Tampilkan postingan dengan label Arakanlı Müslümanlar. Tampilkan semua postingan
Tampilkan postingan dengan label Arakanlı Müslümanlar. Tampilkan semua postingan

Rabu, 25 Mei 2016

Tekne Dramının 1. Yılı: Arakanlılar Nerede? / 1st Commemoration of Boat Crisis: Where are the Rohingyanese?

Mehmet Özay                                                                                                            25 Mayıs 2016
Geçen yıl Mayıs ayı ortalarında Bengal Körfezi ve Malaka Boğazı’nda yaşanan insanlık dramından bu yana bir yıl geçti. Binlerce Arakanlı Müslümanı taşıyan teknelerin önce Tayland ardından Malezya ve Endonezya sahil güvenlik yetkililerince ülke sınırlarına girmesine izin verilmemesiyle Arakanlılar konusu bir anda yeniden dünya kamuoyunun gündemi oturmuştu. Arakanlıların okyanusun ortasında yaşam savaşı vermelerinin doğurduğu dramın yanı sıra, Malezya ve Endonezya gibi Müslüman Malay dünyasının temsilcisi olduğu iddiasındaki iki ülkenin sergiledikleri tutum da bir başka drama tekabül ediyordu.
Öte yandan, Tayland’ın Patani bölgesindeki Müslümanlara yönelik tavrından hareketle, sınırlarına dayanan diğer Müslümanlara bu şekilde muamele etmesinin, temel insanlık duruşu açısından sorunlu olduğuna kuşku yok. Bu noktada, Arakanlıların kendi ülkeleri Myanmar’da vatandaşlık statüsünden başlayarak temel insan haklarından mahrum edilmeleri ve toplumsal linçle karşı karşıya kalmalarıyla, bu üç ülkenin yaklaşımları arasında genel itibarıyla nasıl bir fark olup olmadığı da sorgulanmayı hak ediyor.
Tekneler sürecinin durulmaya yüz tuttuğu bir anda 2015 yılı Haziran ayında bu sefer Malezya-Tayland sınırında, insan kaçakçılarının ağına takılan onlarca Arakanlı sığınmacının mezarları bulundu. Uzunca bir süredir dile getirdiğimiz ve bölgedeki insan kaçakçılarının faaliyetine doğrudan gönderme yapan bu gelişme bile, ilgili ülkeler ve ASEAN içerisinde hakkıyla ele alınıp, kalıcı bir şekilde çözümlenebilmesi umudu verecek istikrarlı bir şekilde ele alınmadı. Sadece birkaç görevli ve sivil suçlanıp konunun üzeri kapatılması çözüm olarak sunuldu. Vakıanın Tayland tarafında üst düzey bir subayın can güvenliğini ileri sürerek Avustralya’ya sığınması ve akabinde insan kaçakçılarıyla ilgili ifşasının da kapsamlı bir karşılığı olmadı.
Öte yandan, aradan geçen bir yıl sonrasında bu vakıayla ilgili akıllarda ne kaldı sorusuna cevabını, denize açılan Arakanlılara ne oldu sorusuyla birlikte cevap aramak gerekiyor. Aslında o günlerde muğlak kalan sorulara bir yıl içerisinde cevap bulunabildiğini söylemek zor. Örneğin, 4500 kişinin ‘karaya çıktığı’ ileri sürülüp, Birleşmiş Milletler 2000 kişinin açık denizde bulunduğunu söylese de, sığınmacıların gerçekte toplam kaç kişi oldukları, nereden ve hangi koşullarda denize açıldıkları, bu ‘mağdur’ insanları kimlerin ne şekilde teknelere bindirdiği ve kaç tekne ile okyanusa açıldıkları gibi verilere ulaşılamadı. Bu noktada, Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo, vicdan yaralayıcı ilk tepkilerin ardından deniz kuvvetlerine bağlı birkaç geminin uluslararası sularda bulunduğu belirtilen tekneleri arama çalışması yapması emrini verse de, bu girişimin nasıl gerçekleştirildiği ve nasıl bir sonuca ulaşıldığına bilgi mevcut değil. Yukarıda verilen sayılar dikkate alındığında bile, onlarca teknenin bu işte kullanıldığını göstermesi, son derece organize bir ‘müdahalenin’ varlığını gündeme getiriyor. Konuyla doğrudan ilintili ülkeler ve geneli itibarıyla ASEAN’ın bu işin üzerine giderek kesin bir çözüme ulaşması beklenirken, herkesin kaçamak davrandığına ve adeta hiçbir ülkenin sorumluluk almak gibi bir niyet taşımadığına tanık olundu. Bu durum, 2012 yılından itibaren Myanmar’da yaşananların birilerinin ekmeğine yağ sürdüğünü konusunda ciddi şüphelerin oluşmasına neden oldu ve aşağıda görüleceği üzere olmaya devam ediyor.
Yukarıda zikredilen üç ülke yetkilileri, ilk günlerde sergiledikleri çekingen duruş sonrasında, uluslararası kamuoyundan gelen tepkiler karşısındaki mahcubiyetlerini gidermeye yönelik olarak yaptıkları toplantı sonrasında, Arakanlı sığınmacıların ilgili ülkelerde ‘bir yıl boyunca  kalmalarına izin verilmesi’ kararı çıktı. Ancak bu karar, karaya çıkan Arakanlılar için günün getirdiği bir umut olarak karşılık bulurken, konunun ne ilgili ülkeler ne de bu ülkelerin üyesi oldukları ASEAN nezdinde kalıcı bir çözüme kavuşturulamayacağının bir örneği şeklinde tezahür etti.
Arakanlı sığınmacılarla ilgili en somut konu öyle gözüküyor ki, Açe Eyaleti’nin kuzey ve doğu sahillerinde karaya çıkmaları; önce bölge halkı ve yönetiminin ve ardında merkezi hükümet ve bazı uluslararası kuruluşların katkılarıyla kurulan üç kamp bir yıl boyunca ‘sessiz sakin’ bir yaşam sürmeleriydi.
Yukarıda Endonezyalı yetkililerin tepkisini söylerken burada Açe’de sahile çıkmaları arasında acaba bir çelişki var mı diye bir soru insanın aklına gelmiyor değil. Çünkü Arakanlıları taşıyan teknelerle Malaka Boğazı girişinde karşılaşan ve akabinde tekneleri karaya çeken Açeli balıkçılardı. Açeli balıkçıların verdiği ‘vicdani’ tepkiyle, Cakarta merkez hükümetinin ve onun Açe’deki temsilcisi konumundaki ordu yetkililerin verdiği ‘resmi’ tepki arasında önemli bir fark bulunuyordu. Açeli balıkçılar üzerinde bir baskı kurma şeklinde beliren bu tepkiye karşılık Açeliler, geçmişten bu yana geleneksel olarak uygulayageldikleri ‘deniz yasalarına’ atıfta bulunarak, denizde kim olursa olsun hayatı tehlikede olana yardım edilmesi ilkesini gündeme taşıyarak sadece merkez yönetime değil, başta Malezya ve Tayland makamları olmak üzere tüm dünyaya mesaj veriyordu. Aslında Açeliler bu tepkiyi ilk defa vermiyordu. 2008, 2009 ve 2013 yıllarında da Eyalet’i çevreleyen sulara vuran Arakanlıları taşıyan tekneleri gene karaya çekerek, onlar için yapılması olağan, ancak mevcut küresel şartlarda bir insanlık dersi olmaya aday bir eyleme dikkat çekiyorlardı.
Arakanlılar Kuzey ve Doğu Açe’de önce sosyal hizmetelere bağlı binalarda konuk edildi. Ardından bölgede kurulan üç kampta daha düzenli bir yaşamı teneffüs etmeye başladılar. Öyle ki, burada çeşitli kurumların katkılarıyla dini eğitim, bahçecilik, terzilik gibi bu insanları hayata bağlayacak ve bir anlamda psikolojik tedavi görevi görecek etkinliklerle günlerini geçirmeye başladılar. Ancak yıl sonuna doğru bu üç kampta yaşayan Arakanlıların sayısında azalma olduğu konusunda bilgiler gelmeye başlaması, yukarıda dile getirilen sorunların ne denli ‘derin’ olduğunu ortaya koyuyordu. Emniyet, ordu, sivil birimlerin, STK’ların var olduğu ve ‘güvenlik tedbirlerinin’ alındığı bu kamplardan dışarı çıkmanın normal şartlarda mümkün değil. Ancak kimi yetkililer ve kamptan bazı kişilerin yaptığı açıklamalarda, özellikle Malezya’da yakını olan Arakanlıların gönderilen paralar karşılığında kamplardan çıkartılıp, önce Medan şehrindeki limana oradan da gene kaçak yollarla Malezya’nın batı sahillerine ulaştığını ortaya koyuyor. Bu sürecin, örneğin bölgede yaşayan sıradan halk tarafından yapılmayacağı, aksine son derece organize bir yapının yeniden harekete geçirildiği sonuca ulaşmak mümkün.
Burada durup, Arakanlılar hedefinde niçin sürekli olarak Malezya’ya gitmek var sorusu gündeme getirilmeli. Görece gelişmiş ekonomisiyle Malezya hükümetinin bu insanlara kucak aç/a/madığı biliniyor. Ülkelerinde karşı karşıya kaldıkları durum bu insanları siyasi mülteci statüsünde ele alınmalarını gerektirirken, Malezya’nın BM’nin mülteciler konusundaki ilgili sözleşmelerine imza atmaması, doğal olarak Malezya hükümetinin bu konuda elini kolunu ‘bağlayan’ bir haklı gerekçe olarak gösteriliyor. Buna rağmen, Arakanlıların Malezya’yı hedef ülke seçmesi, neredeyse bu ülkenin gündelik sorunlarının başında gelen yabancı işçi talebi ve bu talebin nasıl karşılanacağı konusuyla doğrudan bağlantılı. En düşük ücretle, en ‘kirli’ işlerin yapılması yönündeki gizli/açık talep, resmi kanallardan işçi getirtilmesinin maliyetleri gibi ekonomik nedenler, yabancı işçi göçünü yasal olmayan yollardan yürütülmesine neden oluyor.
Arakanlı Müslümanların içinde bulunduğu durum ise, bu alanda her nev’inden ‘at oynatan çetelerin’ işine yarıyor. Kalkınmış ülke hedefine ulaşmasına dört yıl kalmış Malezya’nın, özellikle Malay Yarımadası’ndaki topraklarının ‘genişliği’ dikkate alındığında, her karışında ne olup bittiğini yakinen bilebilecek bir sivil, emniyet ve askeri gücü bulunuyor. Buna karşın, aynı ülkede resmi kayıtlara göre yaklaşık iki milyon, resmi olmayan rakamlara göre ise, bunun iki katı kadar kaçak göçmen/işçinin varlığı ise bir çelişki olmaktan öteye geçmiyor. Tam da bu noktada, kimileri çıkıp ‘Ne var bunda. Alan razı veren razı’ diyebilir. Ancak özellikle Malezya başta olmak üzere, Endonezya, Tayland gibi ülkelere geçen Arakanlıların, şayet temel insanlık kriterlerini baz alacaksak, karşı karşıya kaldıkları zorluk öyle sanıldığı gibi Myanmar’da maruz kaldıklarından pek fazla farklılık arz etmiyor.

