanak noktasını Açe Darüsselam Sultanlığı oluşturduğu yönünde şüpheye yer bırakmayacak referanslar mevcut ve araştırmacılarını beklemekte. Dolayısıyla Özbaran’ın Osmanlı-Portekiz’in bu okyanustaki karşılaşmalarının arka plânının bir bölümünde Akdeniz ve Avrupa’daki etkileşimleri yer alırken, belki de büyükçe bir bölümünü de Açe’nin Portekiz güçlerinin Arap ve Malay sularında at koşturma çabası karşısında geliştirdiği siyaset ve askeri dinamiklerden bağımsız görmek mümkün değil. Biraz daha ileri gideyim... Osmanlı Devleti’ni Hint Okyanusu’na tanıştıran Selman Reis gibi denizciliğinin ötesinde devlete ‘lahiya’, yani rapor sunan bir anlamda devlet adamlığı vizyonu sergilemiş bir askerin yanı sıra, Açe Sultanlarının ısrarla güttükleri İstanbul nezdinde geliştirme arzusu duydukları ‘stratejik işbirliği’ çabaları sayesinde Osmanlı’nın Hint Okyanusu ve de ötesinde olan bitene ‘kulak kabartmasındaki’ başat rolü elbette ancak araştırılarak ortaya konabilir. Nasıl ki Selman Reis’in önemli raporunu hazırlamasının yegâne sebebi Portekiz güçlerinin varlığıysa, Açe’nin Osmanlı’yla stratejik işbirliği gütmesinin ardında da bu Batılı denizci gücün Malaka Boğazı sınırlarına -ve ötelerine- kadar uzanmış olmasıydı. Ancak bugüne kadar neredeyse ilgili ilgisiz hemen her çevrenin ileri sürdüğü gibi Açe’nin Osmanlı’yla temasının sebebi ne bir korku ve ‘savaş topu dilenme’ niyetiydi. Daha Osmanlı askeri yardımı -ki bu da iki gemi ile sınırlıdır- gerçekleşmeden önce ve sonra, Portekizlilerin istila ettiği Malaka şehrine en azından dört farklı sultan döneminde düzenlenen ve bir yüz yılı kapsayan (1537, 1547, 1567, 1572, 1574 ve 1629) fetihçi girişimler nasıl izah edilebilir? Bu fetihlerin ne tür denizcilik teknolojisiyle, hangi deniz ve kara gücüyle gerçekleştirildiği; hangi insan kaynaklarının kullanıldığı ve ne tür askeri plânlamaların icraata geçirildiği; ne tür bölgesel ve küresel siyaset takip edildiğini henüz konuşamıyoruz. Peki bu bağlamda Özbaran, Açe siyasi elitinin sergilediği uluslararası açılımı gündeme getirecek anlatılar ortaya koyuyor mu? Bu soruya ‘evet’ cevabı veremeyeceğim. Eserde Açe’nin coğrafi konumuna dair oldukça sorunlu bir yaklaşım -ki Açe, Uzakdoğu’da bir yer olarak konuşlandırılıyor- ve Açe-Osmanlı ilişkilerini ‘yardım’ muvacehesinin ötesine götürmeyen bir anlayış (s. 116) eleştirilmeyi hak etmiyor değil. Ancak Hint Okyanusu’nun batı sahillerinde Portekiz’e karşı yürütülen deniz gücünün başarısızlığına rağmen, 16. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nin bölgedeki özellikle baharat ve de diğer ticari metalardan kaynaklanan gümrük gelirlerindeki artıştan bahsetmeye sıra geldiğinde (s. 287), bu önemli gelişmenin ‘sebebi’ üzerinde kıymet-i harbiyesi olacak bir duruş sergilenmiyor. Çünkü bu minvalde baharatın kaynağı Güneydoğu Asya topraklarındaki gelişmelere değinilmiyor. Peki nasıl oluyor da, Osmanlının bir türlü alt edemediği Portekiz deniz imparatorluğunun karargâhı konumundaki Malaka limanının ‘kontrolü altındaki!’ sulardan kalkan Açe gemileri Cidde limanlarına ve baharat kargosu oradan da Kahire’ye ulaşabiliyor du? Özbaran Açe faktörüne şöylesine bir değiniyor ancak bu siyasi, ekonomik ve de bunların olmazsa olmazı askeri gücün kaynağı noktasında tumturaklı bir yaklaşım maalesef yok (s. 288-290).

