Rabu, 19 Juni 2013

MILF Sözcüsü Dr. Yunos ile Moro Üzerine / Interview With Spokesperson of Bangsamoro About the Latest Developments

Mehmet Özay                                                                                                                  27 Mayıs 2013

Bangsamoro political elites are currently busier on the designing their future. The early initiatives of peace process have failed. Now both sides are more careful to reach a concrete and permanent resolution and establish an autonomous regional administration in 2016. We interviewed about the recent developments of peace process, education and population in Mindanao and some others with the spokesperson of MILF. 
                                                                                                  
Filipinler’in güneyinde Mindanao Adası’ndaki Müslüman halk kırk yıla varan bağımsızlık mücadelesinin ardından barış görüşmeleri sürecine adım attı. Bu uzun mücadelenin ardından, son dönemde MILF adıyla öne çıkan hareketin lider kadrosu, bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında strateji değişikliğine karar verdi. Aslında bu yöndeki gelişmelerin yeni olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü en son 1996 yılında, bölgede faaliyet gösteren gruplardan biri olan ve başında Dr. Nur Misuari’nin bulunduğu MNLF, Filipinler Merkezi Hükümetiyle barış görüşmelerinde bulunmuş ve ardından süreç akamete uğramıştı.

Uzun süren görüşmeler sonrasında 15 Ekim 2012’de Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da bu sefer MILF ve Filipinler Merkezi Hükümeti arasında Çerçeve Anlaşması imzalanarak barışa giden yolda ilk ciddi adım atılmış ve görüşmelere yeniden başlanması konusunda görüş birliğine varılmıştı. Hedefte 2016 yılında Mindanao Müslüman halkının kendi yönetimini oluşturacağı bir siyasi yapının oluşturulması yatıyor.Bu çerçevede MILF’in önemli isimlerinden ve Dış İlişkiler Sorumlusu Dr. Ibnu Yunos ile Moro/Mindanao hareketinin tarihi vechesini; bölgedeki nüfus dağılımını; eğitim kurumlarını; barış sürecini, gelinen noktayı ve 2016’da Mindanao’da nasıl bir siyasi yapının teşekkül edeceğine dair kapsamlı bir mülâkat gerçekleştirdik. Bu mülâkatı aşağıda yayınlıyoruz.

Moro-Mindanao Mücadelesi’nin tarihi arka plânından kısaca bahseder misiniz?

Filipinlerin güneyi pek çok ada bulunmakta ve bu adalardan en büyüğü Mindanao adıyla anılmaktadır. Bu adanın yanı sıra, bölgedeki Balasan, Sulu, Tawi-Tawi adaları da tarihte iz bırakmış iki Sultanlığına ev sahipliği yapmıştır. Günümüzde de bu bölge Bangsamoro adıyla anılan Müslümanların yoğun olarak yaşadığı  bölgedir.
Konu sömürgeciliğe gelip dayandığında, Müslüman halkın verdiği mücadelenin çok daha eskilere dayandığı gibi bir gerçekle karşılaşırız. Bu bağlamda, 1521 yılında bölgeye ulaşan İspanyol güçlerinin dini ve ekonomik nedenlerle işgal girişimleri ve bölgedeki yerli halklar üzerinde siyasi egemenlik tesis etme amaçlarına tepki gösteren kitlelerin en başında Müslümanlar yer almıştır. 16. yüzyılın ilk çeyreğinde baş gösteren bu mücadele, değişik açılımlarla kendini yüzyıllar boyunca yenileyerek var etmiştir. Bunun bir sonucu olarak İspanyollar Mindanao toprakları üzerinde hakimiyet kuramamışlardır. Nihayetinde sömürge yönetimi, 19. yüzyıl sonlarına doğru (1898) İspanyollardan Amerikalılara geçmiştir. Bu bağlamda, sömürgecilik döneminde Müslümanların mücadelesi uzun erimli olduğu ortadadır. Müslümanların yüzyıllar boyunca İspanyollara karşı verdikleri mücadelenin temelinde din, vatan ve kimlik gibi üç önemli olgu yer alıyordu. Bu süreçte bölgede iki önemli sultanlık varlık sürmüştür. Bunlar, Sulu ve Magendano Sultanlıklarıdır.