Bu bağlamda, anavatanlarında merkezi hükümetin Arakanlıları resmi bir etnik yapı olarak tanımlamamasından kaynaklanan ve bu kitleyi hiçliğe terk eden yaklaşımıyla yukarıda kısmen tasvir edilen durum arasındaki benzerlik mevcut sorunun henüz daha anlaşılamadığını açıkça ortaya koyuyor.

Senin, 15 Juni 2015

Arakanlı Müslümanlar Bir Kez Daha Açe’de / Rohingyanese Muslims Again in Aceh

Mehmet Özay –Banda Açe                                                                                        15 Haziran 2015

 

Bir grup Arakanlı Müslümanın, 10 Mayıs ve sonrasında bir kez daha Açe sahillerinde karaya çıkmasıyla, haftalarca Bengal Körfezi-Hint Okyanusu-Malaka Boğazı rotasında onlarca teknede binlerce olduğu ifade edilen Arakanlıların varlığı bir kez daha uluslararası gündeme oturdu. Aslında bu, Arakanlı Müslümanların Açe topraklarına ilk çıkışı değildi. Daha Arakan sorunu 2012 yılı Haziran başlarında ve sonrasında gündeme gelmemişken, 2008 yılı Aralık, 2009 yılı Şubat ve de ardından 2013 yılı Temmuz ayında yüzlerce Arakanlı Müslüman o bildik tekneleriyle rüzgârın ve de dalgaların gücüyle soluğu Endonezya’nın Sumatra Adası’nın kuzeyinde Açe Eyaleti’nde almıştı. O günlerde bizzat tanık olduğumuz bu üç gelişmede insan kaçakçılığı olgusu gündeme taşınmıyordu. Kaldı ki, Cakarta’dan gelen yetkililerin bazı çalışmaları sonrası bu insanlar Açe’den çıkartılırken, akibetlerinin ne olduğunu bugüne kadar öğrenemedik.

 

Ancak bu sefer, yani Mayıs ayı içerisinde Arakanlıları taşıyan teknelerin Açeli balıkçılarca bir kez daha Kuzey Açe’de karaya çekilmesiyle, kafaları karıştırmaya yetecek veya konunun ne kadar komplike olduğunu açık seçik ortaya koyacak bazı hususlar da beraberinde gündeme geldi. Yapılması gereken, tüm unsurların birbirinden bağımsız ve ilintili olacak şekilde detaylı bir değerlendirmeye tabi tutulmasıydı. Ancak, tüm bu hususlar medyada kayda değer bir şekilde tartışılmadı. Aksine, bir kez daha, özellikle de ilgili devletleri temsil makamındaki yetkililerin manipulatif yaklaşımlarla Arakan sorununa palyatif çözüm bulma konusunda ne kadar da mahir olduklarına tanık olduk.

 

Mayıs ayında vuku bulan gelişmede, söz konusu binlerce Arakanlının yanı sıra, teknelerde Bangladeşli olduğu bilgisi, ilk defa gündeme geliyordu. Arakanlıların gerek Myanmar’ın batısında kendi ana yurtlarından, gerekse yasa dışı göçmen olarak bulundukları Bangladeş sahillerinden fırsatını bulduklarında denize açıldıkları biliniyor. Ancak bu sefer, teknelerde Bangladeş vatandaşlarının da olması, Arakan konusunu manipüle etmeye matuf bir çaba olarak okunmaya el verecek bir ihtimali içinde barındırıyor. Öte yandan, Bangladeşli gruptan birkaç kişiyle yapılan ve basına yansıyan röportajlardan anlaşıldığı kadarıyla, adına insan kaçakçıları denilen uluslararası şebeke öyle anlaşılıyor ki, işi iyice ilerleterek, ülkelerinde mağdur olan bazı Bangladeşlileri zorla ‘köle’ mesabesinde ‘iş piyasasına’ satma girişiminde bulunuyor.

 

Onlarca tekneyle haftalarca Bengal Körfezi-Hint Okyanusu’nun doğusu ve Malaka Boğazı’nda insanlık halinin en acı verici koşullarında yaşam mücadelesi veren Arakanlılar önce Tayland, ardından Malezya sınır güvenlik birimlerinin ‘ulusal güvenliklerini’ tehdit gerekçesiyle zorla okyanus sularına gönderildiler. Ardından, sanki el birliği etmişcesine bu iki ülkeye Endonezya da eklendi. Ancak bu insanlık dramına dur diyebilme gücünü gösteren birkaç Açeli balıkçı ile bu insanları kendi topraklarında barındırmayı sorumluluk addeden Açe halkı oldu. Açelilerin bu tavrında tüm dünyaya verilecek çok önemli mesajlar varken, aynı ülkenin merkezi hükümetini temsil makamındaki ordu yetkilileri, Açeli balıkçıları azarlayarak okyanusta ‘başı boş gezinen’ teknelerin karaya çıkartılmamasını açık bir dille gündeme getirdi. Bu noktada, durup, Açelilerin bu insanları tıpkı kimi ülkelerin yaptığı gibi, kaçak işçi statüsünde ülkede elden ele satmaya yönelik bir girişimleri mi söz konusu acaba diye sorası geliyor insanın.

Ancak ne daha önceki tecrübeler ne de bu son gelişmede Açelilerin -kimi çevrelerin baskılarına rağmen- pür insanî yaklaşımlarında bir milim değişme yok. Her gün, şehrin ana arterlerinde yardım toplayan öğrencilere, kendi araçlarıyla bölgeye yardımlarını ulaştıran sivil toplum kuruluşlarına rastlamak mümkün. Bu bağlamda, şu hususa özellikle dikkat çekmekte fayda var. Uzun bir tarihi birikimin ürünü olan ve adına ‘geleneksel yasalar’ denilen ilkeler bütününün ‘denizcilikle’ ilgili bölümünde Açeli balıkçılar, “denizin ortasında yardıma muhtaç her kim olursa olsun, dinine/ırkına bakılmaksızın yardım edilmesi”ni ahlâki bir sorumluluk addederek ve bunu bir kural haline getirerek uyguluyorlar. Bu duruş, geçmişte bölgenin kadim kültür ve medeniyetinin oluşumuna ev sahipliği yapmış Açe’nin inşa ettiği anlayışın bugüne yansıyan halinden başka bir şey değil. Bu anlayışı bu toprakları yöneten kişilerde de görmek mümkün. Bu bağlamda, tıpkı 2008 yılında dönemin Açe Valisi İrwandi Yusuf’un “Bu insanları konuk edebiliriz, Eyaleti’mizde kalabilirler” mesajını açıklıkla ortaya koyduğu gibi, bugün de aynı yaklaşımı Açe yönetiminden ve de özellikle sivil toplum ve halk kesimlerinden duymak mümkün. Herhalde bu yaklaşım da akademisyenler, sivil toplumcular ve de devlet kurumlarınca inceleme konusu olmayı hak ediyor.

 

Açeliler böylesi bir fedakârlığı gönüllü bir şekilde üstlenirken, gözler birden Tayland-Malezya ve Endonezya merkezi hükümetinin uluslararası kamuoyu önünde kelimenin en hafif ifadesiyle yaşadıkları ‘mahçubiyet’ karşısında çıkış yolu arama çabası gündeme geldi. Bu mahçubiyete sebep olan hususu, yani söz konusu üç ülke resmi makamlarının göçmenleri taşıyan tekneleri sahillerinden uzaklaştırmalarını, o günlerde sosyal medyaya düşen bir karikatürden daha iyi anlatan bir şey olamaz. Bu süreçte, Kuala Lumpur’da biraraya gelen ülke yetkilileri savunmacı bir refleksle harekete geçip, suçu önce adına ‘kaçak göçmen’ denilen kitlenin -ki burada Arakanlı Müslümanlar kastediliyor- ilgili ülkelerin toplumsal güvenliğine bir ‘tehdit’ addedildiğini gündeme getirdi. Aynı günlerde, önce Tayland’da ardından Malezya’da her iki ülke sınırlarına yakın bölgelerde bulunan toplu mezarlar ilgili ülkeleri şok etse de, buradan gene çıkış yolu bulup suçu insan kaçakçıları üzerine yıkma çabalarına tanık olundu.

 

Aslında tam da burada bu insan kaçakçılarının kimlerden oluştuğu sorgulanması gerekirken, bunun yerine bu grup bir ‘heyulaymışcasına’ tanımsızlığa terk edildi. Ancak mezarların bulunmasının akabinde başlatılan soruşturmalarda, her iki ülkenin sınır güvenliğinden sorumlu birimlerinin işin içinde yer aldıkları ortaya çıktı. Bu noktada, sadece Tayland ve Malezya’da değil, bölgenin diğer ülkelerinde de şu veya bu şekilde görülen insan trafiği/kaçakçılığı konusunda ilgili ülkelerin sınır görevlilerinin dahli olmadan bu insan ‘transferlerinin’ mümkün olmadığını anlamak için uzman olmaya gerek yok. Bu süreçte, yukarıda zikrettiğim karikatürün, herkesin tekme attığı Arakanlılara kucak açan tek toplumun Açeliler olduğunu ortaya koyan ikinci versiyonunun açıkça ortaya koyduğu üzere, Açe halkı üzerine düşeni yaparken, Açe Valiliği ve eyalette faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının ve de üniversitelerin bu konu üzerinde öncelikle merkezi hükümet, ardından da ASEAN nezdinde girişimlere el verecek icraatlara imza atmaları gerekiyor. Pek çok acılar yaşamış Açe halkının Arakanlı Müslümanlara hiçbir karşılık beklemeden naif yardımlarına devam ederken, Açe politik bilincinin ASEAN’da bir değişime imza atılmasında itici bir faktör olmaması için hiçbir neden yok.

 

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/332654/arakanli-muslumanlar-bir-kez-daha-acede


 

Kamis, 04 Juni 2015

Myanmar’da Suu Kyi Liderliği ve Arakan Sorunu / Leadership of Suu Kyi and Arakan Issue in Myanmar

Mehmet Özay                                                                                                                 3 Haziran 2015

20. yüzyılda kapılarını dış dünyaya kapamış olan rejimlerinden biri olan Myanmar’ın, uluslararası gündemde yer edişinde Suu Kyi’nin demokrasi mücadelesinin önemli bir yeri vardır. 1980’lerin ikinci yarısında baş gösteren siyasi reform çabaları bağlamında öğrenci hareketleri, sivil aktivistler ve kavun içi urbalarıyla Budist rahiplerin katılımına konu oldu. Siyasetle ilintisi ülkenin kurucu aktörü konumundaki babası Aung San’ın kızı olmasıyla sınırlı olan Suu Kyi, ölüm döşeğindeki annesinin son anlarında yanında olmak üzere döndüğü ülkesinde kendini birdenbire reform hareketinin öncüsü olarak buldu. Ülkede siyasi reformu hedefleyen ve geniş kitlelerce kabul edilebilir bir liderin çıkmasının gecikmesinin elbette bazı nedenleri vardı. Bunların başında da, Myanmar gibi ülkelerde siyasi liderlik olgusunun, bir tür ‘kozmik’ ilişkilerle bağının güçlülüğünde aramak gerekir. Bu tür ülkelerde siyasi yapılaşmalar ve aktivizme rağmen, öyle kolay kolay lider çıkmadığı veya çıkarılamadığı görülür. Bu nedenledir ki, ülkenin bağımsızlığından 1980’lerin sonlarına değin, askeri yönetimler veya sivil görünümlü baskı rejimleri altında yaşam süren Myanmar halkı muhalefet lideri üretememiştir.

