Jumat, 21 Desember 2012

İslam Ekonomi Forumu Toplantısı’na Dair Bir Gözlem


Mehmet Özay                                                                                                                 15 Aralık 2012

Dünya İslam Ekonomi Forumu Vakfı’nın (WIEF) organize ettiği toplantı 4-6 Aralık 2012 tarihleri arasında Johor Bahru’da gerçekleştirildi. Alt başlığı ‘Değişen Eğilimler, Yeni Fırsatlar’ olan Forum, 62 ülkeden sayısı binbeşyüzü bulan delegenin katılımına konu oldu. Söz konusu bu Forum, İslam finans çevreleri kadar, ekonomi ve iş dünyası alanında varlık gösteren bölgesel ve küresel aktörleri biraraya getirdi.

Dünya İslam Ekonomisi gibi önemli bir alanın çalışmalarının bir vakıf çatısı altında toplanmasının geçmişi o kadar da eski değil. İlki 2003 yılında o dönemki adıyla İslam Konferansı Teşkilatı öncülüğünde gerçekleştirilen Dünya Ekonomi Forumu toplantısı ilerleyen yıllarda Malezya’nın himayesinde vakıflaşarak bugünlere kadar geldi. Her ne kadar, adında küresel bir birlik hüviyetine vurgu olsa da, Malezya’dan başka hangi sözde İslam ülkelerinin veya kurumlarının vakfa aktif ve sürdürülebilir destek verdiği dikkate alınmalı. Aslında Malezya’nın bu vakfın oluşuma kapı aralamasında pek de şaşılacak bir durum yok. Bilindiği üzere, yeni milenyumun hemen başında yaşanan küresel çaptaki siyasi gelişmeler İslam coğrafyasında eğitimden, siyasete, ekonomiden sivil toplumculuğa değin önemi değişimlere ve dönüşümlere konu olurken, yukarıda zikredilen Teşkilat’ın yapılanmasında da ‘yenilenme’nin öngörüldüğü ve bunun Malezya siyasi elitince gündeme getirildiği biliniyor. WIEF’ın temel yöneliminin gerek Müslüman gerekse Müslüman olmayan katılımcılarıyla kadın ve gençlik liderleri için de bir platform olarak hizmet verdiği gözleniyor. Ülkenin, aynı zamanda Uluslararası İslami Finans Merkezi’ne ev sahipliği yapması da bu Forum’la birlikte değerlendirilebilir.

Vakfı’ın insan kaynaklarının zenginliğinin yanı sıra, Forum’un Kuala Lumpur’da değil de Cohor Eyaleti’nin başkenti Cohor Bahru’da düzenlenmesi de ayrıca göz ardı edilemeyecek bir anlama sahipti. Bu bağlamada ‘Niçin Cohor Bahru?’ sorusu önem taşıyor. Forum’a ev sahipliği yapan mekânın sıradan bir seçim olmadığı, aksine bu seçimin şehrin geçmişten günümüze hangi yapılanmalara konu olduğuyla yakından ilgilidir. Dünün kadim Malay sultanlıklarından birine ev sahipliği yapmış Cohor şehri, ardından sömürge döneminde ‘Malay Federe Devletleri’ni (FMS) konu alan ve İngiliz yönetiminin memnuniyetini dile getiren resmi yazışmalarda, bu bağlamda örneğin 1905 yılı yazışmalarını dikkate alabiliriz, görüldüğü üzere Anglo-Sakson dünyanın ‘girişimci ruhundan’ ve ‘liberal ekonomi açılımlarından’ ister istemez etkilenme durumunda olmuş bir belde olarak Batı Malaya topraklarındaki modernleşme süreçlerinde olduğu gibi, bugün de Malezya’nın sahip olduğu benzer kaynaklar ve üzerine eklenen yeni pörtföyler ile ekonomi ve yatırım potansiyelleri benzer çevreler ve daha da ötesi uluslararası ekonomi çevrelerince kayda değer ekonomik değerler olarak dikkat çekiliyor.

Son yıllarda şehrin bir yandan Malezya’daki ekonomik kalkınma yapılanmalarına koşut bir gelişme içinde önemli bir yer tutması, öte yandan, Singapur Adası’nda yatırım ve yaşam alanlarının neredeyse bitme noktasına gelmesiyle de Cohor Bahru şehri şartların kendisini “genişlemeye” zorladığı bir süreci tecrübe ediyor. Ekonomik işlevselliği noktasında dünyada ilk ona girmesi hedeflenen şehir son birkaç yıldır sadece Malezya içinde değil, üç farklı safhada yatırım odaklı bir süreci tecrübe ediyor veya daha doğrusu böylesi bir sürecin yapılandırılmasının söz konusu olduğu ileri sürülebilir. İlk safha Malezya’nın kalkınma hamlelerinin lokomotifi işlevini gören Penang Adası ve Malaka Boğazı boyunca uzanan Batı sahil şeridinde artık pek genişlemeye müsait sahanın olmaması Yarımada’nın güneyindeki Cohor Eyaleti’ni stratejik mevkii ile öne çıkarıyor. İkinci safha, Eyalet’in Singapur-Endonezya-Güney Çin Denizi ekseninde sahip olduğu jeo-stratejik konumunun ASEAN bölgesel gücüne kadar uzanabilecek avantajlar silsilesine kapı aralıyor. Üçüncü safha ise, küresel yatırım ve finans devlerinin yukarıda dile getirildiği üzere Singapur’da genişlemeye müsait olmayan alt yapı nedeniyle kapı komşusu Cohor Bahru’yu bakir bir alan telâkki etmeleri. Tüm bu unsurların birleşmesi İskender Şehri (Kota İskandar) projesinin hayata geçirilmesine olanak tanıyor. 2006’da başlayan projenin bugün yüzmilyar Ringgit’i aşkın yatırıma evrilmesi de bunun bir göstergesi. Finans ve sanayiden turizme, eğitimden eğlence vb. sektörlere kadar pek çok alternatifin birarada yükseleceği dev bir proje olarak Malezya’nın göz nuru bir bölge burası. Zaten Forum’daki imza törenlerinin kapsamı da Kota İskandar çerçevesinde yapılması da bunun kanıtıydı. Adına İslam Ekonomisi Forumu denilen oluşumun işte böylesi bir ‘göz nuru’nu dünyaya tanıtma gibi bir işlevi olduğunu zaten WIEF’ın Genel Sekreteri Ahmad Fuzi Abdul Razak da açıkça dile getirmişti (New Straits Times, 4 Aralık 2012) .

Bu bölümü şu şekilde özetlemek mümkün. Başkanlığını Dr. Mahathir döneminin Başbakan Yardımcısı Musa Hitam’ın yürüttüğü Vakfı’n bu girişimi, bir yandan Malezya’nın ekonomi alanındaki tavizsiz büyüme kararlılığı, öte yandan bölge ülkeleri arasında büyük ölçüde ASEAN bağlamında ortaya çıkmakta olan işbirliği potansiyelleri gibi unsurların da birleşmesiyle ayrı bir önem taşıyordu. Bu anlamda, Malezya gerek bölgesel gerekse küresel bağlamda finans ve yatırım hususunda bir cazibe merkezi olma konusundaki agresif yönelimini bir kez daha somut bir şekilde ortaya koyduğu şeklindeki yorum ister istemez öne çıkıyor.

Bugünkü konumundan bakıldığında, Johor Bahru’nun dünyanın ilk birkaç finans merkezi arasında adı geçen Singapur’a kapı komşusu olması, Amerika ve Avrupa’dan konuklar yerine, bu ada ülkesinde konuşlanmış olan sektör temsilcilerini konferansa çekmeye kafiydi. Bu anlamda, adında ‘İslam’ adı geçse de konu finans olunca kapitalist dünyanın gözü kulağı da bir şekilde buraya odaklanmaya ve konuya ilgi duyan uluslararası çevreleri biraraya getirmeye kafiydi.

Cohor’da yapılan 8. toplantının da gene Malezya’nın önde gelen siyasilerinin himayesinde gerçekleştirilmesi, bu anlamda önemli bir desteğin sürdürüldüğünü ortaya koyuyor. Açılış konuşmasının yanı sıra, ‘seçkin konukların’ yer aldığı ilk oturumun başkanlığını Başbakan Necib’in gerçekleştirmiş olmasının yanı sıra, eski Başbakanlardan Ahmed Bedevi’nin iştiraki ve destekleri önemliydi.

Vakfı’n çalışmalarını süreçte Moskova, İstanbul, Bahreyn, Dhaka, Londra, Nairobi ve Johannesburg’da ‘yuvarlak masa’ toplantıları ile bölgelerarası açılımı öncelleyen girişimlerinin varlığını da burada hatırlatmakta fayda var. Ayrıca, Cohor Bahru’daki Forum öncesinde ön hazırlık aşamasının birkaç ay önce Hindistan New Delhi’de yapıldığını belirtelim. New Delhi’deki toplantıda Asya’nın giderek ön plâna çıkan güç odaklarından biri olan Hindistan’ın ekonomik işbirliği çerçevesine nasıl katılabileceğiyle ilgiliydi. WIEF’in, iş dünyası aracılığıyla ülkeler ve bölgelerarasında köprülerin kurulması bağlamındaki kurucu paradigmasının formun açılış gündemini teşkil etti.

Forum’a konu olan ‘İslam Ekonomisi’ ile ‘eğilimler ve fırsatlar’ başlıkları yan yana getirmesi bakımından önemli bir kavram çelişkisine yol açmıyor değil. Konferans duyurusu akıllara İslamın ekonomi paradigması, çeşitli ülkelerden alimlerin ve bilimadamlarının katılımıyla günümüzde gemi azıya almış liberal kapitalizme karşı sadece İslam coğrafyasına değil, küresel çapta ‘çözüm’ olabilecek bir sistemin dinamiklerini tartışacakları ve gündeme damgasını vuracakları gibi bir algı doğuruyordu. Ancak Vakıf Başkanı Musa Hitam’ın konuşmasının ana hatlarına kulak kesildiğimizde zikredilen altı maddelik Forum yapılanmasında, İslam ekonomi paradigması ve bu paradigmanın sunduğu insan tipolojisi; Batı kapitalizminin açmazları ve bu açmazların küresel boyutta hemen her alandaki yansımaları; kapitalizmin sunduğu yaşam tarz(lar)ının bireyin öz yaşamından başlayarak toplumsal bütünün her alanına doğru yayılma istidadı gösteren çatışmalar ve bunlara çözümler, vb. gibi bir dizi açılımın olmadığı görülüyordu. Bunun yerine, iş dünyası ve ekonomi işbirliği sayesinde ulusların zenginliği paylaşacağı argümanı üzerinden bölgesel ve küresel işbirliklerini geliştirmeye matuf açılım hedefleniyordu. Böylesine önemli bir Forum’un ekonomi ve finans sektörünün ‘tekil’ bir hücre olarak varlık sürdürdüğü tezinden hareketle değil de, bu sektörlerin sosyal ve kültürel boyutlarını göz ardı edilemeyecek kadar önemli olduğunu kabulle çeşitli İslami ve sosyal bilim dallarından ilgililerin katılımıyla farklı bir boyuta bürüneceği düşünülebilir.