1947 yılında, modern Filipinler devletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra, Müslüman unsurlar, tıpkı Güneydoğu Asya’nın diğer bazı bölgelerinde karşılaşıldığı üzere, sömürge dönemlerinin devam ettiricisi konumundaki ulus-devlet yönetimleriyle ‘haklar’ konusundaki anlaşmazlıklar yaşamışlar ve bu nedenle bağımsızlık mücadelesini alternatif bir yol olarak belirlemişlerdir.

Filipinlerin sömürgecilik tarihinde sadece İspanyollar yok, Amerikalılar da var. Bu çerçevede Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgeye nüfuzu ve etkinliği Bangsamorolular için nasıl bir değişim getirmiştir?

Filipin Adaları, İspanyolların sömürge topraklarındaki egemenliklerini yitirmeye başladıkları dönemlerde yeni sömürgeci güçlerin egemenlik iddiasında bulunduğu bir bölge olmuştur. Bu gelişme, sömürge varlığının bölgede süreklilik kazanması gibi bir gerçeği ortaya koymaktadır. Aslında bu durum, Batılı sömürgeci güçlerin kendi aralarındaki hakimiyet sorunu nedeniyle yerli halkları aracı kılmalarına veya bir başka şekilde söylersek, yerli halkları baskı ve boyunduruk altına almalalarına neden olmuştur. Bu bağlamda, İspanyol güçleri Filipinler’den çekilirken, bölgenin hakimiyetini Amerika’ya devretmişlerdir. Sömürge güçleri arasındaki anlaşma gereği yapılan bu devir teslimin ne karşılığında gerçekleştirildiği ise oldukça manidardır. İspanyollar bu toprakları Amerikalılara 20.000 Dolar karşılığında satmışlardır. Bu gelişme Mindanao Müslümanları arasında endişeyle takip edilmiş, İspanyolların hiçbir şekilde siyasi egemenlik kurma başarısı gösteremedikleri Güney Filipinleri böylesi bir değiş tokuşa tabiri caizse malzeme yapılmasını kabullenememişlerdir.

Bununla birlikte İspanyol ve Amerikan sömürge yönetimleri arasında yerli halklara karşı uygulanan politika bakımından kayda değer bir farkdan bahsetmek mümkün. Bu bağlamda, Mindanao Müslümanları için dikkat çeken husus, İspanyolların ‘askeri güçle’ gerçekleştirme uğraşı verdikleri hakimiyete mücadelesine karşılık, Amerika’nın hem ‘yumuşak’ hem ‘sert güç’ politikasına muhatab olmalarıdır. Yüzyıllar boyunca İspanyollardan çok çekmiş olan Müslüman kitle Amerika’nın bu ‘alternatif’ politikaları karşısında görece kabullenici bir yaklaşım sergilediği söylenebilir.

Bangsamorolular hangi ırka mensubiyet duyuyor?Ve ‘Filipino’ adına yaklaşımınız nedir?

Yüzyıllardır Mindanao ve çevre adalarda yaşayan bölge Müslümanları kendilerini Malay ırkından kabul etmektedirler. Bu ilâve olarak, Filipinler’in diğer bölgelerindeki halklar da antropolojik olarak aynı insan stoğu yani, Malay ırkı arasında kabul edilmektedirler. Öte yandan, sömürge sürecinde bölgenin adı İspanyol Kralı Phillip’e atfen Filipino olarak adlandırılmış ve bağımsızlıktan sonrasında da bu kullanım devam etmiştir. Bu çerçevede, bu topraklara mensup Mindano Müslümanları da kendilerini Filipino olarak adlandırmaktadırlar. Bunun pratikteki karşılığı nüfuz cüzdanı, pasaportların bu ülke adına çıkartılmasıdır. Ancak etnik kimliği Bangsamoro, yani Moro Halkı’dır.

Bangsamoro halkının nüfus olarak karşılığı neye tekabül ediyor? Diaspora ve bölgede başka etnik unsur veya toplulukların varlığının Barış sürecine etkisinden bahseder misiniz?