Eserin değişik yerlerinde vurgulanma ihtiyacı hissedilen ‘yardım olgusu’ hassaten üzerinde durulmayı bekliyor. Kaldı  ki, Portekizlilerin Hint Okyanusu’ndaki varlığına değinirken Özbaran’ın “Portekizliler kendileriyle barış içinde yaşamayı kabul edenlerle iyi geçinecek, egemenliklerini tanımayanlara karşı hoşgörüsüz davranacaklardı” (s. 104-5) cümlesi bir şeyi ortaya koyuyor. O da, Portekizlilere karşı Osmanlı’dan ‘yardım’ talep eden emirlik/sultanlıkların hangileri olduğunun anlaşılması gerekir. Bu talebin hangi şartlarda gündeme getirildiği, akabinde Portekizlilerle ‘iş tutulduğunun’ da dikkatlere sunulmasında fayda var. Örneğin, Batı Hindistan sahilinde, Sumatra Adası’nda, Malay Yarımadası’nda hangi emirliğin/sultanlığın Portekizlilere karşı meydan okuduğunu göz ardı edemeyiz. Yoksak bu emirlik ve sultanlıklar  zamana ve zemine göre ‘materyalist şehvetlerine’ binaen pragmatik davranıp Portekizlilerle işbirliğini yeğlemiş olmasınlar! Selman Reis’in lahiyasında vurguladığı üzere “elverişli şartlar oluşturulursa Hıristiyan rakiplerinin hakkından gelinebilirdi” (s. 296). Ancak, Süveyş ve Basra tersanelerindeki onca çaba, çeşitli kale şehirlerindeki binlerce Rumi, üstüne üstlük çok sayıdaki yerli Müslümanın varlığına rağmen, elverişli şartlar bir türlü oluşturulamamışsa ve Hıristiyan rakiplerinin, yani Portekizliler tepelenemediyse bunun ardında başka sebeplerin olduğu düşünülmelidir.

Öte yandan, 16. yüzyıl ortalarında ve üçüncü çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin güney eyaletlerindeki gümrük vergisi gelirlerine ve Hint Okyanusu’nun doğu yakasından akıp gelen kayda değer baharatın hangi coğrafya ve hangi gemiler vasıtasıyla Osmanlı limanlarına ulaştığından bahse sıra geldiğinde verdiği örnekler Açe’ye işaret ediyor. Öyle ki, 1570-80’li yıllarda Açe ‘den Cidde limanına ulaşan gemilerin sayısı -ki 1564 yılında Mısır’a gelen Açe’ye ait gemi sayısı 23’tür (s. 179) ve bu limana yaklaşık iki bin tonu aşkın baharatın (s. 180) girişi olmuştur vs.

Bu noktada şu ayrıntıya dikkat çekilmelidir. Osmanlı’nın doğu’ya açılmasında Süveyş Kanalı, Yemen bağlamında Arap Yarımadası, Habeş gibi Doğu Afrika, Basra gibi Fars Körfezi, Diu Seferi özelinde de Batı Hindistan girişimlerinin ele alındığı bu eserde Hindistan’ın ötesinde yer alan Malay dünyasına dair açılımlara birkaç atıftan öte bir anlam verilmediği görülüyor. Bu minvalde, Türkiye’de Osmanlı-Doğu ilişkilerinin yukarıda zikrettiğim çerçevede çizildiği, araştırmacıların bu boyutların ötesine, yani Hint Okyanusu’nun doğusuna, Malay dünyasına ulaşma konusunda maalesef kısır kaldıklarını vurgulamak gerekir. Bugüne değin birkaç akademisyenin yaptığı çalışmaların da Osmanlı-Açe-Malay Dünyası ilişkilerini bütün vecheleriyle içerdiğini söylemek mümkün değil. Ayrıca, 16. ve 17. yüzyıllarda Hint Okyanusu’nda sürdürülen büyük ölçekli ticaretin coğrafi konum, üretim ve aktarım olarak tam merkezi konumundaki Açe’nin, Osmanlı’nın Yemen, Kızıldeniz, Basra aralığındaki varlığı ile ilişkisi de henüz kurulmayı bekliyor. Bunu söylerken, amaç bu akademisyenlere ‘yüklenmek’ değil. Bu ilişkinin bugüne değin kurulamamış olması belki zaman sıkıntısından belki de, Malay dünyasındaki yerli ve yabancı unsurların ortaya koyduğu önemli çalışmaların ve de çalışma alanına henüz girmemiş konuların çoğulluğundan kaynaklanıyor olabilir!

Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki Varlığı: Gerçekler ve Mitler
Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’ndaki varlığını ele alan bir çalışmayı şu üç farklı bağlamda ele almak gerekir: 1)Bu coğrafyada Osmanlı’nın teritoryal genişlemesi ne anlama geliyor?; 2)Hint Okyanusu’nu çevreleyen ana kara parçası ve adalardaki Müslüman devletlerin Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin Osmanlı’nın bu su yolundaki varlığı üzerindeki etkisi nedir?; 3)Hıristiyan Avrupa gücü olan Portekiz’le ilişkileri hangi bağlamlarda sürmüştür?

Özbaran eserin Giriş Bölümü’nde Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu bağlamında Asya ülkeleri ve kısmen de Afrika ile olan akademik çalışmaları ve bu çalışmaları yürütmüş olan araştırmacılara atıf yaparak bir anlamda elde neler olup olmadığına dolaylı olarak ışık tutuyor (s. 19-23). Benzer husus ilerleyen sayfalarda da birkaç kez dile getiriliyor (s. 198, 199). Bu sayfaları okurken, dikkatimi çeken bir husus oldu. Zikredilen isimler arasında ne bir tek Açe’li veya Malay tarihçinin ne de hasseten Açe ve Malay coğrafyasına değinen bir isim yer alıyor. Oysa işin bir ölçüde dış politika ve popüler ilgi bağlamında düşünüldüğünde Açe-Malay Dünyası’nın çok daha ön plânda olduğu görülür. Açıkçası bu tastamam bir çelişki değil mi? Bu çelişkiyi bizzat Özbaran’dan alıntıyla ortaya koymak ta mümkün: “Osmanlıların Asya’daki komşularıyla olan ilişkilerini incelemek ve aynı zamanda önde gelen Asya imparatorlukları hakkında mukayeseli incelemeler yapmak tarihsel çalışmaların oldukça yeni dallarını oluşturmaktadır” (s. 22) cümlesi algı dünyamız, hislerimiz, yarattığımız veya devamına talip olduğumuz mitoloji(ler) ile tarihi gerçekler arasındaki farka dikkat çekiyor ve yukarıda zikrettiğimiz çelişkiyi tam açıklığıyla ortaya koyuyor. Gündem belirleme çabalarında ortaya konulan ve belki de kimi çevrelerin bile isteye ortaya koydukları ‘yüceltme’ (s. 38) olgusuyla akademik araştırmaları gölgede bıraktığı da gözlerden kaçmıyor. Kanaatimize göre bugüne kadar Hint Okyanusu ve ötelerine dair ortaya konan yaklaşımda bir tür ‘üstünlük kompleksi’ (superiority complex) söz konusu. Ancak ‘tek-yönlü’/’lineer’ bağlamda ortaya konan geçmişe dair bu algılamanın bugünü şekillendirmedeki etkisini göz ardı etmemek gerekir. Bu nedenledir ki, Özbaran, Osmanlı ile bölge imparatorluklarının karşılaştırılmalı çalışmalarının olmamasından yakınıyor (s. 119). Her ne kadar, Özbaran bu karşılaştırmada sınırlarını Hindistan ile belirlediği gibi bir izlenim bıraksa da, bunun Malay dünyasını kapsamasının zorunluluğuna kuşku yok.