Elbette bu durum, Forum çalışmalarının anlamsız olduğu gibi intibaın oluşmasına yol açmamalı. Bir bölümünde halen siyasi kavganın devam ettiği, öteki bölümünde yoksulluk ve yoksunluğun kol gezdiği, bazısında horlanmış bir şekilde vatanlarından edilenlerin post-modern göçebeler durumuna indirgendiği ve bu durumdan birilerinin alabildiğine kazanım elde etme hırsının bürüdüğü İslam coğrafyasından önemli katılımlar yerine aralarında Singapur, Çin, İngiltere gibi kapitalist dünyanın ‘seçkin’ ülkelerinden temsilcilerinin de bulunduğu Fas’tan Japonya’ya değin çeşitli ekonomi modellerine ev sahipliği yapan ancak ortak noktası ‘kapitalizmle içiçe yaşama kültürünü’ alabildiğine geliştirmiş olan ülkelerin biraraya gelmesinin de bir anlamı ve önemi olsa gerek. Bu ülkelerin yanı sıra, Komoros Adaları ile Filipinler Hükümetiyle henüz çiçeği burnunda Barış Anlaşması’nı imzalamış Bangsamoro Müslümanlarının temsil edilmesi Forum’un teorik tartışmalar ve değerlendirmelerle sınırlı olmadığı, aksine, pratikte başta adı geçen bu iki  coğrafya olmak üzere kapsadığı toprak sahasının görece küçüklüğüne aldırmadan sisteme eklemlenme eğilimlerinin var olduğu bölgelerde de ülkelerarası ekonomik kalkınma hamlelerine olanak tanıyacak ikili ve grup çalışmalarını amaçladığını gösteriyor. 

Açılış oturumundaki konukların profili üzerinden Forum’un yapılanmasını okumaya bir olanak tanıyacağını düşünerek bu hususa kısaca değinelim. Oturumda, Malezya Başbakanı Necib bin Razak, Komoros Birliği Devlet Başkanı, Singapur Maliye Bakanı, İslam Kalkınma Bankası (IDB) Başkanı, Katar Başbakan Özel Temsilcisi, Pakistan Devlet Başkanı Özel Temsilcisi, Bangsamoro Müslümanları lideri Hacı Murad İbrahim birer konuşma yaptı. Forum duyurularında adları geçmekle birlikte Katar Başbakanı ve Pakistan Devlet Başkanı’nın katılmaması kadar, örneğin bölgede ekonomik kalkınmasıyla dikkat çeken ve dev bir ülke görünümündeki Endonezya’nın, Ortadoğu’dan bir Türkiye’nin bu açılış oturumunda temsil edilmemiş olması Forum’un kapsamı konusunda bazı soru işaretlerine yol açmıyor değildi.
Kaldı ki, bu iki ülke üst düzeyde katılım sergileseydi bile, Forum’da ekonomilerindeki birkaç yıldır tekrarlanagelen büyümenin hangi İslam ekonomi modeline yaslandığı; toplumlarında yanlış kodlarla praktize edilmiş ve edilmekte olan hangi üretme-tüketme davranış biçimlerini değiştirdikleri; bununla birlikte, İslam öğretisinden hareketle bu ekonomik kalkınma süreçlerinin sosyal parametreleri bağlamında hangi ilkelerle üretme-tüketme davranış biçimleri geliştirmeye ön ayak oldukları; ülkelerindeki gelir dağılımı eşitsizliği kadar yoksulluk oranında da ne gibi pozitif değişimlerin yaşandığı; bu ekonomik büyümenin yerli ve küresel vatandaşlar üzerindeki kısmi ve bütüncül etkileri; İslami ekonomi paradigması içindeki yerinden hareketle doğal kaynakların kullanımı noktasında ne türden bir ilişkinin geliştirildiğine dair sahici delillendirmeler vb. konularda katılımcı ülkelere aktarabilecekleri tecrübeleri olup olmadığını da burada dikkate sunmak gerekir. Yoksa İslamiyetin ‘büyümeye engel olmayan bir din” olduğu gibisinden çok genellemeci bir yaklaşımla geçiştirilebilecek veya Müslüman toplumların da küresel ekonomik değerler manzumesini içkinleştirilmelerinden hareketle, elbette İslamiyetle bağdaştırılabilirliğine dair kimi görüşler de ortaya atılabilirdi.

IDB Başkanı Dr. Ahmed Mohamed Ali, konuşmasının henüz girişinde “böylesi bir platformun, ümmetin karşılıklı işbirliğini geliştireceği” yönündeki bölümü, Forum katılımcılarının azımsanmayacak bir bölümünün Müslüman olmayan delegelerden olduğunu göz ardı edilerek, ezbere dayalı bir söylemi ifade ediyordu. Konuşmanın ilerleyen safhalarında ise Forum’un alt başlığı olan “Yeni Fırsatları” yakalamada “Hicret” kavramıyla karşılaması ise yoruma yer bırakmayacak türden bir açılımdı. Sayın Ali’nin burada Hicret’ten “zihinsel dönüşümü” vurgulaması, hangi tür ekonomik zihni yapıdan ne tür bir ekonomik zihni yapıya dönüşüm olacağının uzun uzun tartışılmasını gerektiriyor. Tabii konuşma, açıkçası öyle dini/felsefi bağlamlara kapı aralamıyor, ancak adına “yenilikçi ekonomi” denilen bir boyutu izhar ediyordu.

‘Seçkin’ katılımcılar arasında Singapur Maliye Bakanı Tharman Shanmugaratnam belki de en dikkat çeken konuşmayı yaptı. İslam Finans kurumunun ahvaline dair ‘detaylı’ bilgiye sahip olan Bakan Tharman, bu finans yapısının henüz küresel finans endüstrisi içerisinde sadece %1’lik paya sahip olması –sözde İslam ülkelerinde bu oranın %5’lik düzeyde bulunması- dezavantajdan ziyade geleceğe dair bir “fırsatlar” ağı olarak değerlendirdiğine kuşku yok. Bu finans kaynağının henüz ‘bankacılık’ sektörü ile sınırlı olması karşısında Bakan, açılım rüzgarının biran önce başlatılması gerektiğini düşünüyor. Yani böylece, İslami Finans kurumlarının, özellikle günümüzde büyük sıkışıklıklara tanık olunduğu yatırım sektöründe var olması ile -ki bu durum, küresel finans sektörüne destek olmaklığıyla zaten eli kolu sıkışmış durumdaki kapitalizme yeni bir soluk olacağı gibi bir algıyı da beslemiyor değil- gelecek on, onbeş yıllık süreçte atılım yapacağı öngörülüyor. Bakan’ın konuşmasının satır aralarında İslami Finans’ın küresel açılımına mani olan ve üstesinden gelinmesi gereken ‘İslam Hukuku’ uygulamalarından kaynaklanan sıkıntılar olduğu düşüncesi hakimdi. Belki de bu husus, tüm Forum’un özünü teşkil edecek bir salt finansal değil, aksine ‘değerlerle’ ilgili bir dinamiğe vurgu yapıyordu. Bu ‘sıkıntının’ nasıl ve kimlerin karar mekanizmalarına katılımıyla aşılacağı hususu da bu finans yapısının geleceğiyle doğrudan alâkalı. Reform projelerine tastamam uygunluk arz edecek bir plânlamayla bir sonraki Forum’un gelecek yıl dünya finans ağının üssü konumundaki Londra’da yapılmasının kararlaştırıldığını belirterek bitirelim.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=238916

Sabtu, 15 Desember 2012

Endonezya’da Yeni Bir Skandal ve Uzantıları


Mehmet Özay                                                                                                        10 Aralık 2012
Endonezya’da gün geçmiyor ki bir yolsuzluk dramı gündemde yer almasın. Bu sürecin son ayağını 2010 yılında gerçekleştiği ileri sürülen ve Gençlik ve Spor Bakanı’na kadar ulaşan skandal bugünlerde Endonezya siyasetinde fırtına gibi esiyor. Gençlik ve Spor Bakanı Andi Mallarangeng, Batı Cava’da önemli bir şehir olan Bogor’daki Hambalang Spor Kompleksi ihalesi dolayısıyla adının karıştığı yolsuzluk vak’ası son yılların en büyük ‘vurgunu’ olarak tanımlanıyor. 1.17 trilyon Rupiah’lık ihaleye konu olan spor kompleksi, 2011 yılındaki 26. Güneydoğu Asya Oyunları çerçevesinde plânlanan önemli bir projeydi. Bu gelişme, tek başına ele alınamayacak denli kökleri derinlere açılan geniş bir ağın parçası sadece. Hâl böyleyken Endonezya Müslüman toplumunda bir ‘travma’nın yaşandığını söylemek mümkün mü? Vak’anın Endonezya Müslüman toplumunu neden birinci elden ilgilendirdiğini aşağıda dikkat çekici bir şekilde ele alacağız.

Buradan hareketle Endonezya siyasi ve toplum yapısında ‘kanıksandığı’ izlenimi veren sosyolojik olgunun hatırlatılmasında fayda var. Suharto’nun ‘yeni Düzen’ rejiminin mirası olarak genel kabul gören yolsuzluk ve rüşvet skandalları silsilesinin devamının söz konusu rejimin kalıntılarının hali hazırda bürokraside önemli yer işgal ettiği şeklinde yorumlandığı gibi, bunun bir ‘kültür’ haline geldiğine dair ciddi iddilar da yok değil. Kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere, bürokrasinin her köşesinde irili ufaklı her türlü rüşvet ve yolsuzluğa rastlamak mümkün. Resmi dairelerin her türlüsündeki bu çarkın dönüşünü meşrulaştırma adına kimi yakıştırmalar da yapılmıyor değil. Örneğin, verilen rüşvetin adına rahatlıkla ‘İhlas’ denilebiliyor. Bu ‘ihlasın’ ne anlama geldiğini ancak Endonezya toplum yapısındaki ilişkilere müdahil olmakla anlaşılabileceği de söylenebilir. Veya bir başka yaklaşımla ‘yolsuzluk sosyolojisi” adı verilebilecek bir alt-bilim dalının Endonezya yolsuzluk kültürünü enine boyuna araştırmasıyla sağlıklı temellere ulaşmak mümkün. Bunu, konunun ilgili akademisyenlerine havale ettiğimizi belirtelim...