Mindanao’da nüfus dağılımı önemli bir konu. Bölge tarihsel olarak Müslümanların yaşadığı bir bölge olarak bilinmekle birlikte, özellikle 20. yüzyıl ilk yarısında uygulanan iç göç politikalarıyla ülkenin başka bölgelerinden önemli sayıda Hıristiyan unsur yerleştirilmiştir. Benzer politikalara bağımsızlık sonrasında iktidarı oluşturan milliyetçi partilerce devam edilmiştir. Bu unsurlar ya az yoğunluklu Müslüman bölgelerine veya yeni açılan tarım arazilerine yerleştirilmişler, merkezi hükümetin desteğiyle belediyeler gibi idari birimler haline dönüştürülmüşler ve kendilerine tanınan bu cazip imkânlarla ve idari yapılanmalarda söz sahibi olarak buralarda zamanla çoğunluk unsuru haline gelmişlerdir.

Bu nüfus politikası sadece Müslüman nüfusun bölgede en azından kimi alanlarda azınlık konumuna düşmesine neden olmamış, buna ilâve olarak kadim Müslüman topraklarının yabancı unsurlar eline geçmesine yol açmıştır. Süreçte bazı bölgeler için nüfus değişimi konusunda girişimler yapılmış olsa da, bu konuda görüş birliğine varılamamıştır. Bugün için bölgede nüfus yapısını sağlıklı rakamlarla ifade edebilmek güç.

Bu demografik yapının Barış sürecine elbette ki bir etkisi olacaktır. Bu nedenle, Barış süreci sonunda kurulması öngörülen Mindanao Yönetimi’nin bölgedeki 24 Eyalet içerisinde Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu 6 eyalette yürürlüğe konmasını talep ediliyor. Böylece süreçte herhangi bir olumsuzlukla karşılaşılmasının önüne geçilmiş olacak. Bölgede Müslümanların toplam sayısı konusunda kesin bir rakam vermek güç olmakla birlikte 9 ila 12 milyon arasında kabul ediliyor. Ancak merkezi hükümet ‘istatiksel soykırım’ uygulayarak Mindanao Müslümanlarının 4 ila 5 milyon civarında oduğunu ileri sürmektedir.

Mindanao diasporasının, bölgenin yakın vadedeki geleceğinde söz sahibi olabileceği düşünülebilir. Ancak burada özellikle kimi ülkelerde vatandaşlık almış Mindanaolulardan ziyade, göçmen olarak bulunanların anavatanlarındaki gelişmelerle yakından ilgilendikleri dikkat çekmektedir. Süreçte, diaspora grupları arasında oluşturulacak komitelerle barış süreci ve devamına katkıları sağlanması planlanmaktadır.

Mindanao Müslüman toplumunda eğitim faaliyetleri nasıl yürütülmektedir? Özellikle Malay dünyasında İslami eğitimin temeli olarak kabul edilen pondok/pesantrenler veya benzeri kurumlar var mıdır? Modern dönemde eğitim nasıl bir dönüşüme tabi olmuştur?

Mindanao’da eğitim geleneksel temeller üzerine, yani İslami eğitim kurumlarına dayanmaktadır. Malay dünyasının diğer bölgelerinde olduğu gibi burada da adına Pondok denilen geleneksel İslami eğitim kurumlarının bölge halkının dini vemilli aidiyetinin taşıyıcısı hükmündedirler. Tarihin erken dönemlerinde güneydeki Malay topraklarından Mindanao’ya göç eden alimlerin katkıları ile İslami eğitimin ilk nüveleri atılmıştır. Bu kurumlar, aynı zamanda bölge İslam mirasında önemli bir yer işgal etmektedir. Merkezi Hükümet, bu dini okulları resmen tanımamakla birlikte Ortadoğu’da çeşitli eğitim kurumları bu okul mezunlarına kapılarını açmakta ve öğrenciler yüksek öğrenimlerini Ortadoğu’da sürdürübilmektedirler.

Bununla birlikte, geleneksel ve modern eğitimin entegrasyonu projesi çerçevesinde modern medreseler kurulmuştur. Bu kurumlar hem İslami eğitimi hem de Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatını takip etmektedirler. Eğitim sistemindeki bu değişim, günün getirdiği koşulların zorlamasının bir ürünüdür. Mindanao Müslümanları arasındaki kimi entellektüeller, geleneksel eğitim kurumlarının günün ihtiyaçlarına cevap vermediğini, ülkenin diğer bölgelerindeki halkla rekabet edebilecek insan kaynaklarının ancak modern eğitimle sağlanabileceği argümanından hareket ettikleri bilinmektedir.