Bu noktada, görev bir kez daha bağımsızlık öncesinin siyasi kültü ve karizmatik lider Aung San’ın ailesinden birine tevdi edildi. Suu Kyi’nin lideri olduğu ‘Ulusal Demokrasi Birliği’ (NLD) adı verilen siyasi hareket ordu marifetince yasaklanıp, lider kadrosu birer birer haspe mahkum olurken, Suu Kyi babasına gösterilen hürmete binaen kalın duvarlar yerine, ev hapsine maruz bırakıldı. Aradan geçen yirmi yılın ardından, 2010 yılı Kasım ayında yapılan genel seçimler, değişimin ayak sesi olması hasebiyle Myanmar’ı uluslararası gündeme taşıdı. Ancak, Suu Kyi ve de başında yer aldığı NLD, seçim sistemindeki usulsüzlükler başta olmak üzere çeşitli nedenlerle seçimleri protesto etmesi, genel seçimlerin meşruiyetine gölge düşürse de, kurulan hükümet ‘reform’ sözüyle Batılı ülkelerin cazibe merkezi haline geldi.

Bu noktada, neredeyse unutulmaya yüz tutmuş olan Arakanlı Müslümanlar sorunu, merkezi hükümetin, adına reform denilen sözde açıklık politikalarından bir türlü nasibini almadı. Aksine, bu mazlum kitle, 2012 yılı Haziran ayında, o güne kadar siyasilerin sergiledi vurdumduymazlığın ve de akabinde güvenlik güçlerinin desteğindeki etnik çoğunluğu oluşturan Burma Budistlerinin saldırılarına maruz kalmasıyla, Myanmar bir kez daha uluslararası arenada gündeme taşındı. Bu süreçte Batılı güçler, bir yandan Suu Kyi ve siyasi hareketinin önünü açma çabaları sergilerken, en azından niyet olarak da Arakanlı Müslümanların etnik kimliklerinin tanınması konusunda merkezi hükümet nezdinde girişimlerde bulundu.

Bununla birlikte, aradan geçen dört yılı aşkın süre zarfında Birleşmiş Milletler ve ASEAN gibi uluslararası birlikler ile ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin Myanmar’da olan biten karşısında gerekli tepkiyi vermekte geciktiklerini hatta, gelişmeleri geriden takip ettiğini rahatlıkla söylemek mümkün. Her ne kadar 2012 yılında Suu Kyi’ye ‘özgürlüğü’ bağışlansa da, Myanmar’ın sorununun Suu Kyi ve siyasi hareketiyle sınırlı olmadığı da ortaya çıkmış oldu. Ülkenin modern tarihi boyunca, sınır boylarını oluşturan coğrafyalardaki belli başlı etnik unsurların bağımsızlık ve otonom yönetim haklarını elde etme çabalarında sonuç alamadıkları gibi, adına ‘reform’ denilen süreçte, bu hareketlerin merkezi hükümetle ilişkilerinin de sağlıklı temeller üzerine oturmadığı görülüyor. Aralarında Arakanlı Müslümanların da yer aldığı etnik azınlıklar, tıpkı 1980’lerin sonlarında olduğu gibi ümitlerini Suu Kyi’nin lideri olduğu Demokrasi hareketine bağlamış durumdalar. Bununla birlikte, ne Arakan’da ne de silahlı çatışmaların yer yer devam ettiği veya kayda değer güvenlik sorunlarının ve toplumsal huzursuzluklara konu olan sınır boylarındaki eyaletlerdeki halklar Suu Kyi’den sorunlarına kayda değer bir ‘siyasi çözüm’ veya sonu çözüme ulaşacak kayda değer bir çabaya tanık olduklarını söylemek mümkün değil. Bu çerçevede, ‘yok olmaya yüz tutmuş’ ve her geçen gün ümitsizliğe düçâr bırakılan Arakan halkının ahvali hakkında dahi sözlü açıklama yapmaktan kaçınan Suu Kyi’nin, ülkenin geleceğinde bütünleştirici ve yapıcı bir rol oynayıp oynamayacağı da tartışma konusu. Bu noktada, bu yılın sonbaharında yapılması plânlanan seçimlere hazırlanan Suu Kyi’nin, Arakanlılar konusudaki duruşu, ülkenin siyasi ağırlık merkezini teşkil eden Burma etnik çoğunluğu liderlerini küstürmemek ve hatta onlardan biri olduğunu kanıtlamak istercesine bir vurdumduymazlık görünümü sergiliyor.

Bugün gelinen noktada, Arakanlı Müslümanlar 2012 yılı Haziran ayındaki kabustan kurtulamadıkları gibi, merkezi hükümetçe unutulmak bir yana, neredeyse  varlıklarına kastetmek istercesine ellerinden gelenin yapıldığı bir yaklaşımın kurbanı olmaya devam ediyorlar. Bu sürecin bir eseri olarak onbinlerce Müslüman, Arakan Eyaleti’nde barakalarda bir esir yaşamına maruz bırakılırken, barakalar dışındaki yüzbinler ise pek de farklı olmayan bir kaderi paylaşmaya devam ediyor. Siyasi tanınırlıktan evliliğe, ibadetten seyahat özgürlüğüne değin temel insani edimlerinden, siyasal ve toplumsal haklarından ari bırakılan bu topluluğun soluğu almak için göç ettiği Bangladeş başta olmak üzere, bölgedeki komşu ülkelerdeki halleri de içler acısı. Öyle ki bu durum, neredeyse son bir ay içerisinde hem Tayland’da hem de Malezya’da bulunan ve Arakanlılara ait olduğu konusunda güçlü şüplerin olduğu toplu mezar gerçeğiyle giderek çok daha net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Bu bağlamda, Arakanlı Müslümanlar sorunu, sadece Budist Burma etnik çoğunluğunun yönetimde olduğu Myanmar devletini bağlamakla kalmıyor. Aksine, bölgeyi ve giderek uluslararası camiayı şoke edecek şekilde aralarında Tayland, Malezya ve Endonezya gibi ASEAN’ın önemli ülkelerinin de şu veya bu şekilde sorumluluk taşıdığı bir tür soykırım olgusuna evrilmiş durumda.

Tüm bu kabus ortamında, ne 2011’den bu yana ülkeyi yöneten ve adına reform denilen sürecin idarecisi konumundaki Thein Sein iktidarından, ne de adına demokrasi denilen ilkeler bütünü için siyasi harekete soyunmuş Suu Kyi’den, Arakanlı Müslümanların sorununa kökten çözüm bulma yönünde bir çaba sadır oluyor. Ancak unutulmamalı ki, Arakanlı Müslümanların sorunu kalıcı bir şekilde çözüme kavuşurulmadıkça, sonbaharda yapılacak seçimlerin ardından Suu Kyi iktidarı ele geçirse bile, ülke genelinde sağlıklı bir barış ve istikrardan bahsetmek mümkün olmayacak.


Rabu, 27 Mei 2015

Malezya’da Zor Zamanlar ve Arakanlı Göçmenlerle İmtihanı / Hard Times in Malaysia and Trial with Arakanese Refugees

Mehmet Özay                                                                                                                  28 Mayıs 2015

Malezya, son yılların belki de en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor. Geçen yıl sonunda patlak veren ve bugüne kadar sadece muhalefet çevrelerinden değil, başta Dr. Mahathir Muhammed olmak üzere UMNO çevrelerinden de ağır eleştiriler almaya devam eden ‘Bir  Malezya Kalkınma Fonu’ndaki (1MDB) usulsüzlükler, ülkenin gurur kaynağı kurumlarından ‘Hac Vakfı’na (Tabung Haji) sıçramasıyla o güne kadar sessiz kalan bazı ‘İslamcı oluşumların da eleştiri çevrelerine eklemlenmesine neden oldu. Bu anlamda, Malezya’da yaşanan sıkıntılar, 5 Mayıs 2013 seçimleri sonrasında giderek artan bir ivme gösterdiğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu süreçte, siyasi, sivil ve ekonomik alanlarda baş gösteren krizlere uçak kazaları, ‘Sulu’ saldırısının ardından Sabah Eyaleti’nde süren insan kaçırma vak’alarının tekrar be tekrar ortaya çıkışı, yeni vergi reformunun geniş toplum kesimlerinde şaşkınlık yaratan çapraşıklığı, ardından Arakan Müslümanlarını taşıyan teknelerin Malezya karasularından geri çevrilmesi ve nihayet gene Arakanlılara ait olduğu ileri sürülen mezarların bulunması birbirine eklemlendi.

Seçimlerin ardından 1999 yılından bu yana bir şekilde devam eden ve liderliğini Enver İbrahim’in yaptığı reform hareketine ‘son noktayı’ koyma adına Enver İbrahim’i bir kez daha hapse göndermekle mevcut iktidar ‘rutin’ yönetim işini yürüteceğini düşünüyordu. Her ne kadar bu süreçte Enver İbrahim’e yoğun bir halk desteğinden bahsedilemezse de, Malezya halkının tastamam da tepkisiz kaldığını söylemek mümkün değil. Hiç kuşku yok ki, Enver İbrahim’in mahkeme süreci ve akabinde hapsedilmesi karşısında toplumsal tepkilerin dışa vurulmamış olmasının, adına ‘reform’ denilen sürecin bir türlü sonuçlandırılamaması ve bunun halk kitleleri üzerinde doğurduğu ‘ümitsizlik’ psikolojisiyle açıklamak mümkün. Öyle ki, Enver İbrahim’le hapse girmesinden kısa bir süre önce yaptığımız mülâkatta, kendisinin de vurguladığı üzere örneğin Endonezya ve Filipinler hemen hemen aynı dönemde başlayan reform sürecinde görece bir başarı elde etmelerine karşın, Malezya’da arzu edilen dönüşümün yolu bir türlü açılamadı.