Bu bilimsel yaklaşım bir yana, ülke siyasi yaşamına damgasını vuran ‘money politics’ olgusu irili ufaklı her seçim döneminde gündemin baş sırasında yer almaya devam ediyor. Bu son vak’ada da ilgili siyasetçilerce alındığı ileri sürülen paraların -en azından bir bölümünün- 2010 yılı seçimlerinde Demokrat Parti’nin Bandung il başkanlığı seçimlerinin ‘finansmanın’da kullanıldığı ileri sürülüyor. Ancak son birkaç yılda ortaya çıkan yolsuzluk ve rüşvet iddialarının odağındaki isimlerin 2004 yılında ülkeyi yolsuzluklardan temizleme iddiasıyla gelen Demokrat Parti’nin üst düzey yöneticilerince gerçekleştiriliyor oluşu dikkat çekici. İş siyasette ‘money politics’e geldiğinde, o zaman son on yılı aşkın süredir uygulana geldiği ileri sürülen demokratikleşme bu gelişmelerin neresinde duruyor sorusunu da hakkıyla sormakta yarar var. Demokratikleşmeyi sadece belli periyodlarda birilerini bazı mevkilere seçmenin adı olarak anlayanlarla, bu yönetim biçimini şeffaflık, sorumluluk, hesap verebilirlik vb. ilkeler bağlamında anlayanlar arasında bir ayrım olduğu da kesin...

Yaşanan yolsuzluk hadiseleri, bir yandan halk nezdinde umutsuzluk girdabının da giderek güçlü bir şekilde yer edinmesinin nedeni olsa gerek. Unutmayalım ki, ‘çözüm’ olarak ortaya çıkanların dahi kökleşmiş yolsuzluk süreçlerine müdahil olmaları toplumda bu olgunun ‘kültürel bir değere’ dönüşmesine katkısı göz ardı edilemez.
Bu anlamda ülkenin köklü partilerinden epeyce ‘çekmiş’ Endonezya halkı, reform sürecinin önemli siyasi hareketi Demokrat Partisi’nin son sekiz yıllık iktidarında bu konuda gerekenlerin yapılamamış olmasından ötürü hayal kırıklığı yaşamadığını söylenemez. Demokrat Parti kurucusu ve son iki dönemdir Devlet Başkanlık koltuğunda oturan Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) sahip olduğu karizma, toplum desteği, uluslararası tanınırlık ve kabul yüzdesinin giderek artması gibi imkânları kendisi ve partisi lehine artı değer olarak ‘devşirip’ ülkede gerçek anlamda bir ‘temiz eller’ operasyonunu hayata geçirememiş olması Endonezya siyasetinin tıpkı 20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca olduğu gibi, 21. yüzyıl başlarında da benzer sorunlarla yüzleşmek zorunda olduğunu ortaya koyuyor.

Bu anlamda, Suharto döneminde, ülkedeki etnik ve milliyetçi unsurlarla azınlık, ancak ekonominin başat unsuru Çinli işadamları grubu arasında bir anlamda gizli toplumsal sözleşmenin bir uzantısı olan ve zamanı geldiğinde her türlü siyasi muhalefete karşı bir ‘rejim kartı’ olarak kullanılabilecek bu silah bugünlerde farklı boyutlarda seyrediyor. Son yıllarda gerek ülke için reform çabaları, öte yandan ASEAN içerisindeki birlik kadar ülkenin bu birlik içerisinde liderlik oynama gibi bir uluslararası role soyunması, kalkınmakta olan ülkeler sıralamasında ilk yirmi içinde yer alan ve son yıllarda büyüme rakamları sürekli artı veren bir ülke konumundaki Endonezya’da bugünkü rüşvet ve yolsuzluk skandallarının boyutu da o ölçüde ‘göz kamaştırıcı’. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın üst düzey bürokratları ve Bakanı’na kadar ulaşan dev yolsuzluk bunun göstergesi olsa gerek. Endonezya bürokrasinin yapılanması dikkate alındığında, söz konusu yolsuzluk ve rüşvet hadisesinin birkaç kişi veya grupla sınırlı olmadığı, sistemik bir yapılanma arz ettiği dikkat çekiyor.

Aslında zaman zaman medyaya yansıyan ve akabinde Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu’nun (KPK) önüne gelen vak’alar zinciri, bir anlamda yukarıda dile getirilen hiyearşik ve sistemik yapı içerisinde ‘memnuniyetsizlerin’ ifşası olarak da adlandırılabilir. İşte tam da bu noktada, Hambalang Spor Kompleksi projesindeki yolsuzuluk iddialarının, Parti’nin bir zamanlar ‘kasası’ konumundaki Muhammed Nazaruddin’in ifadelerinin KPK’yı harekete geçtiği biliniyor. KPK bu süreçte Bakan’ın yanı sıra, Demokrat Parti’nin Başkanlığını yürüten Anas Urbaningrum’ın da aralarında yer aldığı altmış kişiyi dinledi. Nazaruddin, Bakan’ın yanı sıra, Parti Başkanı Ubraningrum’ın da bu yolsuzlukta payı olduğunu defaatle dile getirmişti.

Nazaruddin’in de benzer bir yolsuzluk suçlamasıyla yüzyüze kalması sonucu soluğu aldığı Kolombiya’da yakayı ele vermiş ve Cakarta’ya getirilerek yargılanarak hapse tıkıldığını hatırlatalım. Aşağıda değineceğimiz üzere, yolsuzluk ve rüşvetin egemen iktidar odakları ve bu odağa mensup görece genç siyasi aktörlerin öncülüğünde yürütülüyor oluşu, ülke otorite makamındaki kişiler ve çevreler kadar, üyeleri ve sempatizanlarının çokluğu ile dikkat çeken cemaatlerin bu kangren sorunuyla baş etmede ne denli başarılı olup olmadıklarını göstermesi açısından önemli. Bu husustan önce, Bakan’ın bu yolsuzluk sürecindeki üstlendiği ifade edilen role kısaca değinmekte fayda var.

ASEAN oyunları öncesinde önemli bir spor tesisinin inşasına gerek duyulmasıyla başlamış ve Bogor’da Hambalang Spor Kompleksi’nin inşasına karar verilmişti. Bakan’ın sorumluluğuna verilmeden önce, yani bir önceki Bakan Adhyaksa Dault döneminde proje bedeli 125 milyar Rupiah’dan (yaklaşık 12.9 milyon Amerikan Doları), 1.17 trilyon Rupiah’a (265 milyon Amerikan Doları) çıkartılmıştı. İşte sorunun ‘püf’ noktası da burada gizli...

Rüşvet ve yolsuzluk skandallarının ülke siyasetinde ve toplum yaşamına şu veya bu şekilde yansıması kadar, uluslararası arenada da ülkenin bir türlü bu ‘belâdan’ başını sıyıramamış olmasıyla dikkatlere sunuluyor. Halkının kahir ekseriyetinin Müslüman nüfusunu içermesiyle, Alimler Birliği (Nahdat’ul Ulama) ve Muhammediyye gibi ‘dev’ cemaat yapılarıyla dikkat çeken ve övünen bir ülkenin uluslararası çevrelerde kelimenin en hafif anlamıyla ‘ayıplanmasına’ karşın ortada sorunu çözecek bir ‘sosyal baskı grubu’ inisiyatifinin geliştirilememiş olması herhalde en çok Endonezya Müslümanlarını ve onları temsil makamındaki zikredilen iki dini oluşumu ve liderlerini rahatsız ediyordur. Milyonlarca mensubu ve sempatizanının siyasi partilerde, istihbarat dahil devlet bürokrasisinin her kademesinde ve çeşitli alanlarda faaliyet gösteren sivil toplum oluşumlarındaki varlığı dikkate alındığında, söz konusu cemaat yapılarının devlet içerisinde olduğu kadar, Müslüman nüfusuyla övünmesiyle dikkat çeken ülkenin İslam ümmeti içindeki durduğu yer konusunda kayda değer bir çabanın en azından toplumsal alanda görünürlük kazanmamış olmasının arkasında yatan neden nedir diye sorulması gerekir.

Yolsuzluk skandallarının kapsamını ‘siyasetin dar aralığına’ gömmek, Endonezya toplum yapısını olsa olsa sosyoloijik miyoplukla anlama çabasının bir ürünü olarak değerlendirilebilir. Niçin bu konuya dikkat çektiğimize dair küçük bir örnek verebiliriz. Son yolsuzluk suçmalarına karışan kişilerden biri olan Demokrat Parti Başkanlığı’nı yürüten Anas Urbaningrum, adı ülkenin seçkin sivil toplum kuruluşları arasında zikredilen Müslüman Öğrenciler Mezunlar Derneği (KAHMI)’nin çok kısa bir süre önce gerçekleştirilen başkanlık seçimlerine katılmış, ancak Başkanlığa seçilememişti. Sözde ulusal siyasetle pek de ilintisi olmadığı söylenen KAHMI’de alınan sonuç, Demokratların ‘Müslüman seçmenler’ nezdindeki destek yitimi olarak dikkatlere sunulması aslında ülkede dini gruplar, sivil oluşumlar ve aktif siyaset arasındaki ilişkinin boyutlarını ortaya koyması açısından incelenmeye değer bir olgu olarak dikkat çekiyor. Demokratlar bir yana, ülkenin genel siyaset ağıyla ‘organik’ olduğu açıkça dillendirilmese de kaçınılmaz bir ilişkisi olduğu ifade edilen KAHMI içinde yer almak, hele hele başkanı olmak, seçimlerde gelecek ‘oy kitlesi’ bakımından gözardı edilemeyecek bir sivil güç edinimine olanak tanıyor. Bu nedenledir ki, gündemde isim yapan siyasilerin içinde yer almak zorunda hissettikleri bir kurum boyutunda KAHMI. Bu anlamda KAHMI’nin, Ariel Heryanto’nun (2006) dolaylı bir bağlamda  dile getirdiği üzere ‘siyasi enerji deposu’ olduğunu iddia etmek abartı olmayacaktır.