Yüksek öğretim kurumları açısından bölgenin pek fazla geliştiği söylenemez. Mindanao’da sadece bir devlet üniversitesi ve bazı kolejler faaliyet göstermektedir. Özel yatırımlar olan kolejlerin büyük bir bölümü gayri-Müslimlerin yönetimindedir. Müslüman aileler maddi imkânları elverdiği ölçüde çocuklarını bu kolejlere gönderebilmektedirler. Sadece bir kaç tanesinin yönetimi Müslümanlar elinde olup, bu kurumların müfredatında İslami bilimler de yer almaktadır. Bu çerçevede Mindanao Müslümanlarının eğitim alt yapı ihtiyacının karşılanması büyük önem arz etmektedir. Eğitimde kız-erkek ayrımcılığına rastlanmamaktadır. Erkek çocukları kadar kız çocukları da öğretim kurumlarından istifade edebilmektedirler.

Ülke idari yapılanması ve Mindanao’daya tesirleri nelerdir?

Ülke Başkanlık sistemiyle yönetiliyor. Bu anlamda Amerikan sistemine benzerlik göstermektedir. Başkan, kongre ve yargı sistemi ülke yönetimini yukarıdan aşağıya belirleyen kurumlardır. Ülke politikaları merkez tarafından belirlenmekte ve bu yapılanma köy yönetimine kadar varlığını hissettirmektedir. Mindanao’da Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde yerel liderler ve vali Müslümanlar arasından seçilmektedir. Tabii burada dikkat çeken nokta, söz konusu yönetim birimleri merkezin politikalarını uygulamak zorundadır.

Barış sürecine nasıl karar verildi?

Mindanao Müslümanları olarak yaklaşık 40 yıldır bağımsızlık mücadelesi verdik. Bu süreçte orduyla sıcak çatışmalar yaşandı. Binlerce kişi hayatını kaybetti, aileler bölündü, topraklar yitirildi. Bu sürecin bir yerinde, yani 2001 yılından itibaren farklı bir politika takip etmeye başladık. Amacımız, verdiğimiz bağımsızlık mücadelesinin arzu edilen sonucu getirmeyeceği öngörülerek elde edilebilecek en iyi kazanım için girişimlere başlandı. Bu sürecin pratiğe geçirilmesinde, bölge ve küresel ölçekteki değişikliklerin rolünü inkâr edemeyiz. 2001’den bu yana, açık bir politika takip ediyoruz. Süreçte, anlaşma konusunda ve devlet ve sivil toplum düzeyinde ve uluslararası çevrelerin bu soruna müdahil olması konusunda girişimlerimiz oldu. Bu bağlamda ilgili tüm uluslararası kurum ve kurumlarla temasa geçtik. Ve uluslararası kontak grub -ki Türkiye de üye ülkelerden- süreçte yer alıyor.

Amacımız sorunun tarafsız bir sahada tartışılmasıydı. Bunda da başarılı olduğumuzu söyleyebilirim. Çünkü Malezya üçüncü taraf olarak görüşmelerin yapılmasına yeşil ışık yaktı ve bu konuda katkıda bulunuyor. Bununla, Filipinler hükümeti karşısında eşit koşullarda görüşme masasına oturmaktı. Yaklaşık on yıl öncesinde başlatılan bu inisiyatif bugün masa başında görüşmeler şeklinde devam ediyor ve inanıyorum ki, çok kısa bir sürede önemli bir mesafe alındığı ortaya çıkacaktır. Öte yandan, bugün için silahlar bırakılmış olsa da, silah tesliminden söz edilemez. Bu durum, Mindanao Müslümanlarının merkezi hükümetten gelecek herhangi bir süprize karşı güvenliği elde tuttuklarını göstermekte ve hedefe ulaşmada niyetlerindeki samimiyeti ortaya koymaktadır.

Barış sürecinde hangi noktaya gelindi?