Son bir aydır Malezya’yı sadece hükümet çevrelerinde değil, bir tür toplumsal çatışmaya dönüşmüş izlenimi veren Arakan Müslümanları sorunu oldu. Aslında Malezya hükümeti ve halkı Arakanlılara yabancı değil. Bu noktada, örneğin Mindanao’da -ki hâlâ Sabah Eyaleti’nde nüfusu yüz bini bulan ve adına Filipino denilen Mindanao’lu yaşıyor- ve Açe’de yaşanan çatışmalar/savaşlar nedeniyle bölgeye akın eden kitleler gibi, Myanmar’da on yıllarca yaşanan siyasi sorunlar tıpkı diğer Müslüman olmayan etnik azınlıklar kadar, belki de daha çok Arakanlı Müslümanların Malezya topraklarındaki varlığı biliniyor. Hemen bu noktada, Malezya’nın Birleşmiş Milletler’in (BM) temel insan hakları, göçmenler vb.alanlardaki sözleşmelerine imza atmamış olması, bu kitlelerin Malezya’daki statülerini de yakından ilgilendiriyor. BM sözleşmeleriyle bu ilintisizlik Malezya topraklarına akın eden pek çok azınlık kadar Arakanlı Müslümanları da bir tür sömürü çarkının içine itiyor. İşte bu nedenledir ki, geçen yıl, ABD tarafından insan trafiğindeki rolü nedeniyle Malezya’nın notu üç’e yani en kötü dereceye indirildi.

Aslında bunun ABD tarafından yapılıp yapılmamasının bir önemi yok. Burada dikkat çekilmesi gereken husus. Daha önce bir yerde dile getirdiğim üzere, Malezya makamlarının ‘görmedim-duymadım-bilmiyorum’ politikasını sürdürüp sürdürmemeye niyetli olup olmamasıyla ilintili. Bölgenin çeşitli etnik azınlıkları ‘Malezyalıların’ kaşına gözüne hayranlıklarından Malezya Yarımadası’na konuşlanmıyorlar elbette. Malezya’nın adına ekonomik kalkınmacılık denilen ve on yıllarca sürdürülen politikalarının bir sonucu olarak ABD’den Japonya’ya kadar onlarca ülkenin açtığı imalat sanayiinin ana üretim sektörlerinde yer almak ve de bireysel ekonomik ‘hürriyetlerini’ kazanmak istiyorlar. Tabii, bu kitlelerin tümümün okumuş yazmış, nitelikli elemanlar kategorisinde değerlendirmek de mümkün değil. Bu nedenledir ki, bu kitlelerin kayda değer bir bölümü yerel iş sektörlerinde ihtiyaç duyulan insan açığını karşılıyorlar. Zaten sorun da tam burada nüksediyor. Böylesine önemli bir iş gücü açığı olan bir ülkeye yönelik gönüllü göçler ve bu gönüllü göçleri kendi amaçları için kullanan adına ‘insan kaçakçıları’ denilerek muğlak bir varlık olarak sunulan grupların varlığı ortaya çıkıyor.

Son bir aydır, uluslararası baskının bir sonucu olarak Tayland ve Malezya’da yapılan çalışmalarda insan kaçakçılarının kimlerden oluştuğu konusu açık bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Her iki ülkede, göçmen ofislerinde ve diğer ilgili birimlerde çalışan yetkililerin dahli olmadan bu tür insan ‘transferlerinin’ mümkün olmadığını anlamak için uzman olmaya gerek yok. Malezya gibi görece küçük, bürokrasisi yerli yerinde bir ülkede insan mobilizasyonunun nasıl olup da milyonlarca kişinin kaçak olarak çalıştığı, barındığını, bu ülkeyi geçiş noktası olarak kullanıp soluğu Avustralya’da alma çabaları vb. konuları akıl ve hafsalanın alması mümkün değil. Kaldı ki, Malezya topraklarına göç akışının Arakanlılar ve Endonezyalılarla sınırlı olmadığını, bu topraklarda 1786 yılında başlayan İngiliz sömürgeciliğine parallel yürüyen ‘göçmen işçi’ ihtiyacının, başta Çin ve Hindistan olmak üzere bölge ülkelerinden nasıl karşılandığına dair tarihi verilere dayalı araştırmalara göz atan Malezyalı yetkililerin herhalde daha da yakından bilmesi gerekir. Çeşitli raporlar dikkate alındığında, Malezya’nın tam da ortasında yer aldığı insan trafiği konusu, sadece bölge ülkeleri toplumlarıyla da sınırlı değil. Nijerya’dan Etiyopya’ya Afrika ülkelerinden de bölgeye yönelik bir ‘akışın’ olduğu görülüyor.

Malezya topraklarında gündeme gelen insan trafiğini yürüten yerli ve yabancı ‘kadrolarının’ bir türlü ele geçirilemeyeşine rağmen, göçmen bürosu, polis gibi kurumların marifetiyle ele geçirilen ve ‘mazlum’ konumunda olan kitlelere yönelik politikalar da adalet standardını yakalanabildiğini söylemek mümkün değil. Bu süreçte, kendilerini ‘kaçıranlar’ elinde maruz kaldıkları acziyetin üstüne bir de kimi birimlerin bu insanların içinde bulundukları durumu istismar girişimleri kabul edilebilir değildir. Bu bağlamda, çeşitli konularda sesi yüksek çıkan resmi ve gayri resmi İslami kurum ve birimlerin bir tek söz etmemesi de hiçbir şekilde anlaşılabilir değildir. Şayet birileri çıkıp da ‘ekmek/su veriyoruz ya!’ türlü yaklaşımları da bir tür kandırmacadan ve manipülasyondan ibaret değil mi?

Tüm bu sorunlar karşısında uluslararası kurumların sözlü ve yazılı ‘uyarıları’ bir yana, bu gelişmeler karşısında kısa ve orta vadede ne türden olumlu gelişmeler olacağını  kestirmek güç. Çünkü ‘halim-salim’ halleriyle tanınan, ülkenin yönetim tabakasını oluşturan ‘Malayların’, sıradan vakalarda dahi negatif tepki vermeye eğilimli oldukları dikkate alındığında insan trafiği, mülteciler/göçmenler gibi uluslararası boyutlara sahip konularda kapsamlı ve sürdürülebilir çözüm bulmaları -en azından şimdilik- pek de mümkün gözükmüyor. Bu soruyu yakinen teşhir eden Dr. Mahathir Muhammed’in, söz konusu bu toplumsal atıllık psikolojisinin üstesinden gelmek amacıyla ‘Malaysia Boleh’ sloganını gündeme getirerek bir tür ‘motivasyon’ sağlama çabasının da bir sonuç verip vermediği üzerinde durup düşünmek gerekir.


Bu minvalde, Başbakan Necib bin Razak’ın ülkenin çeşitli iç meseleleri bağlamında giderek artan eleştirilere makul cevaplar vermesi kadar, Malezya’nın bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürütmesinin de verdiği çok ciddi bir bölgesel sorumluluğu olduğunu da olduğunu söylemek gerekir. 

Senin, 25 Mei 2015

Arakanlı Müslümanlar Sorununda ASEAN’ın Sorumluluğu / Responsibility of ASEAN In the Issue of Arakanese Muslims

Mehmet Özay                                                                                                                 25 Mayıs 2015

10 Mayıs ve sonrasında Endonezya’nın batısında Açe Eyaleti sularında bulanarak balıkçılarla karaya çekilen teknelerde bulunan ve şu anda sayıları aşağı yukarı bin yeidüz kişinin varlığı ile Arakan sorunu bir kez daha sorunu gündeme taşındı. Söz konusu teknelerin Açe sahillerine ulaşmadan önce Tayland ve Malezya sahillerinde yetkililerce geri çevrilmesi uluslararası şaşkınlık ve ardından öfkeye neden oldu. Uluslararası baskıya maruz kalan bu iki ülke ve benzer politika izleyeceğini açıklayan Endonezya, 20 Mayıs’ta Kuala Lumpur’da acil bir toplantı yapma kararı aldılar. Uluslararası çevreler konuyu gazete manşetlerine ve televizyon ekranlarına taşır, Malezya-Tayland ve Endonezya uluslararası kamuoyu önünde büyük bir mahçubiyetle sorundan nasıl sıyrılırızın hesabını yaparken, Açeliler topraklarına çıkan bu insanlara yardım elini çoktan uzatmıştı bile.

Bu bağlamda, Arakan Müslümanları sorununda insani yardım tartışılırken, 24 Mayıs’ta Malezya’nın Perlis Eyaleti sınırları içerisinde toplu mezarlar bulunduğu gündeme bomba gibi düştü. Söz konusu mezarlar otoritelerce 11-23 Mayıs tarihleri arasında yapılan çalışmalar sonrasında bulundu. Bu durum, Arakan sorununun sadece Myanmar devletine havale edilemeyecek kadar önem arz ettiğini bir kez daha güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Malezya otoritelerinin toplu mezarla ilgili çalışmaları sürerken, elbette öldürülenlerin tümünün Arakanlı Müslümanlar olduğunu ileri sürmek şimdilik mümkün değil. Ancak eldeki veriler ve bölgedeki yasadışı insan trafiği dikkate alındığında toplu mezardaki cesedlerin Arakanlı Müslümanlar olduğunu da düşünmek mümkün.

Arakan sorunu, zaten bir süredir büyük sorunlarla yüzleşen Malezya hükümeti üzerinde yeni bir baskı olarak kendini ortaya koyuyor. Hükümet ile Penang Eyaleti Hükümeti arasında yaşanan ‘Arakanlılara kapıları açma’ söz düellosu bunun en açık göstergelerinden biri. Öte yandan, Malezya sınırında bulunan toplu mezarlar, geçen yıl ABD’nin Malezya’nın bölgedeki insan kaçakçılığı raporuna dayanarak sergilediği olumsuz performans nedeniyle derecesini 3’e, yani en kötüye çekmesi Malezya hükümeti tarafından tepkiyle karşılanmış, ABD’ye serzenişlerde bulunulmuştu. Ancak aradan çok fazla süre geçmeden Malezya makamlarını zor durumda bırakan toplum mezarlar durumun vehametini gözler önüne seriyor. Bu gelişme üzerine, İç İşleri Bakanı Ahmed Zahidi Hamid yaptığı açıklamada, bunu bir şekilde itiraf ediyordu. Aslında Malezya makamlarının insan trafiği konusunda teori ve uygulamada ASEAN içerisindeki rol ve sorumlulukları, hiçbir şekilde ABD’ye yaslanmasını gerektirmeyecek denli açık ifadeler içeriyor. Örneğin, Amaç ve İlkeler Bölümü’nde yer alan 8. Madde bunu açıkça ortaya koymaktadır: “Her türlü tehdit, ulusaşırı suçlar ve sınır ötesi müdahalelere karşı kapsamlı güvenlik ilkesine uygun olarak karşılık verilmelidir.” Bu maddenin hayata geçirilemediğinin en açık göstergesi bugün Malezya’da beş milyon kaçak göçmenin bulunduğunun resmi makamlarca dillendirilmesi olmaktadır. Bu durumda, ne Endonezya ne Tayland ile sınır güvenliğinin tesisi, insan ve mal kaçakçılığıyla mücadelede güçlü adımlar atılabildiğini söylemek güç.

Malezya’da bunlar olurken, Endonezya’da büyük umutlarla devlet başkanlığına getirilen Joko Widodo’nun da ülkenin deniz sınırları ve çevresindeki insan dramına yaklaşımında gecikmesi dikkat çekti. Kuzey Açe’de merkezi hükümetin temsilcisi konumundaki ordu yetkililerinin Açeli balıkçıları sorgulayıcı üslubla soruna yaklaşmalarından haftalar sonra nihayet merkezi hükümetten bir ses geldi. Dün (24 Mayıs) Jokowi’nin deniz kuvvetlerinin halen bölge denizlerinde var oldukları tahmin edilen binlerce kişiyi ‘aktif’ olarak arama çalışmasına onay vermesindeki gecikme, bölge ülke yönetimlerinin böylesine önemli bir bölgesel krize yaklaşımlarındaki ‘geri kalmışlığı’ ortaya koyması açısından dikkat çekiciydi.