Bu noktada, kimileri çıkıp, ‘Tamam işte, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu gereğini yapmış ya!’ diyebilir. Ancak, tabiri caizse kazın ayağı maalesef öyle değil. İlk soruşturmaların 2010 yılı sonlarında başladığı Hambalang Vak’asında ‘ağır işleyen sürecin’ hız kazanmasının ve 6 Aralık 2012 günü Bakan’ın istifasına neden olmasının, KPK’nın başkanının değişmesinin akabinde gerçekleşmesi oldukça ilginç. -Es geçilmemesi gereken bir hususa kısa bir notla değinelim. Son birkaç aydır ‘Endonezya Emniyet Müdürlüğü’nce KPK’da görev yapan bir kaç önemli isme yönelik yolsuzluk suçlamasına dayalı olarak kuruma yönelik baskın girişimimin Hambalang yolsuzluğunu ört bas etmeye yönelik olup olmadığı da üzerinde durulması gereken bir başka gelişme-. KPK bu yolsuzluk ve rüşvet skandalında Bakan’a ‘seyahat yasağı’ koymasından saatler sonra Bakan ‘Suçu üzerime atıyorlar’ manasına gelecek demeçine rağmen, istifasını vermek zorunda kaldı.

Sorunun bu dini/toplumsal vechesi kadar, son dönem yolsuzluk ve rüşvet vak’alarına konu olan baş aktörlerinin Demokrat Parti’nin önemli isimleri arasında yer almaları ilk etapta ülke Başkanı olarak Susilo Bambang Yudhoyono’yu, öte yandan da, ülkeyi reform sürecinde düzlüğe çıkaracağı varsayılan Demokrat Parti’yi kamuoyun nezdinde siyasi meşruiyetini büyük ölçüde zedeliyor. Son gelişmeler çerçevesinde, adı yolsuzluk skandalında baş aktör olarak geçen Bakan, 2004-2009 yılları arasında SBY’nın sözcülüğü görevini üstlenmesi ve danışmanlığıyla sınırlı değildi. Bundan belki de çok daha önemlisi, -ya da bunun doğal süreçlerinden biri olarak da telakki ediyebilir-, önümüzdeki dönemde Parti Başkanlığı’na, dolayısıyla ismi Devlet Başkanlığı’na aday olarak geçecek bir siyasetçiyle irtibatlı olmasında yatıyor. Siyasetle içli dışlı bir aileden gelen ve doktorasını bir Amerika’daki bir üniversiteden almış Andi, meslek yaşamına Makassar Hasanüddin Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak başlaması, akabinde ulusal siyaset ağında ‘smart’ bir aktör olarak belirmesi, bugün gelinen noktada ülkenin yolsuzluk-rüşvet bağlantılarının hangi siyasi ve toplumsal ağlara dayandığının da bir göstergesi olarak okunabilir. Son dönemde yaşanan yolsuzluklar zincirinin son halkası olarak adlandırılan Hambalang Vak’asındaki aktörlerin ülkenin siyasi elitlerine yakınlığı 2014 seçimleri öncesinde Demokrat Parti’nin kan kaybının devam ettiğini ortaya koyuyor. Acaba SBY, ‘Nasıl olsa ikinci dönem sonrası seçilmem söz konusu değil. Emeklilik günlerim yaklaşıyor...’ diyerek Partisi’ne mensup üst düzey kadroların bulaştıkları skandallara gözünü mü kapatacak ya da reform sürecinin önemli aktörü olduğunu dikkate alarak Suharto sonrası dönemi siyasi tarihine adını layıkıyla yazdırmayı hedef alacak acil girişimlere başvurup vurmayacağını ilerleyen aylarda göreceğiz.

Yazının hülâsası anlamında şunları söyleyebiliriz. Bir yandan ülkeyi kalkınmakta olan ülkeler ve ASEAN içerisinde ‘parmakla gösterilecek’ ülkeler arasına katma mücadelesi olarak adlandırılabilecek reform sürecinin bir sonucu olarak KPK’nın varlığı, öte yandan, kökleri toplumsal dinamiklerin epeyce derinlerde yer alan ve adına kimilerinin ‘ihlas’ dediği ve bu anlamda meşrulaştırılan yoksulluk-rüşvet ilişkilerinin mücadelesinin keşistiği bir evre yaşanıyor. Bu evrede siyasi aktörler, bürokraside gücü ve imtiyazı elinde tutan kimsenin el uzatamayacağı kilit isimler, ülkenin ‘İslamlaşma’ süreçlerine şu veya bu şekilde katkıda bulunan Alimler Birliği ve Muhammediyye’nin nasıl bir sınav vereceğini tanık olunacak. Seküler yasa güçlerinin veya dini eksenli toplumsal yapılanmaların varlığı şeklinde olsun ülkenin gelecek on yıllarda nasıl bir toplum fotoğrafı ortaya koyacaklarında belirleyici olacak. Özellikle, “Ben sadece ‘kitap kuning’i mi okurum, gerisine karışmam” diyen geleneksel Müslüman çevrelerin ya da “Benim ilgi alanım sadece ‘sosyal refah’ alanları bunun dışındaki süreçlere özellikle de siyasete dair bir yaklaşımım olmaz” diyen modernist Müslüman çevrelerin mi, yoksa İslam’ın insanlığa sunduğu tüm değerleri toplum yaşamında praktize etme mücadelesindeki Müslüman duyarlılığının mı Endonezya toplumun ve siyasi yaşamının adalete, hakkaniyete dayalı bir sisteme evrilmesine katkı yapıp yapmayacağını göreceğiz. Bu kadar lafdan sonra, ülke içi siyasi ve toplumsal alanlarını kuşatma altına almış yolsuzluğun uluslararası boyutu nedir sorusuna da başka yazılarda değineceğiz.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=238148

Senin, 10 Desember 2012

Malezya’da ‘Halkçı’ Söylem


Mehmet Özay                                                                                                                    2 Aralık 2012


Geçen yıl 5 Aralık’ta yayınlanan yazımızda ‘seçimin kapıda’ olduğuna vurgu yapmış ve beklemeye koyulmuştuk. Bekleyiş o bekleyiş... 13. Genel Seçimler’in sonuçlarıyla ilgili bir yazıyla Malezla bağlamında karşınıza çıkmaktı düşüncem. Ancak zorunlu olarak gene seçimin bir durak öncesindeyiz... Aradan tamı tamına bir yıl geçti ve her önemli siyasi toplantıda ‘seçim kapıda’ söylemini işiterek “Tamam şimdi!” herhalde düşüncesine kapılarak bugüne kadar geldik. O yazıda bir Malay akademisyenin “Necib güçlü olduğunu hissettiğinde sandığı halkın önüne koyacaktır” cümlesi bütün bir yıl boyunca hafızamdaydı. Bu cümlenin içeriğine gönderme yaparak, şöyle bir sonuç çıkartılabilir: Demek ki, Başbakan Necip halen birtakım eksikliklerin varlığından muzdarip ki, sandığı ortaya koymuş değil. Bununla birlikte, oklar 2013 Baharı’nı gösteriyor...

27 Kasım-1 Aralık tarihleri arasında Kuala Lumpur Putra Dünya Ticaret Merkezi, 66. UMNO Genel Kurul Toplantısı’na ev sahipliği yaptı. Kadın, -kız ve erkek- Gençlik Kolları’nın yanı sıra genel kurulun atmosferi Başbakan Necib’in konuşmasına odaklıydı. Bu çerçevede, toplantıyı özetleyecek bir ifade seçmek gerekirse hiç zorlanmadan ‘Halkçı UMNO’ oldukça uygun düşecektir. Bununla birlikte, UMNO’da ‘liderin’ varlığının son derece dinamik bir olgu olduğundan hareketle ‘Halkçı Necib’ demek te mümkün. Halkın taleplerine kulak kesilen Başbakan büyük bir enerji sarfederek toplumun her kesimiyle biraraya gelerek bunu kanıtlamaya çalışıyor. ‘Halk değişim istiyorsa, değişiriz de’ denilebilecek bu siyasi söylemin küresel gelişmelerden etkilenmediği söylenemez... Bu nedenledir ki, hükümetin gündemini belirleyen büyülü sözcük ‘dönüşüm’ (transformation) oluyor. Genel Kurul günlerinde, Malezya Başbakanlarının kitap yazma geleneğinin yeni bir örneği olarak Başbakan Necib’in kaleme aldığı ve yukarıda zikredilen ‘dönüşüm’politikalarını kapsamlı bir şekilde elan alan, “Political Transformation: Recognizing Human Rights and Democratic Leadership, By the People For the People” başlıklı kitap çalışmasının tanıtımı da yapıldı. 

Bu tabir, Başbakan Necib’in son üç yılına damgasını vuran ve giderek hayatın her alanında bir ‘projeye’ dönüşen önemli değişim hamlesini yansıttığına hiç kuşku yok. Malezya, her ne kadar, kendine yeter bir ülke olsa da; dünyanın önemli ülkelerinin ve bölgelerinin ekonomik krizlerle boğuşurken yıllık büyümeyi %4-5’lerde götürebilen bir ülkeyden, sürekli yeni dış yatırımları ülkeye akarken, halkının dar gelirli, yoksul, kıt kanaat geçinen kesimleri olmadığı söylenemez. Zaten bu kapitalizmin nişanelerinden biri değil mi? Bu nedenledir ki, Başbakanı halkın derdiyle dertlenmeye iten, bu sosyo-ekonomik açığı nasıl olur da giderebiliriz sorusu oldu ve olmaya devam ediyor. Unutmayalım, Başbakan Necib, ülkenin ikinci başbakanı Razak’ın oğlu... Bir UMNO mensubu olmak ve bu anlamda UMNO geleneğinden gelmek kadar, belki de Başbakan için çok daha önemlisi ülkenin siyaseten ve ekonomik anlamda son derece “gri döneminde” başbakanlık koltuğuna oturmuş babası Razak’ın ne tür politikalar izlediğine şahit olması, şahit olanlardan dinlemesi, dönüp o döneme dair yazılanları okuması ve incelemesinin de bu süreçteki payı unutulmamalı. Buna ilâve olarak 2008’de yaşanan siyasi tsunaminin UMNO üzerinde bıraktığı ‘şok’un atlatılabilmesinde çıkış yolu olabilecek her alternatif gündemde yer buldu ve bulmaya devam ediyor. Bunlar arasında, ülkenin muhalefet yönetimindeki eyaletlerinde sorunlardan, Güneydoğu Asya’daki bölgesel sorunların çözümüne sunulabilecek katkılara, Ortadoğu’nun karmaşık siyasi iklimine ‘Malay tadında’ bir katkıya ve küresel ölçükte ‘ben de varım’ diyebilecek bir argüman olduğunu düşünebileceğimiz ‘ılımlı İslam’ destekçiliğine kadar her şeyi dahil edebiliriz.
Giriş paragrafında zikredilen ‘eksikliği’ bir anlamda Necip konuşmasının satır aralarında değil de, açıkça dile getirmekten çekinmiyordu. “Yaptığımız hatalardan dolayı özür diliyor. Bunların telâfisi için söz veriyoruz.” diyerek kendi dönemi öncesine göndermelerde bulunuyor. Bu anlamda, Necib’i ayrıcalıklı kılan bir öge olarak dikkat çekilebilir. Bununla birlikte ‘ne gibi hatalar’ yapıldığını bilmiyoruz... Halktan dilenen bu özürden sonra, sıranın ‘halkın özür dilemeyeceği’ bir seçim sonucu istediğine geldi Başbakan’ın. 13. Genel Seçimleri, sıradan dört veya beş yılda bir yapılan siyasi yaşamın kaçınılmazı bir icraat olarak görmenin ötesinde, ülkenin geleceği için ‘kader’ telâkki ediyor. Açıkçası sadece Başbakan’da değil, herkeste az çok böylesi bir algının varlığı hissedilmiyor değil...