Yukarıda zikrettiğimiz subjektifliği son derece yüksek lineer yaklaşım kimilerince haklı gerekçelere dayandırılıyor olabilir. Örneğin, Osmanlı Devleti’nin askeri başarıları vs. Öte yandan, uzak diyarlardaki diyelim ki, Açe ya da diğer Malay halklarının da Osmanlıya bakışlarında temelde ‘halifelik’ makamından kaynaklanan ve İstanbul’un fethi gibi askeri başarılarla desteklenen ‘yüceltmeler’ vaki olabilir. Bu noktada, tarihi gerçekliklere yaslanmayan, aksine giderek daha çok mitos yönelimli bir algılamanın hakim olduğunu düşünüyorum. Bu algılama nasıl değişir? Tabii gene o kimilerinin bu algıdan öteye bir çaba koyma gibi niyetleri olmadığı biliniyor. Ancak Özbaran’ın Portekiz bağlamında ortaya koyduğu tespit bir örneklik taşıyabilir. Portekizlilerin denizlere açılmaları ve akabinde bir yandan Amerika Kıtası’na öte yandan Hindistan sahillerine ulaşmalarının 500. Yıldönümleri vesilesiyle düzenlenen sempozyumlarda ‘çark edilen’ gerçeklik, artık bu yayılmacılığın öyle yakın geçmişe kadar ileri sürüldüğü üzere ‘pozitif’ bir etkileşim olmadığı ortaya konmuş (s. 93, 96). Bu minvalde, Osmanlı–Hint Okyanusu ilişkilerinde başat bir yer tutan Açe bağlamını anlamlandırmak için herhalde biz de, ilişkilerin 500. yılını yani 2064’ü beklememiz gerekecek!

Yukarıda dikkate sunmaya çalıştığım ‘mitos’un sebebi nedir? Ortada henüz Açe özelinde ve Güneydoğu Asya genelinde Türk-Malay ilişkilerini karşılaştırmalı olarak ele almış bir çalışmanın olmaması önemli bir faktör. Özbaran’ın ifadesiyle “Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlıların Hint dünyasıyla olan ilişkilerinin ayrıntılarına şimdi girmeye başlıyoruz” (s. 25). Bu noktada, İsmail Hakkı Göksoy’un eserini kimi bağlamlarda dışarda tuttuğumu belirtmek isterim. Kaldı ki, Özbaran’ın Göksoy’un çalışmasının kitap baskısını referans olarak vermemesi de ilginç! Batılı denizci güçlerin ardından Hint Okyanusu’na girmekte gecikmiş ve bu gecikmenin de bir ürünü olarak kalıcı olamamış bir Osmanlı tecrübesinden sonra, konunun uzmanlarından kabul edilebilecek bir kişi olan Özbaran’ın değinisiyle modern dönemde de Türk araştırmacısı ve akademyasının bölgeye dair ilgisini bir türlü geliştirememiştir. Bu görev, gene onun ifadesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın birkaç yıl önce gerçekleştirdiği kapsamlı seminer bu yönde sergilenen nadir çabalardan biri (s. 18). Bu semineri bir açılım olarak değerlendiren Özbaran’a katılmamak mümkün değil. Ancak bu bakış açısını Osmanlı ve Batılı kaynaklar ile sınırlandırmak her halükârda Hint Okyanusu’nu çevreleyen coğrafyalardaki İslam Devletleri’nin ortaya koydukları tecrübeyi ve bu tecrübenin bugüne ulaşmasını sağlayan çalışmaları göz ardı etmek akademik araştırma konseptiyle bağdaşmayacağını vurgulamak gerekir. Kaldı ki günümüzde multidisipliner eğilimlerin belirdiği akademi dünyasında antropoloji, arkeoloji, denizcilik teknolojisi, tarih, sosyoloji vb. alanlarda işbirliğine açık akademisyen ve araştırmacıların varlığına acilen ihtiyaç vardır. Bununla birlikte, Özbaran’ın, Hint Okyanusu ve coğrafyadaki ilişkiler gerçeğinin Osmanlı ve Batı’nın ‘öteki’ olarak yok saydığı vurgusu (s. 29) üzerinde durulmayı hak ediyor. Bu noktada yapılması gereken, iki coğrafya arasındaki ilişkileri Osmanlı imgesi üzerinden yüceltici bir konformizmden kurtularak, Hint Okyanusu dünyasında olan bitene o vecheden de bakabilecek objektif bir tarih bilincinin geliştirilmesidir.