Arakanlı Müslümanları taşıyan teknelerin Tayland ve Malezya kıyılarından zorla geri çevrilmesinin akabinde uluslararası çevrelerin tepkileriyle 20 Mayıs Çarşamba günü Kuala Lumpur’da biraraya gelen Malezya ve Endonezya yetkilileri ‘zorunlu seçmeli’ olarak okyanus sularında gezinen teknelerin ulusal sınırlara ulaşması halinde yardım edeceklerini açıklamaları da, aslında bu iki ülke başta olmak üzere ASEAN ülkelerinin göçmenler/insan hakları vb. konulara nasıl yaklaştıklarını bir kez daha açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Malezya ve Endonezya makamları sınırlarına ulaşacak teknelere ‘kapılarını açacaklarını’ ifade ederken, Tayland bu konuda olumsuz yaklaşımını sürdürüyor. Kaldı ki, bugüne kadar ki icraatları dikkate alındığında, Malezya ve Endonezya’nın ‘kapılarını açma’ yaklaşımı da aslında sorunu manipüle etmenin dışında bir anlam ifade etmiyor.

Tabii bölgede bunlar olurken, Türkiye’nin giderek yakından ilgilenirmiş görüntüsü sergileyen yaklaşımı bağlamında bir kısım basında bir kez daha manipülatif çerçevenin dışına çıkılamadığını gösteren yayınlar dikkat çekiyordu. Öyle ki, Arakan meselesini hâlâ anlayamamış olan bu çevreler ve yazarlar, Kuala Lumpur’daki toplantı sonunda açıklanan kararın ardından “Oh kurtuldular” yaygarası çekerek bunu kanıtlamış oldular. Ortada ‘kurtulma’ gibi bir durum yok. Daha bölgenin coğrafi tanımlamasında ve Arakanlı Müslümanların durumunu tanımlada kullanılan ifadelerde dahi cahillik sergileyenlerin Myanmar neresi, Arakan halkı kimdir, neye tekabül eder, niçin yurtlarından sürülürler, bugün niçin ‘oknayusda’ can derdindeler gibisinden pek çok soruya cevap vermeleri mümkün değil. Bir de bu gazeteci tayfalarının bir hareket, bir ideal uğruna çalışıyorlarmış gibi bir görünüm arz etmeleri işin daha da tuhaflaşmasına neden oluyor. Yanlışları düzeltelim. Arakanlı Müslümanları taşıyan tekneler Güney Asya değil, Güneydoğu Asya sularındadırlar. Her ne kadar, söz konusu teknelerin Bangladeş’den çıktıkları dikkate alınsa da, teknelerin yol aldığı/hedef seçtiği güzergâh Güneydoğu Asya sularıdır. Arakanlı Müslümanlar ‘göçmen’ değildir. Siyasi mülteci statüsündedir. Ne var ki, Malezya-Endonezya bu statüyü ele alan Birleşmiş Milletler sözleşmelerine imza atmadıklarından bu kitlenin söz konusu bu ülkelerdeki varlıkları da ‘tanımlanamazlık’ içermektedir. Bu bağlamda, ana vatanlarında, yani Myanmar’da merkezi hükümetin Arakanlıları resmen bir etnik yapı olarak tanımlamamasından kaynaklanan ve bu insanları hiçliğe terk eden yaklaşımı, uluslararası çevrelerin bu insanları ‘göçmen’ olarak adlandırmaları da sorunun daha anlaşılamadığını açıkça ortaya koyuyor.

Peki bu sorunu kim, nasıl çözecek?
Arakan Müslümanlarının ahvaline dair bu en gelişmenin daha ortaya çıkmasından çok önce, bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürüten Malezya’nın ASEAN nezdinde ciddi girişimler de bulunması gerekirdi. Çünkü, dönem başkanlığına hazırlanan Malezya, 2014 yılı ortalarından itibaren Başbakan Necib Bin Razak’ın demeçlerinde görüldüğü üzere “İnsan merkezli ASEAN” olgusunu işliyordu. Kaldı ki, bu yaklaşım sadece Sayın Başbakan’ın ‘keşfettiği’ bir gündem maddesi değil. Aksine ASEAN Sözleşmesi’nin Amaç ve İlkeler Bölümü’nün 13. Maddesi’nde açıkça ifade edilen bir ilkedir. Ancak Mayıs başında bölge ülkeleri sınırlarından geri çevrilen Arakanlı Müslümanlar sorununu çözme konusunda en önemli iradeyi koyması beklenen Malezya makamları, Myanmar yönetimini acil toplantıya bile çağıramamıştır. Aradan haftalar geçtikten sonra ancak Mayıs sonu veya Haziran başında bir toplantı yapılacağı duyuruldu. Bu toplantının nasıl bir içerikle nasıl bir sonuç doğuracağını hep birlikte göreceğiz.

Arakanlı Müslümanlar sorununun çözümü ne Myanmar’ın ne de dönem dönem bu insanlara kapılarını açtığı varsayılan Malezya ve Endonezya tarafından çözülebilecek bir sorun değildir. Bu işin özünde referans mutlaka ASEAN Sözleşmesi olmalıdır. Temelde ASEAN sözleşmesindeki örneğin, “Demokrasinin güçlendirilmesi, iyi yönetim ve hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi” (1. Bölüm-Amaç ve İlkeler/7. Madde)
maddesinin mevcut sorunlarla baş etmeye yeter olduğu görülür. Ancak burada siyasi irade sergileyecek bir yapılaşmanın olmaması ve aşağı yukarıd bölgedeki tüm ülkelerin benzer sorunlara sahip olmaları tabiri caizse kimsenin elini taşın altına koymasına olanak tanımıyor. Bir başka ifadeyle, mevcut rejimler bağlamında, ortada gizli bir korku halinin olduğunu söylemek mümkün.

ASEAN Sözleşmesi’nin 2. Maddesi’nin ‘e’ ve ‘f’ fıkralarında yer alan ‘üye ülkelerin diğerlerinin iç işlerine karışmama’ vb. ifadesi kadar genel anlamda insan hak ve özgürlükleri noktasında bölge ülkeleri yönetimlerinin kısır politikaları bulunmaktadır. Malezya ve Endonezya’dan başlayarak vatanlarından edilmiş insanlara karşı geliştirilemeyen insane yaklaşımda ortaya çıkan skandalların ardından bir kez daha Arakan sorununu yeni keşfediyormuş intibaı verecek haberler yerine, 2008 (Aralık), 2009 (Şubat), 2013 (Temmuz) aylarında Açe sularında karaya çıkarak bölge halkının yardımlarıyla bir anlamda yaşam bulan Arakanlı Müslümanların akibetinin ne olduğunu Cakarta yönetimi açık ve net bir şekilde ortaya koymalıdır. Bu insanlar hâlâ kamplarda mı tutulmaktadır? Myanmar’a geri mi gönderilmiştir? Yoksa ülkenin değişik bölgelerinde pek de ne oldukları bugüne kadar açıklanamamış ve adına ‘insan kaçakçıları’ denilen unsurların kurbanı olarak köle mesabesinde çalıştırılmakta mıdırlar? 2008 yılında dönemin Açe Valisi İrwandi Yusuf’un gündeme getirdiği, ‘Bu insanları Açe’de barındırabiliriz’ yaklaşımı ne merkezi hükümet ne de uluslararası çevreler tarafından dikkate alındığına dair bir ibare ortada gözükmektedir.


Bugün yapılması gereken, ASEAN bünyesindeki başta insane hakları bağlamında çalışmalar yürütenler olmak üzere tüm sivil oluşumların biraraya gelerek ülke yönetimleri üzerinde gerek tekil ülke anayasalarında gerekse ASEAN Sözleşmesi’nde gerekli değişiklikleri yerine getrime amaçlı bir baskı oluşturmasıdır. Bu noktada, bölgede yeterli insane kaynağı ve bilgi birikimi olduğuna kuşku yok. Bir an evvel, bu yönde girişimlerin yapılarak söz konusu bu gücün aktif hale getirilmesinde fayda var. 

Selasa, 19 Mei 2015

Güneydoğu Asya’da İnsanlık İflas Mı Ediyor?

Mehmet Özay                                                                                                                 19 Mayıs 2015

Aralarında sözde İslam ülkeleri sıfatıyla da anılanların da bulunduğu Güneydoğu Asya ülkeleri başta olmak üzere, tüm dünya Arakan sorunuyla bir kez daha karşı karşıya. Bu noktada, Güneydoğu Asya’nın “Kaybolmaya yüz tutmuş” halkı Arakanlılar bir kez daha okyanusda ve bir kez daha Açe sahillerinde. BM ve IOM gibi uluslararası kuruluşların tespitlerine göre teknelerle denize açılan Arakanlıların sayısının toplam sekiz bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Son bir haftadır yaşananların ardından binlerce Arakanlı hala okyanusda yaşam mücadelesi verirken, doğu ve kuzey Açe sahillerine çıkabilen yaklaşık bin iki yüz Arakanlı Açelilerin ‘misafiri’ olmaya devam ediyor. Bu teknelerden bir bölümünün Açe’ye ulaşması öncesinde, Tayland-Malezya ve Endonezya resmi makamlarının güvenlik/egemenlik/insan kaçakçılarına ders verme vb. bağlamdaki söylemleriyle “teknelerin sahillerine yanaşmalarına izin vermemeleri/vermeyecekleri yönündeki açıklamaları” akıllara durgunluk verecek nitelikte.

Aralarında Malezya ve Endonezya gibi halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan ve devlet yönetimlerini elinde tutan siyasi oluşumların da bu çoğunluk kitlenin temsilcisi ve sözde İslam toplumlarını temsil ettiği var sayılan İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye olmaları ile adına D-8 denilen yapı içinde yer almaları gibi özellikler bu noktada hiçbir anlam ifade etmiyor. “Budist bir yönetim, cunta rejimi hakim vs. savlarıyla Tayland’ı biliyoruz” diyenlerin ise, Malezya ve Endonezya siyasi yönetimlerinin Arakanlılarla ilgili duruşlarını anlamlandırabilmeleri mümkün değil.

Öte yandan, Arakanlı Müslümanlar konusunda bölgede ve küresel medyanın bir bölümünde iki bağlamda ele alınmaya devam ediyor. İlki, Malezya-Tayland ve Endonezya’nın binlerce Arakanlıyı sınırlarına kabul etmemesi; ikincisi ise Açeli balıkçıların kendi inisiyatifleriyle bir grup Arakanlının karaya çıkmasına yardımcı olmaları. Arakanlıların konu olduğu ve bir kez daha tanık olunan insanlık dramında nasıl bir politika izleneceği noktasında ilgili ülke hükümetleri ve de kamuoylarında çelişkiler giderek artıyor.