Bu kaderi, muhalefetin ‘Ne olur bir kere de bir yönetelim’ söylemiyle halkın oyuna talip olduğunda da bulmak gerekir. Bu bir kere ülkenin bağımsızlığından bugüne geçen 55 yılda gerçekleşmediğindendir ki, ‘kader’ mesabesinde bir seçim önümüzde duruyor. Bu ‘kaderin’ önemlice bir bölümü muhalefetin de adı olan ‘Enver İbrahim’in de kaderiyle bağlantılı... 64’ündeki Enver’in bu seçimle Başbakan olması onun modern Malezya siyasetinde gelebileceği bir zirve olacakken, kaybetmesi halinde -ki bu Enver’in biyolojik ömrüyle doğrudan alâkalı- Malezya muhalefetinin belki de önemli bir süre etkinliğini yitirmesi anlamına gelecek. Enver zaten bunu “Kaybedersem öğretim görevliliğine dönerim!” diyerek kendi de dile getiriyor. Bu ‘Bir kerecik’ söyleminin ötesinde, derinlerde yatan bir başka siyasi değişim olgusu ise ‘iki partili’ sistem isteği. Ülkenin siyasi yapısının yeniden ‘yapılandırılması’ anlamına gelen bu öneri, modelini İngiltere ve Amerikan alıyor tabii ki.

UMNO’yu bu kadar hırçın kılan ne diye sormak gerekir? Sıradan bir iktidar kavgası verdiği düşünülebilir birilerince. Ancak UMNO dünden bugüne sahip olduğu tarihi bir mirasın taşıyıcısı olarak siyaset sahnesinde yer alıyor. Tarihi miras öyle az buz değil yetmiş yıla varan bir dönemi gözler önüne koyuyor. İngilizlerin Pasifik Savaşı sonrasında Kuala Lumpur’a dönmeleriyle başlayan ve egemenlik noktasında belki de 19. yüzyılın adına ‘Resident’ denilen ‘Danışmanlık’ sisteminden elbette ki çok daha derinlerde bir siyasi nüfuza sahip Malay Birliği (The Union of Malaya) dayatmasına karşı çıkmanın adı. Bu süreçte, başkalarının da ‘Biz de karşı çıktık’ dedikleri olmuyor değil!

UMNO 1940’ların ikinci yarısından bugüne değin uzanan süreçte Malayların haklarını gözeten bir siyasi blok olarak ortaya koyuyor kendini. Aradan geçen on yıllarda yaratılan Malay orta sınıfı bunun sosyolojik olarak kanıtı konumunda. Parti’nin dinamizmi de önemli ölçüde buna dayanıyor. Ancak bugünkü siyasetin odağında, bu ‘orta sınıflaşmanın’ dışında, adına gençlik denilen kesimin, ne kadar sınırlı olduğu tartışmalı taleplerini dikkate alıp almamakla eşanlamlı gibi. Bu nedenledir ki, sayısı 2.5 milyona varan ve seçimlerin ‘karar merciiliğinde’ yadsınamayacak bir denge gücüne sahip genç seçmeni UMNO kurmaylarının yadsımadığı bir kitle olarak görmek lazım. Halkçı yönelimin önemli bir kesimini de işte bu kitle oluşturuyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=237155

Sabtu, 08 Desember 2012

Moro’da Barışa’a Bir Şans


Mehmet Özay                                                                                                                      9 Ekim 2012

Filipinler’in güneyinde Moro-Mindanao Adası ve çevresindeki Malay Müslümanların Filipinler merkezi yönetimine karşı yaklaşık kırk yıldır sürdürdükleri bağımsızlık mücadelesi birkaç gün önce Kuala Lumpur’da taraflarca Barış Anlaşmasına atılan imzalarla tarih oldu.

Barış görüşmeleri özellikle yaklaşık iki yıl önce Filipinler’de devlet başkanlığına seçilen Benigno S. Aqiuno’nun ülkenin güneyindeki bağımsızlık mücadelesi veren Müslüman özgürlük hareketiyle masaya oturma kararlılığının bir sonucu olduğu ileri sürülüyor. Söz konusu bu barış girişimi, bölgede uzun erimlilik gösteren silahlı özgürlük mücadelelerinin geçirmekte olduğu değişimi ortaya koyması bakımından da dikkat çekici.

Kuala Lumpur’da tarafların temsilcilerinin ulaştığı barış anlaşması, önümüzdeki Pazartesi günü başkent Manila’da yapılacak resmi törene konu olacak. Bu anlaşmanın en önemli maddesi hiç kuşku yok ki, ‘Bangsamoro’ (‘Moro Halkı’ anlamına gelmektedir) olarak anılan bölgeye özerklik verilmesi oldu. Ancak, imzalanan anlaşmanın nihai olmadığını da vurgulamakta fayda var. Birkaç yıllık süreyi kapsayacak ve adına geçiş dönemi diyebileceğimiz zaman diliminde Bangsamoro’da Müslümanların hakimiyetinde otonom yönetim kurulması ve akabinde 2016 yılında taraflar arasında nihai, kalıcı anlaşmanın gündeme gelmesi bekleniyor. Anlaşmaya karşın, hareketin lider kadrosu, silahların bırakılması şartını kesin anlaşmasının sağlanmasıyla gerçekleşeceğini ileri sürmeleri, taraflar arasında “güven” sorununun devam ettiği şeklinde de yorumlanabilir. Öyle ki, anlaşmanın imzalandığı saatlerde, Mindanao’ya az sayıda da olsa yeni askeri birliklerin girmesi hareket tarafından protesto edilmişti. Bu geçiş sürecinin son derece hassas dengeler üzerine inşa edildiği dikkate alınmalı ve 2008 yılında benzer bir anlaşmaya ramak kala, merkezdeki siyasetin muhalefet kanadı, gelişmeleri anayasaya aykırılığını ileri sürerek, süreci sabotaj ettiği unutulmamalı.

Bu barış sürecini tüm açılımları ile ele almak kapsamlı bir çalışmanın konusu olduğuna kuşku yok. Bununla birlikte, bu olguya kısaca değinmekte fayda var. 2005’de Açe’de başlayan barış süreci, Tayland’ın güneyinde Patani ve Filipinlerin güneyinde Moro için kimi bağlamlarda örneklik temsil ediyor. Söz konusu hareketler içinde kararlılık, etkinlik ve süreklilik bağlamlarında en kayda değer güç olan Açe Özgürlük Hareketi’nin merkezi Jakarta hükümeti ile yaptığı barış anlaşmasından sonra, bu harekete mensup sivil çevrelerin zaten onyıllarca bir şekilde etkileşim içinde oldukları Patani ve Moro’daki güçlerin barış koşullarına adaptasyonunda bir çaba sergiledikleri biliniyor.

Barış sürecini ve gelinen nokta Açe örneğinden hareketle incelenmeye devam edildiğinde son yedi yılda Açe Barışı’nın ne gibi safhalardan geçtiği, başarılar, meydan okumalar, çatışmalar vb. dikkate alınmalıdır. Buna mukabil, Bangsamoro’yu içine alan “yarı-otonom yönetim” biçiminin neye tekabül ettiği konusunda siyasi ve hukuki eş-anlayışın ortaya konulup konulmadığını önümüzdeki birkaç yılda gözlemleme fırsatı bulacağız. Zaten Devlet Başkanı Aquino da, Kuala Lumpur Anlaşmaı ile herşeyin bitmediğini, üzerinde anlaşılmayı bekleyen detayların olduğunu açıkça dile getiriyor. Söz konusu bu detaylar üzerinde anlaşma, 15 kişiden oluşacak “Geçiş Komisyonu”nun sorumluluğunda olacak. Özellikle, merkezi hükümetin, barışın kalıcılığını sağlama adına özerk yönetim yasası ve bu yasanın içeriğini oluşturması yukarıda zikredilen detaylar üzerindeki görüş birliğinin sağlanmasıyla gerçekleşecek. Kuala Lumpur imzalanan bu “ön” Anlaşma’da siyasi güç paylaşımı kadar, teritoryal ve maddi gelirlerin paylaşımı ön sıralarda yer alan konular arasındaydı. Bununla birlikte, hiç kuşku yok ki, sürecin en önemli aşamasını özgürlük hareketinin siyasallaşması ve nihayetinde bölgenin sivil yönetimine talep olacak bir yapılanmaya bürünmesi olacak. Bu süreçte, iç ve dış kanalların bölge üzerindeki nüfuz çabalarına bağlı olarak sorunsuz geçeceği söylenemez. Tüm Müslümanları temsil makamında bir siyasi oluşumun gerçekleşememesi halinde, zaten sosyo-ekonomik “geri kalmışlıkla” anılan bölgede yaşayan halkı daha da zor günlerle karşılaşmaya zorlayabilir.