O zaman akla, bugüne kadar Açe üzerinden geliştirilen söylemin pek o kadar da tumturaklı olmadığı gerçeğiyle yüzleşmemiz gerektiği geliyor. Araştırma derinliğinden uzak bazı verilerden hareketler kendi kendimize nasıl bir mit kurguladığımız; öte yandan, Açe ve Malay dünyasında bu kurgu üzerinden nasıl yaklaştığımız; ve o coğrafyadaki insanların tarih, sosyal gerçekliğinden uzak, onların bu konularda neler söylediğinden bihaber ne tür bir ilişki altyapısı tesis ettiğimiz eleştirilmesi gereken hususların başında geliyor.

Emperyal Osmanlı!
Kızıldeniz, Hint Okyanusu, Açe/Sumatra bağlamındaki bu kısa değiniden sonra dikkat çeken bazı kavramlar üzerinde durmakta fayda var. Eserde Osmanlı Devleti’nin bir ‘emperyal’ güç olarak zikredilmesi kavramsal kısırlığa işaret ediyor. Aslında Osmanlı Devleti’nin emperyal güç olmadığı genel kabul görmüş bir anlayış olmakla birlikte, Özbaran tarafından kullanılmasının bir gerekçesi olsa gerek. kaldı ki, bu kavramın dile getirildiği yerin, Osmanlı’nın toprak parçası üzerinde hakimiyet ihdas etme niyeti taşımadığı, doğu-batı arasındaki etkileşime konu olan önemli bir deniz ticaret ağının yapısını kökten değiştirecek bir girişime kayıtlanmadığı dikkate alındığında, ‘emperyal’ kavramının nereye oturduğu konusu üzerinde durmak gerekiyor. Ya da kolaycı bir yola başvurarak ‘alışkanlıkla’ kullanıldığı ileri sürülebilir.

Özbaran, Osmanlı’nın Hint Okyanusu’na düzenlediği deniz seferlerinin mahiyeti,  gücü ve de nihayetinde getirisi bağlamında Akdeniz’le karşılaştırarak “Akdeniz dünyasında oluşturdukları bahriye gücüne eşit bir denizcilik gösterisinde bulunamamış olsalar bile” (s. 252-3) diyerek bir gerçeğin altını dolaylı olarak çiziyor. Bununla birlikte, eserin başka yerlerinde Osmanlı’nın bu coğrafyadaki varlığını ‘emperyal’ sıfatıyla zikredecek kadar ileri götürmekle (s. 247) temelde bir çelişkiyi hem de çokça yapılan bir çelişkiyi ortaya koyuyor.

Tabii bu noktada Hint Okyanusu’nun sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini; gelişmelerin hangi ana arterlerde sürdürüldüğü, nerelerin çeperde kaldığını iyi görmek gerekir. Kızıldeniz, karadan bağlantısının varlığı nedeniyle Osmanlı yönetimince dikkatle izlenmiş ve burada Yıldırım Beyazıd devriden başlayarak donanma, insan kaynağı vb. bağlamlarda katkıları görülmüştür. 1517 zaferi ardından Memluk Devleti’nden miras kalan donanmanın geliştirilmesinin önemi gözlerden kaçırılamaz. Ancak bu gücün Hint Okyanusu’nda varlık gösterecek bir açık deniz veya okyanus şartlarına ne denli paralel gittiği tartışma götürür. Özbaran’ın vurguladığı üzere, Osmanlı’nın Kızıldeniz’deki gücü konusunda farklı bir yaklaşım sunmak mümkün. Üç önemli deniz seferinin başarısızlığının kanıtladığı gibi Kızıldeniz’deki Osmanlı donanma gücünün Hint Okyanusu eksenli bir gelişmeyi amaçlamaktan uzak, sadece ve de dini referansları görece güçlü, yani Hicaz bölgesinin Portekiz saldırılarından korunmasını amaçlayan bir girişimden ibaret olduğu ileri sürülebilir (s. 143). Dolayısıyla Kızıldeniz’deki donanmanın ne türden bir “karşı kuvvet” olduğu bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ya da, bölge kaynaklarını dikkate aldığımızda Açe gibi dönemin önemli bir deniz gücünün şu veya bu şekilde Portekiz ablukasını yararak ya doğrudan Cidde limanına ulaşması veya özellikle de Gücerat üzerinden ticraet metalarını Cidde’ye ulaştırması söz konusu olduğuna göre, Kızıldeniz’deki Osmanlı donanmasının olsa olsa Aden civarında varlık gösterebilecek teknik donanıma sahip olduğu düşünülebilir. Kızıldeniz donanmasını ilk ve son defa bölgede varlık gösterecek saldırı gücünü 1538’deki Diu Saldırı’nda ortaya konur. Özbaran’ın “Asya sularında görünen böylesine hacimli ilk Müslüman donanması” dediği deniz seferinin nasıl bir akibete düçâr olduğu -ki bu noktada Batı Hindistan’daki küçük site devletlerinin Hadım Süleyman Paşa’ya niçin bilerek destek vermeyi reddettikleri hatırlanmalıdır- (s. 210, 212, 214), Osmanlı merkez yapısının olmasa bile Kahire ve Kızıldeniz Donanması’nın başındaki kaptanların sahip oldukları maddi askeri güce karşılık politikalarındaki acizliğin örneği olarak da okunabilir.