Bu çelişkilerin başında hiç kuşku yok ki, Arakanlıları sınırlarında istemediğini fiili ve de yetkililerin beyanatından gündeme getiren Endonezya Cumhuriyeti merkezi yönetimi ile ülkenin ‘özerk’ eyaletlerinden biri olan Açe’de balıkçıların, yerel yönetim çevreleri ve de halkın Arakanlılara yönelik yaklaşımdaki farklılık dikkat çekiyor. Bu noktada merkez ile çevrenin ‘insan hakları’ algısında büyük fark ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Merkezi temsil makamında olan Endonezya Ordusu Sözcüleri yaptıkları açıklamalarda “ordunun ülkenin deniz sınırlarını korumakla olduğunu” ve bu noktada emir tonunda “Açeli balıkçılar sınır bölgelerinde herhangi bir kişi veya gruba yardım edemezler” açıklaması akıllara durgunluk verecek nitelikteydi. Daha da vahimi, bu açıklamalara şu ana kadar ne devlet başkanı Joko Widodo’dan ne de 2012 Haziran’ında Myanmar’ın Rakhine Eyaleti’nde Arakanlılara yönelik şiddet olaylarının ardından ardından birtakım uluslararası delegasyonların Myanmar hükümeti nezdindeki girişimlerinde ‘kilit’ rol oynayan ve bugün devlet başkan yardımcısı konumundaki Yusuf Kalla’dan çıt yok.

Burada meseleyi anlaşılır kılacak şekilde kısa bir açıklama yapalım. Açe’de toplumsal yaşamın  neredeyse tüm alanlarında olduğu gibi balıkçıların da tabi oldukları geleneksel değerler var. Buna göre, “denizde yardıma ihtiyacı olan her kim olursa yardım edilmesi” ilkesini hayata geçiren Açeli balıkçılarla, merkezi yönetimin ve de onun temsilcilerinin ‘insana bakışı’ arasında büyük fark olduğunu gösteriyor. Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda var ki, bugünlerde yaşananlar, Açelilerin Arakanlılara yönelik ilk ‘empatisi’ ve de ‘yardımı’ değil. Arakanlıları taşıyan tekneler Açe sahillerine yakın geçmişte, 2008 Aralık ve 2009 Şubat aylarında Weh Adası Sabang limanı ile Kuzey Açe’de İdi Rayeuk’a çıkmış ve Açeliler bu mazlum insanlardan ilgi ve alâkalarını o zaman da esirgememişlerdi. Açeliler tarihi sorumluluklarını nasıl dün yerine getirdilerse, bugün de aynı şekilde insan onur ve haysiyetine değer verdiklerini tüm dünyaya açıkça gösteriyorlar.

Malezya-Tayland ve Endonezya hükümetlerinin Andaman Denizi, Hint Okyanusu ve Malaka Boğazı’nda teknelerle sığınabilecekleri ‘emin’ bir bölge arayan ve sayılarının sekiz bin civarında olduğu ileri sürülen Arakanlı Müslümanlara reva gördükleri yaklaşım hiçbir şekilde kabul edilemez. Söz konusu ülke yetkililerinin güvenlik/insan kaçakçıları gibi sözde nedenleri ileri sürmelerinin de hiçbir mantıklı yönü bulunmuyor. 2012’den bu yana kaleme aldığımız yazılarda ileri sürdüğümüz üzere, Arakanlı Müslümanların insan tacirlerinin/kaçakçılarının eline düşmesinin an meselesi olduğuna değinmiş ve zaman zaman bu yöndeki gelişmelere dikkat çekmiştik.

Çok daha daha geçen Nisan ayı sonlarında Malezya’nın önde gelen gazetelerinden ‘The Malay Mail’, Tayland-Malezya sınırında Kedah Eyaleti’ndeki gözetleme kuleleri ve hattının nasıl “içler acısı” bir durumda olduğunu kamuoyuyla paylaşmıştı. Ve daha birkaç gün önce Tayland makamları ülkenin güneyinde Malezya sınırına komşu Satun Eyaleti’nde insan tacirleri/kaçakçıları olduğunu belirtikleri ve aralarında üst düzey yetkililerin de olduğu otuz memuru tutukladıkları haberi gündeme gelmişti. Başta Malezya ve Endonezya olmak üzere bölge ülke yönetimleri, insan kaçakçılarıyla “nasıl mücadele edeceklerini” aslında çok iyi biliyorlar... 

Bununla birlikte, insan iş gücü piyasasının oldukça rekabetçi olduğu bir ortamda bu ülkelerin şu veya bu kurumdaki yetkililerin konumlarının da yakinen irdelenmesi gerekir. Dr. Mahathir Muhammed’in “Arakan Müslümanları sorununu Malezya’nın tek başına çözemeyeceği” yönündeki açıklaması elbetteki doğru. Zaten kimse de Malezya’dan böyle bir ‘mucize’ beklemiyor. Sorunun temelinde Myanmar yönetiminin Arakanlı Müslüman grubu etnik bir yapı olarak görmemesi vb. siyasi problem olduğu vaki. Ancak burada Malezya-Endonezya’nın 1)ASEAN’ın iki önemli ülkesi olması; 2)çoğunluğu teşkil eden Müslüman halk başta olmak üzere halkların kahir ekseriyetinin mazlum Arakanlılara yardım edilmesi yönündeki düşüncesi; 3)Birleşmiş Milletler tarafından kaleme alınmış en önemli insan hakları/mülteciler vb. sözleşmelere henüz imza atmadıkları gibi hususiyetler dikkate alındığında önemli bir sorumluluk taşıdıkları görülür. Ve bu sorumluluktan da kaçmaları mümkün değildir.  

Bu çerçevede, öncelikle, ASEAN Sözleşmesi’ndeki doğrudan insan haklarını mevzuları da kapsayacak sorunlar karşısında “iç işlerine karışmama” ilkesini öne sürerek, her kim ve ne gerekçeyle yapılırsa yapılsın zulümlere ortak olunmasının artık önü alınmalıdır. Paranın, metaın serbestçe dolaşıma açık olduğu; bu anlamda ticari rekabeti engellemeye, yatırımı kösteklemeye yönelik politikalara nasıl müdahale edilebiliyorsa, 21. yüzyılda çok temel haklar dolayımındaki zulümlere de hiç bir ülkenin ve halkın göz yumması mümkün değildir. Kaldı ki, bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürüten Malezya’nın başbakanı Necib bin Razak geçen yılın ortalarından itibaren “İnsan merkezli ASEAN” söylemini dillendirmesine rağmen, popülizmin ötesine geçerek, dişe dokunur bir adım atılamamış olması, bırakın öteki ülkeleri Malezya siyasi çevreleri ve kamuoyunda dahi büyük eleştiri konusu olmaktadır. Bu noktada, yarın Kuala Lumpur’da Malezya-Endonezya ve Tayland yetkililerinin katılımıyla yapılacak toplantının nasıl bir sonuç verip vermeyeceğine hep birlikte tanık olacağız. 

Arakanlı Müslümanlar Myanmar hükümetince etkin bir grup olarak tanıncaya, vatandaşlık haklarını alıncaya ve Eyaletleri’nde huzur içinde yaşayıncaya kadar veya Myanmar’da yaşayan Arakanlı Müslümanlar tümüyle katledilinceye, uzak yakın komşu ülkelere göç ettirilinceye veya nesli tükeninceye dek bu sürecin biteceği yok. 

Sabtu, 16 Mei 2015

Arakan Müslümanları Sorunuyla Yüzleşebilmek / Confrontation With the Problem of Arakanese Muslim

Mehmet Özay                                                                                                                 18 Mayıs 2015

Son günlerdeki gelişmeler ışığında dikkate alındığında, Arakan Müslümanlarıyla ilgili sorunun henüz anlaşılabildiğini söylemek güç. Tekrar babında ifade etmek gerekirse, 2012 yılı Mayıs sonu ve Haziran başında nükseden hadisenin küresel medya tarafından gündeme taşınmasıyla, sanki Arakanlı Müslümanlar ilk defa Myanmar devletinin ve de Budist Burma etnik toplumunun zulmüne maruz kalıyormuş izlenimi uyandırıldı. Temelde bu yanlışa başta bölge ülkeleri yönetimleri olmak üzere, Doğusundan Batısına neredeyse ilgili tüm devletler ve de bu sahada rol almak isteyen hemen hemen tüm STK’larca düşüldüğüne tanık olundu. Ardından yapılan ikinci önemli hata, Arakanlıları, Arakan coğrafyasını ve tarihini, Arakan mücadelesini ve de elbette adına düne kadar ‘Burma’, bugün ise Myanmar denilen ülkenin neye tekabül ettiğini anlama çabasının sergilen(e)memiş olmasıdır. Burada açıkça ifade etmek gerekir ki, Arakan Müslümanları sorunu ‘insani yardım’a indirgenebilecek bir sorun değil. Bu noktada, her kim ki Arakanlı Müslümanların sorununu ‘insani yardım’ bağlamına indirgiyorsa, Myanmar devleti yönetimiyle ister istemez aynı safta ve aynı konumda yer alıyor demektir. Buna ilâve olarak, Arakan sorunu salt Myanmar’ın iç meselesi değil, aksine bölgesel ve küresel bağlamıyla büyük bir sorunun parçası niteliğindedir. Bu, dün de böyleydi, bugünde... Bu anlaşılmadan, soruna çözüm bulmakda mümkün gözükmüyor.

İlk etapta anlaşılması gereken husus, adına Arakanlı Müslümanlar denilen kitlenin yüzyıllar öncesinde atalarının kurduğu topraklarda Myanmar devleti içerisinde özerk bir eyalet olarak, özgürce ve insanlık onur ve haysiyetine yakışır bir şekilde yaşam sürme taleplerine kulak verilmesi ve bağlamda tüm imkânların seferber edilmesidir. İkinci adımda, sömürge öncesi ve sonrasında bölgede neler yaşandığına dair bir anlama çabasının sergilenmesidir. Tarihsel olarak Arakanlı Müslümanların üzerinde yaşam sürdükleri toprakların, Myanmar’ın batısında Bengal Körfezi’ne açılan uzun sahil şeridi boyunca uzanan bir coğrafya olduğu görülür. Zaten tarihde Arakan Sultanlığı adı verilen siyasi yapının sahip olduğu ticaret limanları ve de deniz yolları sayesinde bölge ile ilişkilerinin geliştirilmiş olması da bundan kaynaklanır.