Barış sürecinde şu ana kadar normal akışında devam ediyor ve bugünlerde sürecin belki de en önemli aşamalarından birine gelindi. 13 Mayıs’ta yapılan ara seçimler nedeniyle bu süreç biraz gecikti, ancak muhtemelen bu ayın sonunda veya Haziran başlarında imzalanması bekleniyor. Bu ara seçimlerde alınan sonuçlara baktığımızda Aquino’nun elinin güçlü olduğu söylenebilir. Tabii bu barış süreci için olumlu bir gelişme. Kısa bir süre sonra, kapsamlı siyasi yönetim yapısının şekillenmesine olanak tanıyacak anlaşmanın imzalanması gündeme gelecek.Şu anda, Hükümet ve MILF tarafı, Bangsamoro Temel Yasası’nın yazımını üstlenecek 15 kişilik geçiş komitesini belirleme aşamasında. Üyelerden 8’i MILF tarafındna 7’si Merkezi Hükümet’çe belirleniyor. Ancak üyelerin 14’ünün Bangsamorolu ve Müslüman, bir üye ise Bangsamoro dışından ve gayri-Müslim. Bu yasanın yazımı önemli bir süreç ve bu yasayla Mindanao yönetimi şekillendirilecek. Yasanın tamamlanması 2015 yılı ortalarını bulacak ve ulusal kongreye sunulacak. Kongrenin onaylaması ve Devlet Başkanı imzasının ardından Mindanao’da bu yasanın kabulü konusunda referandum yapılacak.

Devlet Başkanı Aquino’nun bu süreçteki rolü nedir?

Bu süreçte en önemli moral destek Devlet Başkanı Aquino’nun sorunun çözümü konusundaki kararlı bir duruşundan geliyor. 2016’da yapılacak genel seçimlerde aday olmayacağı tahmin edilen Aquino seçimler öncesinde Mindanao sorununu çözmek istiyor. Aquino, Filipinler iç siyasetinde söz sahibi bir aileden geliyor. Annesi Kuruson Aquino da devlet başkanlığı yapmıştı. Özellikle babasının Mindanao meselesine olumlu yaklaşım sergilemişti zamanında. Tabii, Aquino’nun sorunu çözme konusundaki ısrarına rağmen, yakın çevresinde örneğin kabine üyelerinden ne kadar destek aldığı konusu şüpheli.

Bu anlamda Barış süreci inisiyatifinin tamamıyla MILF tarafından geliştirildiğini söyleyebilir miyiz?

Elbette. Bugün geldiğimiz nokta bizzat bizim geliştirdiğimiz bir diplomatik çabanın bir ürünüdür. Malezya’nın rolü bize yardımcı olmak bu süreçte. Malezya bu süreçte sadece fasilitatör rolü görüyor. Ve bunda da başarılı.

2001’den bu güne kadar, MILF’i anlaşma konusunda zorlayan ne oldu? Bağımsızlık sağlanamayacağını öngördünüz, veya uluslararası gelişmeler vs.

Temelde bizim amacımızbağımsızlık konusunda ısrarımızı korumaktı. Ancak, özellikle Güneydoğu Asya’daki bağımsızlık hareketlerinin geleceğinin olmayacağını görerek bu konuda politika değiştirmek zorunda kaldık. Öyle ki, Malezya bile bağımsızlık iddiasından vazgeçilmesi halinde müdahele edebileceğini beyan etti. Nihayetinde ‘self-determinasyon hakkı konusunda görüş birliğine vardık ve barış masasına oturduk. Daha önce de ifade ettiğim üzere, 2001’den bu yana bu hedefin gerçekleştirilmesi için uzun bir süreç içerisine girdik. Bağımsızlık, günümüzde mümkün olmadığını görüyoruz.

Bağımsızlık hayal ötesi gibi bir şey mi?

Hayır öyle demek de istemiyorum. Müslümanlar olarak bu konuda bir tereddütümüz yok. Ancak mevcut şartlarda bu konuda bir gelişmenin olamayacağını görüyoruz. Şartlar bize bugün self determinasyonu dayatıyor. Biz de alabileceğimizin en iyisini alma konusunda çaba gösteriyoruz. Aralarında Avrupa Birliği üye ülkelerinin de olduğu uluslararası çevreler bu şartlarla bize destek olacaklarını beyan ettiler ve bu bağlamda bugüne kadar da bu desteği almış bulunuyoruz. 

MILF dışında gruplar olduğunu biliniyor. Ayrıca MILF içinde bir muhalefetten söz edilebilir mi? Bu grupların barış sürecine katkıları veya engelleri söz konusu mu?