Bu anlatı üzerinde biraz daha durmakta fayda var. Özbaran’ın “böylesine hacimli” diyerek tarif ettiği donanma gücüne karşılık, Hint Okyanusu’ndaki hiçbir Müslüman deniz gücünün sanki hiç varlık göstermediği şeklinde bir yorumu içinde barındırıyor (s. 192). Halbuki, Malaka gibi Portekiz deniz gücünün Hint Okyanusu’nda karargâhı konumundaki kalesine karşı Açe güçlerince defaatla düzenlenen deniz seferlerinin boyutlarını henüz bilmediğimiz ortaya çıkıyor.

Hint Okyanusu’ndaki gelişmeleri anlama ve anlamlandırma çabasında Avrupa/Akdeniz bağlantısı kadar, Açe’den hareketle Malay dünyasının da dikkate alınması gerekmektedir. Ancak bugüne kadar ağırlıklı olarak Avrupa merkezci yaklaşım ortaya konmuştur. Bu minvalde Portekiz ve Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki karşılaşmasının Akdeniz’le bağlantısı kurulması, sanki bu iki gücün Malay dünyasındaki gelişmelerden bağımsızcasına irdelenmesine yol açmaktadır ki, bu fotoğrafın yarısını karanlığa gömmek anlamına geliyor. Bu nedenle Malay dünyasının etkin gücü göz ardı edilmemelidir. Öyle ki, Malay dünyası daha söz konusu askeri karşılaşmalar öncesinde ve hatta bu askeri karşılaşmalara neden olacak şekilde sırasıyla Hindistan’ı, Arap Yarımadası’nı, Memluk’ü, Akdeniz’i besleyen başta baharat olmak üzere çeşitli kaynakları ile önemli bir coğrafyadır. Bu nedenledir ki, Portekiz deniz gücü Doğu Afrika’dan başladığı, Batı Hindistan’a kadar kale şehirleri inşa ederek yürüttüğü yayılmacı politikasında Malaka’nın alınamaması halinde bu politikanın rasyonel sonuçlarına ulaşılamayacağını fark etmiş ve 1511’de bu girişimi yerine getirmiştir. Tam da bu noktada, Malaka Boğazı’nın güneyinde Pasai-Açe üzerinde hakimiyet kurma çabasının sonuç vermemesi Açe’de kurulan bir siyasi yapının ortaya koyduğu ve büyük ölçüde Portekiz’in Güneydoğu Asya topraklarından çekilinceye kadar devam etmiş bir mücadeleye yol açmıştır. Portekiz varlığı karşısında Açe’nin ortaya koyduğu dini, siyasi, askeri ve ekonomik politikalar yapıcı olmuş ve Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu serüvenine çıkmasında başat rol oynamıştır.

Elli yılını Osmanlı’nın özellikle Kızıldeniz, Hint Okyanusu’nun ‘batı kesimindeki’gelişmelerine hasretmiş Özbaran’ın çalışmalarının önemine kuşku yok. Bu çalışmaların farklı bir formatta geniş okuyucu kitlesine ulaşmasını sağlayacak bu çalışmanın, yeni araştırmacılara yeni ufuklar açmasını temenni ediyorum.  

http://www.dunyabizim.com/Manset/13116/osmanli-icin-neden-onemliydi-hint-okyanusu.html