Sömürge sonrasında Burma, İngilizlerden bağımsızlığını elde ederken, dönemin ulusal lideri Aung San’ın en yakın ‘silah’ arkadaşlarıyla birlikte katledilmesi ülkenin geleceği kadar Arakanlı Müslümanların geleceğinde de belirleyici olmuştur. Demokratik-federatif bir devlet yapılanmasının öncellendiği bağımsızlık aşamasında yaşanan bu gelişme sonrasında, devlet yönetiminin Burma azınlığının egemenliğine geçmesi bir anlamda tarihi hesaplaşmayı da gündeme taşıdı. Böylece, sömürge döneminde İngilizlerin diğer bazı gruplar gibi Arakanlılarla   işbirliği yapması bir tür ‘intikam’ duygularının hakim olmasına neden oldu. Bu noktada, merkezi hükümetin adına ulus-devlet denilen yapılaşmayı ülkenin dört bir yanındaki etnik unsurlara yönelik ‘temel haklar’ bağlamında almak yerine, teritoryal egemenliği Burma azınlığının güdümünde sağlama gibi kısır bir yaklaşımı benimsemesinden Arakanlılar da nasibini aldı. Tabii Arakanlıların bugün maruz kaldıkları baskı ve zulümler yukarıda zikredilen nedenlerle sınırlı değil.

Sahil şeridinin Myanmar’ın ‘Burma’ etnik yapısının yaşam sürdüğü iç bölgelerle dağ silsilesi ile ayrılmış olması tarihsel-kültürel olarak Arakanlılar ile Burmalılar arasındaki engeli teşkil eder. Bu aynı özellik, modern dönemde Myanmar devletinin Hint Okyanusu ile bağlantısını sağlama potansiyeli nedeniyle de dikkat çeker. Ancak 1948 yılındaki bağımsızlıktan bu yana ulus-devlet oluşumunu tamamlayamamış ve süreçli iç savaşlar ve darbelerle Burma azınlığının güdümünde bir yönetime sahip olmasıyla, bu imkânın son döneme kadar ortaya çıktığını söylemek güç. Bununla birlikte, birtakım bölgesel güçlerin de teşvikiyle, günümüzde Arakan topraklarının jeo-stratejik ve yer altı kaynaklarının giderek daha kayda değer bir şekilde gündeme taşınmasıyla öneminin katlanarak arttığına tanık olunuyor. Hiç kuşku yok ki, Arakan coğrafyasının bu dikkat çekici özelliği, Arakan Müslümanlarının vatandaşlık haklarından, temel devlet kurumlarının varlığına ve  ekonomik kalkınmasına kadar çeşitli süreçlerden mahrum bırakılmalarının nedeni olarak da ortaya çıkmaktadır.

Erken dönemlerden itibaren bir yandan misyoner gruplarının ve de bu yapının arkasında kimi devletlerin ‘ilgilerine’ konu olan Karin, Kachin, Chin, Mon, etnik yapılarıyla karşılaştırıldığında Arakanlı Müslümanlar modern dönemde çok daha geri bırakılmış etnik yapıyı oluşturur. Zikredilen bu yapılar silahlı mücadeleden, bölgelerinde yetişen çeşitli ürünleri komşu ülkelerle ticarete varan çeşitli bağlamlarıyla varlıklarını sürdürürken, merkezi hükümetin aparatları ve Budist halkın araçsallaştırılmasıyla baskı ve zulümlere maruz kalan Arakanlıların ölümler ve zorunlu göçlerle giderek bölgedeki nüfuslarının azalmasına ve üzerinde yaşam sürdükleri teritoryal alanlarının daralmasına neden olması, bugün Arakan sorununun akut hale gelmesine neden olan faktörler arasındadır. Bu süreçte ulaşım olanaklarının görece kolaylığı sayesinde komşu ülke Bangladeş’e yönelik göçlerin yanı sıra, Tayland-Malezya ile Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine kaçış süregelmiştir. Kuşkusuz ki, bu göç dalgaları ilgili ülkelerce dini veya insani nedenlerle bir hoşnutlukla karşılanmasından bahsetmek değil, aksine Arakanlıların büyük ölçüde eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk ile istenilmeyen işlerde en asgari şartlarda çalıştırılacak modern köleler statüsüne büründürüldüğü görülür.

Sorun sömürge öncesi dönemde İngilizlerin aralarında Arakanlı Müslüman grupların da olduğu Burma’daki çeşitli etnik azınlıklarla merkezi oluşturan Burma çoğunluğuna karşı sergiledikleri işbirliğiyle sınırlı değildir. Bu sömürge öncesi dönemden günümüz bölgesel, küresel jeo-politik yapılaşmalara geçecek olursak, Myanmar hükümeti üzerinde hangi gücün başat bir rol oynama eğiliminde olduğunu anlamak gerekiyor. 1980’li yılların başından itibaren Çin Devleti’nin açılım sürecine paralel olarak başta bölgesinde oynamak istediği ve teritoryal bağlantıları öncelleyen yaklaşımına dikkat çekilmelidir.

Bugün bölge ülkelerinin tamamınca en önemli güç merkezi kabul edilen ve giderek küresel ekonomik ve askeri tanınırlılığını ortaya koymakta olan Çin’in uzun erimli planlamaları çerçevesinde bölgenin enerji kaynaklarını kontrole yönelik politikaları ile Güney Çin Denizi-Malaka Boğazı ve Hint Okyanusu bağlamında su yolları hakimiyeti mücadelesini göz ardı etmek mümkün değil. Bu süreçte, Çin yönetiminin bölge ülkeleriyle ve konumuz çerçevesinde Myanmar’la olan ilişkilerinin, Arakan Eyaleti’ndeki gelişmelerde bir şekilde belirleyi olmaktadır. Bu noktada, Çin’in gözünü Bengal Körfezi bakan geniş sahillere sahip Arakan Eyaleti’ne dikmesi; petrol kuyuları, petrol boru hattı, kara yolu vb. alt yapılar bağlamındaki ‘nüfuzuyla’ bölgede kayda değer bir gelişmeye konu oluyor. Tabii bu gelişmeler, gerek iç gerekse dış faktörlerin şu veya bu şekildeki gelecek projeksiyonlarıyla Arakanlı Müslümanlar aleyhine olacak şekilde yapılandırılıyor.

Bu çerçevede konunun bölgesel ve küresel yönlerine kısmen de olsa dikkat çekelim. Myanmar’ın üyesi olduğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) Sözleşmesi’ndeki ‘üye ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışmama’ maddesi bir sorun olarak hâlâ ortada durmaktadır. ASEAN ülkeleri, bu maddeyi kaldırmadıkça, başta Malezya’nın olmak üzere Tayland ve kısmen Endonezya’nın geçen hafta Bengal Körfezi-Andaman Denizi-Malaka Boğazı’nda okyanus sularında gezinen teknelerdeki binlerce Arakanlı Müslümanların ahvali karşısında takındıkları tavrı anlamlandırabilmek mümkün değildir. Bu sözleşmeye imza atan ve bu maddeye onay veren tüm rejimler sadece Arakan Müslümanları sorununa karşı kendilerini ‘yabancılaştırmakla’ kalmıyorlar bölgenin neredeyse her ülkesindeki son derece temel ‘haklar’ konusunun da göz ardı edilmesine katkıda bulunuyorlar demektir.

Tüm bunlardan sonra şayet ilgili çevreler Arakanlı Müslümanların temel insani haklarının korunmasıyla hakikaten ilgilenmek istiyorlarsa, o zaman şu hususları da sorgulamak gerekir.

Adına ‘İslam’ Teşkilatı İşbirliği (OIC) denilen yapının 2006 yılı Mart ayında Açe’de başlattığı ve dönemin genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu başta olmak üzere tüm ilgililerce başta Endonezya kamuoyu olmak üzere tüm dünyaya pilot proje olarak lanse ettiği ‘yetim projesi’nden sonra aynı projeyi, İslam coğrafyasının kan ağlayan diğer bölgelerine uygulayacağı sözünü bu noktada sadece Myanmar’daki değil, başta Malezya, Tayland ve Endonezya olmak üzere çeşitli ülkelerdeki Arakan toplumu bağlamında yerine getir(e)memesi izah etmesi ve bu konuda tüm sorumlular hesap vermesi en doğal beklentilerdendir.

İkincisi, kimi devlet yetkililerinin ve sivil toplum oluşumlarının (SeTeKA) Arakanlı Müslümanların içlerinde bulundukları olumsuz koşullarda ‘yardım etme’ çabalarında hedeften saptırıcı yaklaşımların gözlemlenmektedir. Bunda, Bangladeş’te açtıkları kurumlarla Arakanlılara yardım ediyoruz iddiasında bulunanlar; Arakan’da binlerce kurban kesiyoruz reklamını yaparak birtakım manipülasyonlara girişenlerin, geniş kamu oyuna doğru bilgi aktarma sorumluluklarının olduğunu anlamaları gerekiyor. ‘Partner’ kuruluşlarınızın neyin ‘partneri’ olduğunu gözlemlemek, anlamak da herhalde bu kurumların ‘sağduyulu’ yardımda bulunanlara karşı bir beslemeleri gereken sorumlulukları arasındadır.

Üçüncüsü, başta bölge ülkesi olması hasebiyle resmi rakamlara göre kırk bin Arakanlı Müslüman’ın yaşadığı Malezya’da hükümetin bugüne kadar Birleşmiş Milletler’in insan hakları vb. sözleşmeleri imzalamaması nedeniyle ne Arakanlılar ne de diğerleri ‘hak ettikleri’ yaklaşımları bulamamaktadırlar. Malezya hükümetinin kimi organları ve bazı STK’ların Arakanlılara yönelik ‘yardım’ı bu bağlamda, kapsayıcı, bu kitlenin sorunlarına çözüm olucu değil, sadece ve sadece palyatif kalmaktadır. Bu noktada, konunun doğrudan anlaşılabilmesi için Arakanlı göçmenlerin yaşadıkları bölgelerde yapılacak gözlemler ve mülâkatların kafi miktarda veri sağlayacağına şüphe yok. 

Tüm bunların ardından, okyanus sularında geçen günler ve haftalar sonrasında Arakanlı Müslümanları taşıyan teknelerden bazılarının Açeli balıkçılarla sahile çekilmesinin öyle göz ardı edilecek sıradan bir hadise olmadığını anlamak gerekir. Bu bağlamda, Endonezya merkezi hükümeti ile Açe Eyalet yönetiminin konuyu anlamaları ve uygulamaları arasında kada değer bir fark vardır. Bugün değil, daha 2008 sonu ve 2009 yılı başlarında, yani 2012’de uluslararası medyanın konuyu gündeme getirmesinden önce Açe sahillerine vuran teknelerdeki Arakanlıların Açe’de seve seve misafir edebileceklerini ve bu kitlenin Açe’de kalabileceklerini belirten dönemin valisi İrvandi Yusuf’du. Bugün de Açe yönetimi ve halkı Arakanlı Müslümanlara karşı aynı hassasiyeti göstermektedir. Açelilerin bu konuda sergiledikleri yaklaşım bile ‘insani’ durum karşısında merkezi hükümetten ne denli olumlu anlamda farklı bir yaklaşım sergilediklerini gözler önüne sermektedir. 

Jumat, 07 November 2014

25. ASEAN Genel Toplantısı ve Arakanlı Müslümanlar / 25th ASEAN General Assembly and Rohingyanese Muslims

Mehmet Özay                                                                                                                   8 Kasım 2014

25. ASEAN Genel Kurul toplantısı 12-13 Kasım’da bu yıl dönem başkanlığını yürüten Myanmar’ın başkenti Nay Pyi Taw’da yapılacak.