Bu tür özgürlükçü hareketlerin barış görüşmelerinin “tam kapsamlı bir metne” dönüştürülememesinin çeşitli sebepleri olduğu malum. Bunların başında, çatışmaların sürdüğü ülkelerdeki siyasi iktidara yeni bir ismin ve partinin taşınması, mevcut siyasi ve askeri stratejiler, uluslararası konjonktür, barış sürecine iştirak eden bölgesel ve uluslararası çevrelerin yaptırım gücü vb. gibi faktörler tarafları masada buluşturmakla birlikte, sorunların tam anlamıyla çözüldüğü bir sürece hangi boyutlara girildiği şüpheli. Örneğin Aquino, tıpkı 2004 yılında Susilo Bambang Yudhoyono’nun vaadi gibi iktidara gelmesiyle birlikte sorunu çözüme kavuşturacağını açıklaması dikkat çekiyordu. Öte yandan, özgürlük hareketinin aradan geçen on yıllara rağmen, istenilen hedefe ulaşılamaması gerek hareket içerisinde gerekse de bölgede yaşam süren kitleler üzerinde “caydırıcı” bir etkisi olduğu ve zamanla bölünmelere yol açtığı ileri sürülebilir. Bu çerçevede özgürlük hareketi içinde değerlendirilen Moro Ulusal Özgürlük Cephesi’nin, Moro İslami Özgürlük Cephesi’nden bağımsız olarak 1996 yılında merkezi hükümetle anlaşmasına buna örnek teşkil eder. Bu ögelerin birleştiği noktada ortaya bir barış metni çıkmakla birlikte, siyasi ve hukuki yapılanma ve toplumsal barışın tesisinde ne tür süreçlerin yaşanacağı, kimlerin bu süreçlerde aktör rolüne soyunacağı, kimlerin dışlanacağı gibi oldukça komplike yapılanmalar da gözardı edilemeyecek gelişmeler arasında yer alıyor.

Bölgedeki özgürlük hareketinin neye tekabül ettiğine kısaca değinmekte fayda var. Katolik Hıristiyanlıkla özdeşleşen ve doksan milyona yaklaşan Filipinler nüfusu içerisinde, ülkenin güneyinde Malay ırkına ve İslama mensubiyetiyle azınlık konumundaki Müslümanlar yüzde beşlik oranla temsil ediliyor. Filipinlerin güney adaları, Güneydoğu Asya’nın Doğu Asya ile buluştuğu ve Müslüman Malay dünyasının kuzeydeki en uç noktası kabul ediliyor. Nüfusu dört milyona varan Müslüman kitle beş eyalette –Maguindanao, Lanao del Sur, Sulu, Tawi-tawi ve Basilan- yaşam sürüyor. Bu antropolojik ve tarihsel devamlılığın  bir sonucu olarak Mindanao Adası tarihte Sulu İslam Sultanlığı’nın merkezi olmuş ve bölgede görece önemli bir mevki işgal etmişti. “Sulu” adı, bugün dahi Kalimantan Adası ile Filipinler arasındaki su yoluna isim vermeye devam eder. Bu anlamda, Sulu Sultanlığı’nın Hint Okyanusu’nun iki ucu diyebileceğimiz Sri Lanka’dan güneydeki ucu Filipinlere kadar uzanan devasa ticaret havzasında kurulan İslam Sultanlıklarından biri olduğuna kuşku yok.

MILF Lideri Hacı Murad İbrahim ile Mülâkat


Mehmet Özay                                                                                                                     6 Aralık 2012

Bangsamoro’yu temsil eden MILF ile Filipinler Hükümeti arasında 15 Ekim 2012 tarihinde varılan Çerçeve Anlaşması ne getiriyor? 40 yıla varan özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin geldiği nokta, Bangsamoro’luları tatmin edecek mi? Bangsamoro Halkı’nı yarı-otonom yönetime götürecek süreç hangi zorlukları içeriyor? Klasik sömürgecilik ve akabinde modern ulus-devlet yapılanması içerisinde eski gücünü yitirmiş ancak köklü bir geçmişe sahip bu halkın bugün yeniden kendi ayakları üzerinde durabilmesi ne kadar mümkün? Bu ve benzeri sorularımıza cevap bulmak amacıyla Hacı Murad İbrahim’le kısa bir mülâkat yaptık. “8. İslam Ekonomi Forumu”nun davetlisi olarak geldiği Malezya’nın Cohor Bahru şehrinde ulusal ve uluslararası basın yayın organlarının yoğun ilgisine maruz kalan Hacı Murad İbrahim programında yer almamasına rağmen, görüşme talebimizi geri çevirmedi. Mülâkata geçmeden önce, neler olup bittiğini biraz daha sağlıklı bir şekilde anlayabilmek için Bangsamoro’yu ve halkını bağlayıcı kılacak ve bu anlamda kısa ve orta vadeli gelişmeleri etkileyebilecek kimi unsurlara değinmekte fayda var. 

Öncelikle Bangsamoro’yu hiç de kolay bir sürecin beklemediğini belirtelim. Çerçeve Anlaşması’nın kalıcı bir Barış Anlaşması’na evrilmesinde çeşitli dinamiklerin birbirleriyle etkileşimi büyük rol oynacağını söyleyebiliriz. Nedir bu dinamikler? Öncelikle MILF’in temsil makamında bulunduğu Mindanao ve çevresinde yaşayan ve nüfusu yaklaşık on milyona varan Bangsamoro Halkı’nı siyasi anlamda birarada tutabilme iradesini gösterebilmesi. İkinci dinamik, diasporada yaşayan Bangsamoro’luların anavatanlarındaki gelişmelere kayıtsız kalmadan, ilk günden başlayarak sürecin her aşamasında sahip oldukları nitelikli insan gücünü harekete geçirmeleri. Üçüncü dinamik, Manila Yönetimi... Katolik Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu Filipinler’de 2010 yılında Devlet Başkanlığı’nı devralan Benigno Simeon Aquino’nun  ülkedeki siyasi sorunları çözme vaadine bağlı olarak Bangsamoro bağlamındaki girişimin merkez yönetim ve ünitelerince akamete uğratılmadan sürdürülmesi. Dördüncü dinamik unsur ise bu anlaşmaya taraf olan ve Uluslararası Gözlem Grubu’nun etkin bir şekilde süreçte yerini alması. Bangsamoro’yu yarı-özerk yönetime taşıyacak yol haritasının sadece siyasi içeriğiyle değerlendirilmesi hata olur. Bu nedenle, siyasi unsurlar kadar, bölge halkının tarihi geçmişinden ilhamla sosyo-kültürel ve dini birikimlerinin ortaya konulması, yeniden-diriltilmesi ve etkin bir şekilde Bangsamoro Halkı’nın günümüz şartlarında varlığına doğrudan katkı yapacak unsurlar olarak toplum liderlerince dikkate alınması gerekiyor. Kültürel yeniden yapılanma siyasi ve ekonomik tasarımlardan hiç de geri kalır bir yan içermiyor. Aksine, bölgenin siyasi ve ekonomik gelişiminin nasıl bir yönelim alacağını belirleyicilik hususunda sosyo-kültürel arka planın güçlü tasarımlar olarak var olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

Hacı Murad İbrahim’le 5 Aralık 2012 tarihinde yaptığımız mülâkat

-MILF lideri olarak Merkezi Hükümetle imzaladığınız metin ne anlam ifade ettiğini kısaca açıklar mısınız? 
Aslında, bu imzalanan metin bir ‘Çerçeve Anlaşması’. Yani, bir sonraki aşama için bir nevi yol haritası koyuyor önümüze. Bu Anlaşma genel itibarıyla dört unsuru içeriyor: a) Bangsamoro siyasi yapılanmasının tesisi; b) Bangsamoro Hükümeti ve Filipinler Merkezi Hükümeti arasında güç paylaşımı; c) refahın paylaşımı; d) normalleşme süreci. Bu ana noktalar, önümüzdeki üç yıl boyunca gerçekleştirilecek görüşmelerde detaylarıyla ele alınacak ve karara bağlanacak. Bu nedenledir ki, oluşturulan müzakere grubu görüşmeleri yürütecek.

-Bu barış süreci önemli. Ancak 1996’d ayaşanan bir ön gelişme var. O dönemde varılan anlaşma Filipinler Anayasa Mahkemesi’nce reddedilmişti. Bu ‘Çerçeve Anlaşması’nın da benzer bir akibete maruz kalıp kalmayacağı konusunda neler söylemek istersiniz?

Evet, böylesi bir olasılık potansiyel olarak mevcut. Ancak müzakereciler olarak bizler en azından merkezi hükümete barış konusundaki niyetinde samimi olup olmadığı konusunda bir şans verme durumundayız. Şayet Merkezi Hükümetçe bu Çerçeve Anlaşması’nın maddelerini hayata geçirme konusunda sıkıntı doğması halinde, müzakere heyeti görüşmeler yoluyla sorunları aşma gayreti içinde olacak. Ancak şu an itibarıyla iyimseriz. Çünkü Filipinler Devlet Başkanı ülkedeki bu siyasi sorunu çözme konusundaki kararlılığı halktan olumlu tepki topluyor. Bu nedenle, geçmişte yaşanan sıkıntının yaşanmayacağını ümit ediyoruz. Bu süreçte ayrıca, Çerçeve Anlaşması’ndaki maddelerin hayata geçirilmesi konusunda Uluslararası Kontak Grubu (ICG) aracılığıyla uluslararası camianın azami ölçüde yardımı bekliyoruz.

-Malezya Hükümeti’nin bu süreçte önemli rol oynadığı gözlemleniyor. Kapsamlı anlaşmanın sağlanması konusunda önümüzdeki üç yıllık süreç büyük önem taşıyor. Bu süreçte, diğer bölge ülkelerinin veya Ortadoğu’daki unsurların örneğin Türkiye’den beklentileriniz var mı?

Aslında, Malezya dışında, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerdin barış sürecine o kadar da aktif katılımına şahit olmadık maalesef. Bunun arkasında neyin veya nelerin yattığını bilmiyoruz. Ancak, Türkiye söz konusu olduğunda şu hususu vurgulamak gerekir. Türkiye, Uluslararası Kontak Grubu’na üye... Barış sürecini aktif şekilde katılım sergiledi. Öte yandan, sahada birtakım faaliyetlerde bulunan birkaç STK’nın, örneğin İHH’nın varlığı söz konusu. Önümüzdeki süreçte, halkı Müslüman olan ülkelerin barış sürecine ve sahadaki kalkınma çabalarına katılımlarını bekliyoruz. Şu an için, özellikle Avrupa ülkelerinin ve Japonya’nın hem barış görüşmelerinde hem de sahada oldukça aktif çaba sergilediklerini söylemeliyim. Halkı Müslüman olan ülkelerin katkılarını da uluslararası camia içinde bu süreçte görmek istiyoruz.