MILF içinde, barış sürecine olumsuz yaklaşan küçük bir grubun dışında büyük çaplı muhalif yapılanmalar yok. Zaten bu grup da bizim kontrolümüz altında. Bu grubun barış sürecine olumsuz bir etkisi olacağını düşünmüyoruz. Prensip olarak iç çatışmadan yana olmadığımızdan, onlarla diplomasi dili kullanıyoruz. Hükümete bunun kendi iç sorunumuz olduğunu ve barış görüşmeleri üzerinde bir etkisinin olmayacağını ifade ettik. Tek gayemiz var o da en kısa sürede kendi yönetim hakkımızı elde etmek. Bu konuda herkes hem fikir diyebilirim. Bunun dışında, MNLF lideri Dr. Nur Misuari’nin bir duruşu var. Misuari zaten anlaşma var, bir daha niye anlaşma imzalanıyor argümanını öne sürerek karşı çıkıyor. Bu, Misuari’nin her zaman gündeme getirdiği bir konu. Ancak Bangsamoro halkına sorduğunuzda 1996 yılında MNLF ve Filipinler Hükümeti arasında yapılan anlaşmanın başarısızlık olduğunu ifade ediyorlar. Bangsamoro halkı bu anlaşmanın sorunu çözmediğini ve bu nedenle MNLF’e hayır diyor ve alternatif arayışında olduklarını beyan ediyorlar. Şu anda Bangsamoro’da pek çok kişi son barış görüşmelerine olumlu bakıyor.

Bu çerçevede, MILF’in şu anda Bangsamoro halkını temsil eden tek meşru siyasi güç olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet. MILF, verilen mücadele baskın olan gruptur.40 yıl boyunca mücadele verdik. Çok acı çektik. Şimdi halkın tek derdi günü kurtarmak. Bu tip yapılanların halkın geneline bir şey verebileceğinden şüpheliyim. Çünkü verdiğimiz mücadele sonunda geldiğimiz nokta önemli. MILF, Mindanao’da kendi yönetimimizi kurana kadarki süreçte bir araç vazifesi görecek. Ondan sonra yerel siyasi yapılanların demokratik mücadelesi sonunda hükümet kurulacak. Hükümeti kurduğumuzda gayemiz, halkın bu gelişmeden mümkün olduğunca istifade etmesi. Ancak şunu söylemeliyim ki, İslami terbiye ve eğitimden taviz vermemeliyiz.

Barış süreci arzu edildiği şekilde kazasız atlatılırsa, 2016’da Bangsamoro’da nasıl bir siyasi yapı ortaya çıkacak?

Bansamoro Temel Yasası kabul edildiğinde, Mindanao ve çevre adalarda yerel partiler kurulacak. Bu konuda toplumun değişik kesimleriyle görüşmeler yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Arzu eden oluşumlar siyasi partilerini kurup siyasi rekabete katılabilecekler. Bangsamoro ve Merkezi Hükümet arasında paylaşıma dönük siyasi yapılanma yürütülecek. Bangsamoro Hükümeti’nin yasal dayanağı Bangsamoro Temel Yasası olacak. Merkezi Hükümet savunma, dış güvenlik, dış ilişkiler, uluslararası ticaret vb. alanlarda; Bangsamoro Hükümeti de siyasi güç ve refah paylaşımı noktasında bölgede söz sahibi olacak. Bu bağlamda, bölge gelirlerinin paylaşımında %75 Bangsmoro Hükümeti’ne, %25 Merkezi Hükümet’e gidecek. Bangsamoro Hükümeti, aynı zamanda İslam Hukuku’nu uygulama hakkına sahip olacak. 

Halka bu anlaşmanın doğası gereği kapsayıcı olduğunu anlattık, anlatmaya devam ediyoruz. Bu anlamda, anlaşma sadece Müslüman kitleleri değil, gayri Müslimleri de da içine alacak şekilde dizayn ediliyor. Bu, özellikle bölgede yaşayan gayri Müslim halk için çok önemli. Örneğin, ekonomik gelirlerin paylaşımı bölgede yaşayan herkes için önemli bir avantaj anlamına geliyor. Bu bağlamda sadece Müslümanların değil, gayri Müslimlerin de istifadesine açık olacaktır. Bugün ülkede, eyaletlerden Merkez’e akan toplam gelirin ancak %20-25’i eyaletlere hizmet olarak dönüyor. Bizim alacağımız %75’lik gelir tüm halkın kalkınmasına katkısı olacaktır.