ABD Başkanı Barack Obama’nın iki yılda ikinci kez ziyaret edeceği Myanmar, 2011 yılından bu yana sürdürülen sözde reform çabalarına konu oluyor. Bu süreç aynı zamanda kimi resmi çevreler tarafından ABD’nin dış politika başarısı olarak sunulsa da, Arakanlı Müslümanlar ve diğer etnik yapıların merkezi Burma (Burmese) etnik çoğunluğu karşısında siyasi ekonomik ve sosyo-dini özgürlükerini kazandığını söylemek bir yana bu konuda ciddi ve kalıcı adımlar atıldığını söylemek bile mümkün değil.

Öncelikle ASEAN hususunda bir şeyler söyleyerek başlayalım. ASEAN toplantıları artık sadece üye on ülke arasındaki özellikle ticari ve ekonomik ilişkiler bağlamıyla öne çıkmıyor. Çeşitli anlaşmalarla Japonya, Çin, Avustralya, ABD, Kanada, Hindistan gibi bölgesel ve küresel çapta öneme sahip olan ülkelerinin katılımıyla dünya gündemini belirleme kapasitesine sahip bir yönelim sergiliyor.

Son birkaç yıldır toplantılar, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Güney Çin Denizi’nde tarihsel olarak anlaşmazlığa konu olan sularında egemenlik göstergesi kabul edilebilecek girişimleri nedeniyle daha çok güvenlik eksenli bir çerçeveye oturuyor. Aralarında Vietnam, Brunei, Filipinler ve Malezya’nın bulunduğu ASEAN üye ülkeleri, bu bağlamda Çin yönetimiyle şu veya bu şekilde karşı karşıya gelirken, her bir ülkenin siyasi ve ekonomik yönelimlerine bağlı olarak Çin’e karşı geliştirilen tavırlarda bekle-gör/işbirliği-uzlaşma/çatışma eksenlerinde politikalara konu oluyor.

Bölgesel ekonomik birliktelik olarak öne çıkan ASEAN, Çin’in küresel yükselişine paralel olarak ABD’nin başlattığı Asya vizyonu’ ile güçler arası etkileşimlerin tam da odağında bulunuyor. Bunun, Çin’in ASEAN’a komşu olması, tarihsel ve kültürel ilişkileri kadar, ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren bölgedeki özellikle askeri ve siyasi belirleyicik noktasındaki kararlılığı ASEAN ülkelerini kaçınılmaz olarak bu iki güçle çeşitli boyutlarda ilişkiler geliştirmesini zorunlu kılıyor.

Ancak kendi içinde liderlik sorunu yaşaması, birliğin ekonomik ve ticarete odaklı yapısal duruşu, gerek tekil ülkeler gerekse bölge genelinde adalet ve haklar meselesinde inisiyatif almayı engelleyen statükocu yazılı/sözlü anlaşmalar ASEAN’ın potansiyel gücünü gerçekleştirememesinin temel nedeni olarak beliriyor. Enver İbrahim’in 1996 yılında kaleme aldığı ‘Asya Rönesansı’ adını verdiği eserindeki görüşleri ile, öncülüğünü Lee Kuan Yew ve DR. Mahathir Muhammed’in yaptığı ‘Asyalılık Değerleri’ olgusunun geliştirilebildiğini söylemek güç. Bunun nedenleri uzun uzun tartışılabilir ve tartışılmalı da.
ASEAN toplantısı öncesinde başkent Nay Pyi Taw’da önemli bir gelişme yaşandı ve Başkan Thein Sein muhalefet liderleri ile ordunun ileri gelenlerini biraraya getiren bir toplantı davetinde bulundu. 31 Ekim’de yapılan bu süpriz toplantı ülkenin reform sürecine ‘daha güçlü’ ve Batı’yı tatminkar edecek şekilde devam edeceğini ortaya koymayı hedefliyordu. ASEAN toplantısı kadar, 2015 yılı Sonbahar’ında yapılacak genel seçimler öncesinde ülkenin bazı bölgelerindeki sıcak çatışmaları, siyasi ve toplumsal gerginlikleri ortadan kaldırma konusunda siyasi bir irade geliştirmeyi hedefliyordu.
Ancak bu sürecin nasıl işleyeceği konusunda bugüne kadar tatminkâr bir açılım gerçekleştirilememiş olması, seçimler bahanesiyle benzer bir gündemin bir kez daha yüksek sesle ortaya konması, söz konusu sorunları asgariye indirecek yapılanma/lar bir yana bu konuda ülkenin tüm etnik ve sosyal sektörlerini kapsayıcı politikaların geliştirilebileceğine dair umutların yeşermesine dahi olanak tanımıyor. Bu konuda, muhalefet lideri Suu Kyi’nin, ABD’nin verdiği desteğe rağmen, Myanmar hükümetinin reform çabalarının pratikte neredeyse hiç mesabesinde olduğunu açıklaması, merkezi oluşturan güçlerden biri kabul edilen Suu Kyi’den başlayarak azınlıklara doğru genişleyen bir memnuniyetsizler toplumunun varlığını bir kez daha ortaya koydu.

Ancak bu biraz uzunca girişin ardından Myanmar’daki toplantı vesilesiyle Arakanlı Müslümanların haline bakmakta fayda var. Yukarıda ortaya koyduğumuz fotoğraf içerisinde Arakanlı Müslümanlar nerede duruyor sorusu önemli. İlk elden şunu söyleyelim ki, Arakanlı Müslümanların çilesinin bittiğini söylemem mümkün değil. Bir zamanlar Eyalet’te çoğunluğu oluşturan Arakanlı Müslümalar, geçmişi 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar uzanan baskı ve zulümler nedeniyle büyük göçler verdi. Bu nedenle bugün Eyaleti’n sadece kuzeyinde, o da dağınık ve birbirinden kopuk halde yaşamak zorunda bırakılmış bir kitleden bahsetmek mümkün. Bu süreçte en önemli göç merkezi, komşu ülke Bangladeş olsa da, Bangladeş’in kendi iç sorunları kadar etnik ve milliyetçi ayrımlar nedeniyle Arakanlıların rahat bulduğu söylenemez.

Bu çerçevede dünya kamuoyunun gündemine 2012 Mayıs sonu ve Haziran başlarında Budist çetelerinin yoğun saldırıları sonucu girebilen Arakanlı Müslümanların ahvaline dair kapsamlı bir çözüm ufukta gözükmüyor. Çünkü Myanmar hükümeti, Arakanlı Müslümanların acısını dindirecek, eyalette adaleti tesis edecek girişimlerde bulunmuş değil. Ne o günlerdeki saldırıların sorumluları bulunabildi, ne de  kendi anavatanlarında çitlerle çevrilmiş barakalarda yaşam sürmeye zorlanan kitlelerin yaşamlarında bir iyileşme gerçekleşebildi. Üstüne üstlük, bu kitlenin hala ülkenin 130 etnik yapısı içerisinde yer aldığını açıkça ortaya koyacak bir anayasal yapılanmayı getirecek merkezi hükümet çabasından söz edilemiyor. Aksine, merkezi hükümet 1982 Anayasası’ndaki vurguları tekrarlar nitelikte, geçen Nisan ayında yapılan genel nüfus sayımında Arakanlı Müslümanları kendi dini/milli aidiyetleriyle kaydetmeyi reddettiği, gibi bu kitleyi tüm dünya kamuoyunu defaatle açıkladıkları gibi, Bangladeşli göçmenler olarak kaydetme yoluna gitti. Nüfus sayımı öncesinde Arakan Eyaleti’nde Müslümanların yaşadığı kuzey bölgelerde faaliyet gösteren sayısı birkaçı geçmeyen uluslararası yardım kuruluşlarının zorbalıkla bölgeden çıkartıldığına da şahit olundu. Tüm bunlar merkezi hükümetin ve onun bölgedeki temsilcisi eyalet yönetimi ve güvenlik güçlerinin sistematik olarak Arakanlı Müslüman nüfusunu ortadan kaldırmaya matuf çabalarının birbirini izleyen adımları olduğunu ortaya koyuyor.

Bu şartlar altında Arakanlı Müslümanların umut bağlayabilecekleri tek yol, tıpkı önceki nesillerin yaptığı gibi derme çatma teknelerle okyanusa açılmak ve kaderlerini beklemek oluyor. Bu göçler önceleri, Myanmar ordu ve polis gücünün desteğiyle Budist çetelerin saldırıları sonrasında yapılıyordu. Ancak bu durum, zamanla bizzat resmi makamların gözetimini ve denetimine geçmiş durumda. Bunun en açık göstergesi yukarıda kısaca değindiğimiz üzere, geçen Nisan ayında yapılan nüfus sayımında tıpkı önceki dönemlerde olduğu gibi, Arakanlılar, Burma’daki 130 etnik gruptan biri kabul edilmemesi oldu. 

Yetkililerin, bu kitlenin Bangladeşli göçmenler olduğu yolundaki ısrarı, bir tür ‘yumuşak baskıya’ dönüşmüş durumda. Önümüzdeki yıl seçimlerin yapılacak olması, Batılı ülkelerin ülkenin geleceğindeki ekonomik verimlilikten pay almak adına da insan hakları vb. konularda seslerinin biraz daha fazla çıkması, Myanmarlı yetkilileri Arakanlıları en azından Bangladeşli göçmenler sınıflamasıyla ülkede varlıklarını sürdürebilecekleri sonucuna getiriyor. Ancak bu noktada, Arakanlıların tarihsel ve toplumsal hafızası bir anlamda böylesi bir zulme maruz kalmakla, teknelerle okyanusa açılma riski arasındaki tercihi ikincisi lehine kullanmalarına zorluyor.
Bu nedenle, neredeyse her gün derme çatma teknelerle Arakan sahillerini terk edenler bunun göstergesi. Bu durum, Vietnam Savaşı sonrasında Asya’da yaşanan dev göç dalgasından sonraki en büyük göç hadisesi olarak tarihe geçiyor. İşin ilginç tarafı, artık bu göç gizli saklı değil, bizzat Myanmar sahil güvenliği marifetiyle, bir tür organize insan kaçakçılığı organizasyonu şeklinde uluslararası insanlık suçu kapsamına girecek bir mahiyet arz ediyor.


Varoluşlarını bu teknelerle nereye olursa gitmekte bulan Arakanlıların, yaşadıkları topraklarda ne siyasi, sosyal ne de ekonomik olarak herhangi bir varlığa sahip değil. Arakan Eyaleti’ndeki Müslüman nüfusun dış göç vermesinin birkaç sonucundan bahsetmek mümkün. Birincisi, Eyalet’teki Budist kitlenin siyasi ve toplumsal egemenliğini pekiştiren bir unsur. İkincisi ise, bu halkın yaşadıkları toprakları terk etmesi, merkezi gücü temsil eden Burma (Burmese) çoğunluğu nezdinde, 70 yıldır ortadan kaldırmaya çalıştığı bir halkın nüfusunun giderek azalmasıyla hak ve iddialarından vazgeçeceklerinden hareketle yakın gelecekte daha az sorun veya hiçbir sorun taşımayacağı anlamına geliyor.