-Bağımsızlık iddianızdan vazgeçtiniz. Yarı-otonom, otonom ve bağımsızlık seçeneklerinden ilkini seçtiniz. Halkınız bu gelişmeden tatminkâr mı?

Kişisel görüşümü şöyle izah etmek isterim. Merkezi Hükümet bizden bağımsızlık iddiamızdan vazgeçmemiz konusunda baskı yaptığında, onlara sürekli bu iddiamızdan vazgeçemeyiz, çünkü bu halkımızın kollektif bir hakkıdır. Fakat öte yandan, şayet Bangsamoro Halkı bağımsızlığı elde edemeyecekse, o zaman bağımsızlıktan kastedilen nedir, bunun üzerinde durmamız gerekir. Çünkü bu konu bir kez açıklığa kavuştuğunda, halkın bağımsızlık gibi bir iddiası olmayacağını görürüz. Şu an içinde bulunduğumuz süreç, yani varılan anlaşma yoluyla,  halkımızın kendi kendini yönetmesinin önünü açmaktır. Halkın kendi kendini yönetmesi başarıyla uygulamaya geçirildiğinde, bağımsızlık gibi bir iddaya gerek kalmayacaktır. Halk gönüllü olarak bu iddiadan vazgeçecektir. İşte bu nedenledir ki, son derece pratik bir yaklaşım sergileyerek, barış anlaşması vasıtasıyla halkın kendi kendini yönetmesinin mümkün olup olduğunu ortaya koymak zorundayız. Bunu sağlamak için de böylesi bir ‘Çerçeve Anlaşması’ konusunda mutabık kaldık. 

-Çatışma dönemlerinde toplumun en mağdur kesimleri yetimler ve dullar... Bu iki kesim için süreçte ne gibi politikalar düşünülüyor?

Bu konuyu ele alan bazı oluşumlar mevcut. Ancak çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Halen vatanımızda pek çok yetim ve dul bulunuyor. Bu iki toplumsal kesim rehabilitasyon sürecine dahil edilecekler. İnsani yardım konusundaki talebimiz hu hassas süreçte önceliklerimiz arasında yer alıyor. Bize yardımcı olabilecek tüm STK’lara ve ülkelerin yetim ve dulları da rehabilitayon çalışmalarına dahil etmeleri çağırısında bulunuyoruz.

–Bu kısa fakat oldukça anlamlı mülâkatınız için çok teşekkürler.
–Ben teşekkür ederim. 

Rabu, 05 Desember 2012

Modern Açe Tarihi’nde Bir Safha: 4 Aralık 1976


Mehmet Özay                                                                                                                   4 Aralık 2012

4 Aralık 1976 tarihi, Açe toplumu için modern dönemde gerçekleşen önemli tarihi dönemeçlerden biridir. Hasan di Tiro ve Hareketi’nin modern Açe toplumunun yeniden diriltilmesi mücadelesinin maddi boyuttaki başlangıcı kabul edilen bu tarih, geçmişle şimdinin ve şimdiyle gelecek arasında kurulması tasarlanan siyasi ve toplumsal birliğin statikten dinamiğe geçirilişini ifade eder. Niçin ‘4 Aralık’ sorusunun cevabı bu tarihsel ilişkiyi ortaya koyan sembolik bir değere sahiptir. 3 Aralık 1911 tarihinde, Hollanda Savaşı’nda diğer alimlerle ittifak halinde liderliği üstlenmiş olan Tiro ailesinin o dönemki lideri Teungku Muaz bin Teungku Muhammed Amin’in şehid ediliş tarihidir. Bu nedenledir ki, Hasan di Tiro, bu hadiseden tam 65 yıl sonra Açe’nin neye tekabül ettiğini modern anlamda yeniden ortaya koyacak girişimi yapmak için 4 Aralık’ı seçmiştir. Bu tarih, kendi etnik gerçekliğini tarihsel ve sosyolojik düzeyde tanımanın adı olduğu kadar, modern dönemde bir şekilde ‘kendisine eklemlenen’ ve adına Endonezya denilen bu anlamda ‘üst ulus’ olarak adlandırılabilecek olgunun da sorgulan sürecindeki devamlılık olmasıyla dikkat çeker.

Bu tarih aynı zamanda, Endonezya kurucu unsurları çerçevesinde alındığında, benzer süreçleri yaşamış diğer uluslarda olduğu gibi geniş bir coğrafyaya yayılmış ve iç ve dış faktörlerin etkileşimiyle siyasi bir yapıya bürünmüş ulus-devleti inşa sürecinin sancılı yıllarına denk gelir. Bir başka ifadeyle bu tarihte yaşananlar, Endonezya bütünü içinde zaten başından beri var olan sancının Açe boyutunda dışavurumudur aslında. Temelde Sundalısı, Padanglısı, Betavilisi, Cogcakartalısı, Surakartalısı, Sulavesilisi, Ambonlusu, Papualısının ve daha başkalarının içinde yer aldığı bu bütünde Açe’nin duruşu üzerinde durulmaya değer.  

4 Aralık tarihindeki çıkış, post-modern ideolojik tanımlamalar ışığında dile getirildiği üzere etnik milliyetçilik sınırlamalarına dahil edilemez. Aksine, bu çıkış ve hareket, tarih boyunca süreklilik arz ettiği üzere Açe kültür coğrafyasında yeniden anlam kazanma, anlam kazandırma, bu anlamda bir dirilişe tekabül eder. Bunu böyle anlamak için uzun okumalar, dikkatli gözlemler yapmak, derin düşüncelerden geçmek gerekir. Ancak bu süreçleri pratiğe dökerken etkileşim sahamız önemlidir. Kendi kendimizle mi, Batılı unsurlarla mı, yoksa Açelilerle beraber mi bu eylemleri gerçekleştiriyoruz soruları önemlidir. Bir yandan, kendimizin ne kadar ‘kendimiz’ olduğu problemiyle halen yüzleşme cesaretini bulma konusunda sıkıntılarımız varken, öte yandan Batılı unsurlara yaklaşımımızda alabildiğine ‘liberal’ bir algı sahamız oluşmuşken, Açelileri ‘yeni bir sömürgeci bakışla’ değerlendirme metodolojik yanlışlığı içerisindeyken nasıl olur da Açe’yi anlayabiliriz.

Açe’yi bugünlere taşıyan sürecin başlangıcı olan 4 Aralık tarihi Açeliler ve bizim için bugün ne anlam ifade ettiği önemlidir. Öncelikle nüfusu dört milyonu aşkın Açeli için ve de dünyanın dört bir yanındaki -nitelik olarak- azımsanmayacak diasporası arasında topyekün bir iradenin geliştirilebildiğini söylemek mümkün mü? Temelde herhangi bir toplumda böylesi topyekünluk bulmak oldukça güç hatta imkânsız. Öyle ki, 4 Aralık 1976 tarihinin yaşandığı günlerde de Açe halkı arasında siyasi kararlılık ve tarih bilinci ve gelecek kurgusu noktasında bir ortak hafızanın ne kadar geçerli olduğu sorulabilir. Ancak üzerinde durulması gereken husus, bu tarihte Açe-Sumatra Bağımsızlık Bildirgesi’ni dünyaya ilân etme cesaretini gösterenlerin bu anlamda salt elitist bir duruş içerisinde olmadıkları da bugüne kadarki gelişmeler çerçevesinde kanıtlanmış olsa gerek.

Son altı yıla damgasını vuran barış sürecinin varılan ve uluslararası kabul edilebilirliği bulunan anlaşmadaki şartlara rağmen, bugüne değin Açe’nin halen önemli ölçüde siyasi ve ekonomik ambargoya tabi tutulmakta oluşu gözlemcilerin ortak kanaati. Askeri ambargoyu delmeyi şimdilik başaran Açe’nin kurucu güçlerinin, halen bu kapsamlı Barış Anlaşması’na rağmen ekonomik ve sosyal ambargo önünde nasıl bir politika ya da politikalar dizisi sergileyecekleri izlenmeye değer.

Açe dün oradaydı. Bugün de yerinde duruyor. Tarihi süreçlerin doğurduğu nedenlerle elbette toplumsal, siyasi değişimleri o da yaşıyor. ‘Esas’ üzerinde durulduğunda, Açe’nin ruhunu devam ettiren bir damarın gücünü yadsımak mümkün değil. Daha 19. yüzyıl son çeyreğinde kimileri mücadeleyi terk etmiş, terk etmek zorunda kalmış, arenaya havlu atmışken, Açe, tüm yoksunluğu ile ayakta duruyor, siyasi, dini, medeniyet birikiminin son unsurları ile adına bizzat Açelilerin ‘kafir’ dediği Avrupa gücüne karşı bir onur mücadelesi veriyordu. 20. Yüzyıla gelindiğinde bu mücadele bitmemiş... Gene kimileri çoktan mücadele sahasından çıkmış, ‘mücadelenin’ ne demekliğini unutmuşken, Açe bir kez daha ortaya çıkmış... Joseph Conrad’ın ‘The Heart of Darkness’ başlıklı o derin eserinde Afrika’nın yüreğine gönderme yaparken, bu göndermeyi bir başka düzeyde gündeme getirerek Güneydoğu Asya İslam ve medeniyet birikiminin kalbi, modern dönemlerin mücadele ruhunun asla bitmediği topraklar da Açe’dir diyebiliriz çok rahatlıkla. Açe, bu anlamda Güneydoğu Asya’nın kalbidir, ruhudur.

Çok değil, birkaç on yıl öncesine kadar Açe savaşına övgüler düzülüyordu ve bu savaşın başkahramanının çalışması gündemde önemli bir yer edinmişti. Yıllar geçti... Kahraman ve ordusu aynı yerlerindeydi, ancak ona övgüler düzenler aynı yerlerini koruyorlar mıydı o şüpheli. 4 Aralık’ın 36. yıldönümünde bu hareketi, liderini, mücadelesini konu alan şu veya bu şekilde kaleme alınmış kaç edebi, tarihi, siyasi, drama eser var elimizde diye sormak lazım. O zaman kim iddia edelibir ki, bu hareketi anladık, bu hareketle şu veya bu şekilde bir bağımız mevcuttur. Bu hâl içinde, iki genel sonuç çıkarmak mümkün. Birincisi, Açe ve Açe mücadelesi bizim ‘düşündüğümüz’ gibi değilmiş. İkincisi, biz Açe mücadelesinin temellerini biliyorduk, ancak biz ‘değiştik’.

Günümüzde Açe genç nesillerinin geçmişle ideolojik, kültürel, felsefi bağı kurmak suretiyle geleceği inşa etmelerinin niçinliği ve nasıllığı üzerinde düşünülmelidir. Şayet eğitim, bir anlamıyla, geçmişten geleceğe değerleri yeniden inşa etmenin adıysa bu anlamda Açe’de değerler bütününün kendinde mecz etmiş bir lider, entellektüel, siyaset adamı olarak Hasan di Tiro’nun varlığı unutulmamalı unutturulmamalıdır. Bu anlamda Açeli genç nesillerin ‘ithal önderlere’-hemen hemen hiç bir alanda- ihtiyacı yok. Bu düşüncenin pratikteki yansıması nasıl olur diye sorulduğunda cevabımız hiç tereddüt etmeden Hasan di Tiro’nun kaleme aldığı tüm eserlerinin, kaleme alınacak biyografisinin ve hareketinin tarihinin Açe’deki formel informel eğitim kurumlarında okutulmalı şeklinde olacaktır. Hasan di Tiro ile Açe halkının ilişkisini sığı savaş terminolojisi bağlamında ele alanlar ve bu indirgemecilik eğilimleriyle Açe’ye yapılacak en büyük haraketi yapmış kabul edilmelidir. 

Minggu, 02 Desember 2012

Bangsamoro’yu İnşa Etmek


Mehmet Özay                                                                                                                  30 Kasım 2012
Bangsamoro hareketinin siyasi liderleri 40 yıla varan savaş ortamından sonra varılan çerçeve anlaşmasını müteakiben çeşitli vesilelerle verdikleri demekçlerde farklı bir sürecin başladığını vurgulayageliyorlar. Burada hemen şunun altını çizelim: ortada sözü geçen barış süreci bitmiş bir barış anlaşmasına tekabül etmemekte, aksine, ‘çerçeve anlaşması’ndan sonra başlayacak ve 2016’da nihayete ermesi plânlanan kapsamlı anlaşmanın önünü açan bir gelişme olarak görülmelidir. Bu çerçevede, Barış’a gidecek sürece kimlerin müdahil olacağı çok önemlidir.

Öncelikle, bu süreç Bangsamoro Müslümanları arasında siyasi birlikteliğin tesisi ilk adımı teşkil edeceğine kuşku yok. Bununla birlikte, her halükârda ortaya çıkma ihtimali olan farklı görüş ayrılıklarının veya sürece dahil ettirilmeyen grupların bir süre sonra “yeni problemlere” kapı aralayacağı unutulmamalıdır. Silahların yerli yerinde durduğu düşünüldüğünde herhangi bir kıvılcımın ortamı yeniden alevlendirebileceği gibi önemli bir ihtimal de dikkatlerden kaçmamalı. Çerçeve anlaşmasının görece yeni nesil liderlerin inisiyatifiyle gerçekleştirildiği görülüyor. Yani Moro İslami Özgürlük Cephesi’nin liderliğini yapmış olan el-merhum Selamat Haşim’in daha önce Moro Ulusal Özgürlük Cephesi’nin taraf kabul edildiği iki anlaşma sürecine katılmadığını unutmayalım. Benzer bir yaklaşımı Açe’de hayata geçirildiği konusunda kanıları dikkate aldığımızda Güneydoğu Asya’daki özgürlük mücadelelerinin öncü lider kadrosunun etkinliğini yitirmesiyle, barış süreçleri, öyle gözüküyor ki daha kolay gündeme gelebiliyor. Her iki örnekte de, barış sürecinin özgürlükçü hareketler noktasında başlangıcını veya ilk adımını ‘bağımsızlık olgusundan’ feragât etmek olduğu dikkat çekiyor.

Müslümanlararası birliğin tesisinde acaba halkı Müslüman olan ülkelerden rol alabilecek olan var mıdır? Son gelişmeler dikkatle izlendiğinde Malezya’nın öne çıktığı görülüyor. Böylesi bir inisiyatifi almış olan Malezya’nın kendi tarihi tecrübesinden ilhamla anlaşmaya yön verebileceği düşünülebilir. O zaman sormak lazım Malezya ne tür bir tecrübeye sahiptir? Aşağıda değineceğim...

Bugün gündemde önemli bir yer işgal eden anlaşmanın nasıl bir geleceği olacağı ve şayet 2016’ya başarıyla ulaşılması halinde Mindanao’yu nasıl bir yapılanma beklediği üzerinde kısaca duralım.

Öncelikle, benzer bir anlaşmanın yıllar önce (1996) yapıldığı ve o dönem anlaşmanın kısa sürede akamete uğramasına merkezde, yani Manila’da Kongre’nin anlaşmayı yasadışı ilân etmesi neden olmuştu. Bugün böyle bir tehlikenin söz konusu olmadığını ileri sürebilir miyiz? Bu tip çatışma bölgelerinde sorunun sürgit devamında salt özgürlükçü hareketlerin niyetleri değil, aynı zamanda, merkezde bu tür savaşlardan ‘nemalanan’ siyasi ve askeri elitin varlığı göz ardı edilmemelidir. Bu noktada, Manila’nın barış niyeti kadar, Manila’da hakim siyasi odakların da izlenmesi önem arz ediyor. Tıpkı Cakarta siyasetinde Megawati ile sembolleşen ultra-Cava milliyetçilerinin varlığının Açe Barışı’nı akamete uğratabilecek güçleri gibi, Manila’da da Joseph Estrada ve Gloria Arroyo’nun, başkanlık dönemlerinde kanıtlamaları şekilde -bu anlamda Megawati ekolü olarak adlandırdığım yöntemle doğrudan savaşa ağırlık vermeleri- Bangsamoro Barışı üzerinde ‘zar atabilecek’ çevreler mevcuttur. Unutmayalım, bir önceki barış anlaşmasına giden yola ‘taş koyan’ Kongre’nin bugünkü anlaşmayı onaylaması gibi bir zorunluluk halen önümüzde duruyor. Bu barış’ın, ne gibi bir statü ile gelmekte olduğunu ve bu statünün Bangsamoro’ya neler kazandırıp neler kaybettireceğini de sormakta fayda var. Gene Açe ile karşılaştırırsak Helsinki Barış Anlaşması’nın Açe’ye kazandırdığı ‘özerk yönetim’ ile Bangsamoro’ya verileceği ileri sürülen ‘yarı-özerk’ statüler neye tekabül ediyor acaba? Siyasi açıdan Açe’nin kendisine tanınan ‘özerklik’ hakkını nasıl kullanabildiği, hayata geçirebildiği kadar, Bangsamoro’ya sunulan ‘yarı özerkliğin’ bölge Müslümanlarının sorunlarının halli için yeterli olup olmayacağı da önemli.   

Malezya’nın ‘arabuluculuğu’nda gerçekleşen çerçeve anlaşmasından sonraki süreçte bu ülkenin nasıl bir rol oynayabileceğine değinmek gerekir. Halkının önemli bir bölümü Müslüman olan Malezya’nın, nasıl bir kimlikle Barış’a taraf olduğu üzerinde kafa yorulabilir. Öte yandan, Bangsamoro sorununun hallindeki ‘ilk etap’ başarısından sonra Bangsamoro’nun siyaseten nasıl bir yönelim sergileyeceği merak konusu. Özerkliğin gündemde olduğu bölge nasıl bir siyasi yönetime sahne olacak? Bu konuda Malezya’nın bir öngörüsü, bir projesi var mı? Yoksa Malezya, tarihinden ilhamla yeraltı ve yerüstü kaynaklarının kullanımının en temel noktalar kılındığı bir ekonomik açılımdan öte bir katkı payı sunabilir mi? Malezya medyasından izlendiği kadarıyla Malezya’nın ilgisinin ikinci noktada, yani ekonomik kalkınma odaklı bir yönelimde toplandığı görülüyor. Bunda da ‘aslan payını’ elbette ‘broker’lığın sağladığı cesaret ve de kimilerince ‘hak’ olarak düşünülebilecek şekilde ekonomik üretim araçları üzerinde kontrolü ele alma niyeti izhar ediliyor. Bangsamoro’nun ekonomik anlamda kendine yeter olması elbette önemli. Ancak bu önem, ekonomik değerlerin Müslümanlar arasında paylaşımı, siyasi yönetim mekanizmasi, hukuki varlıklar vb. veya daha net ifade edecek olursak bunca yıl mücadelenin verildiği değerlerin hesaba katılıp katılmayacağını herkes kendine sormalı.

Bu safhada bölge dışına çıkarak farklı bir yapılanmanın mümkün olup olamayacağını değinelim. Bugüne kadar Mindanao ve çevresine ilgi göstermiş kurumlar olabilir. Bu ilginin boyutları elbette tartışılabilmelidir. İlgi ve alâkanın bölge Müslümanlarının tarihi, siyasi ve kültürel unsurları ile ne denli örtüştüğü, bir başka deyişle ilgi ve alâka göstermeye çalışan çevrelerin bölgeyi anlama noktasında nasıl bir çaba ve gayret içerisinde oldukları önemlidir. İlişki salt bununla da sınırlı değildir. Bangsamoro halkının karşı karşıya kaldığı siyasi ve askeri muhalefetin neye tekabül ettiğinin hesap dışı bırakılması, bölgenin anlaşılmasında kafaları aydınlatmaya değil, aksine daha da karıştırmaya neden olacaktır. Evet Bangsamoro’ya barış geldi! Ancak bu barış, -kimilerinin çokça atıf yapmağı üzere-, atalarının, 16. yüzyıl başlarında İspanyol sömürgecilerin topraklarına ayak basmasından önce önemli bir siyasi egemenlik güttüğü Bangsamorolular için ne anlam ifade ediyor? Bangsamoro’nun ‘ne olacağı’, kim veya kimler eliyle ‘varolacağı’, hangi siyasi, ekonomik ve kültürel iddiayı taşıdığı gibi soruları da gündeme taşıyor. Barış’ın gölgesinde ekonomik pastadan ne kadar çokdilim kaparımın hesabını yapanlar olacaktır kaçınılmaz olarak. Ancak gerek Mindanaolu Müslümanlardan gerekse ilgili çevrelerden yukarıda yöneltilen soruların cevabını aramaya yönelik çabaların da bir an önce gündeme getirilmesi gerekiyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=236930