‘Bangsamoro Temel Yasası’nda İslam Hukuku’na yer verileceğini ifade ettiniz. Bu konuda içerden ve dışardan çevrelerin allerjisi olduğu biliniyor. Niçin İslam Hukuku uygulanmasını anlaşma maddeleri arasında görmek istiyorsunuz?

Evet, haklısınız. Müslümanlar arasında bile İslam Hukuku dendiğinde muhalefet eden çevrelerin olduğu bir gerçek. Bizim için bu önemli. Yani, İslam Hukuku olmalı... uygulamada neyle karşılaşacağımızı şimdiden kestiremiyorum. Ancak bu konuda İslam Hukuku’nun varlığını önemsediğimizi ve mutlaka anlaşma maddeleri arasında yer alması gerektiğini düşünüyoruz. Tabii şimdilik söyleyebileceğim İslam Hukuku’dan kastımız Aile Hukuku ile sınırlı olacağı yönünde. Diğer bazı hukuki uygulamaları gündeme getirdiğimizde karşı taraftan itirazlar gelecektir.

Kıymetli görüşleriniz için çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.


Selasa, 18 Juni 2013

Malezya Siyasetini Anlamak İçin...

Mehmet Özay                                                                                                              13 Haziran 2013

5 Mayıs 2013’de yapılan 13. Genel Seçimler, Malezya siyasal yaşamında önemli kırılmaların yaşanmasına neden oldu. Bu bir süpriz miydi, yoksa kaçınılmaz bir sonuç muydu? Muhalefet 2008’de seçimlerinde oy ve milletvekili sayısını artırması üzerine, dur durak bilmeksizin merkez güçlere siyasal anlamda ‘son darbeyi’ vuracağını düşündüğü bir sonraki seçim için hazırlıklara başlamıştı. Bu karşılık, iktidarı oluşturan güçlerin elli beş yıllık kazanımlarının elden gitmemesi için Başbakan Necib’i öne çıkartarak, onun bizzat sahiplendiği icraatlarda muhalefetin geliştirdiği ‘yeni dili’, pragmatik ve pratik yaklaşımlarla reel politikalara dönüştürme gayreti içerisindeydi. Ülke siyasal yaşamında bir ilk olan böylesi bir iktidar mücadelesi nedeniyle 5 Mayıs seçimlerini yüzyılın seçimi olarak adlandırıyorduk. Bu yaşananların neye tekabül ettiğini anlamlandırmak için biraz geriye gidip, özellikle 1960’lı yılların ikinci yarısında neler olup bittiğine bakmak gerekiyor.

Malezya’da siyasal yaşamda en önemli kırılma 1969 seçimlerinde yaşanmıştı. Bağımsızlık sonrasında aradan geçen on yıl zarfında Malayların ekonomik geri kalmışlıktan kurtulamamaları, eğitim olanaklarından yoksun kalışları vb. nedenler öne çıkıyordu. Malay kitlelerdeki hoşnutsuzluğu giderme adına UMNO liderliğindeki Federal Hükümet 1967 yılında Malay dilini resmi dil kabul eden yasayı parlamentodan geçirdi. Aslında bu yasa süpriz bir gelişme değildi. Çünkü Bağımsızlık öncesinde İngilizlerle yapılan görüşmelerde ilk on yıl İngilizce ve Malayca resmi dil olacak, on yılın sonunda da Malayca yegane ulusal ve resmi dil olarak kabul edilecekti.

Tabii sorunu bu tekil nedene indirgemek hatalı olur. 1963-65 yılları arasında Singapur’un Federal yapıya dahil olması üzerine başında Singapur’un kurucu babası Lee Kuan Yew’un bulunduğu Halkın Eylem Partisi’nin (PAP) tüm Malezya topraklarında örgütlenmesine ve seçimlere girmesine izin verilmemesi Çinli kitleler üzerinde siyasal yaşamın dışında tutulmaları yönünde bir algının oluşmasına yol açtı. Bu süreç, Malay Federasyonu’ndaki en önemli siyasi yapı olan bir şekilde ‘kutsal’ ittifak olarak da zikredilebilecek UMNO (Birleşim Ulusal Malay Birliği) –MCA (Malaya Çin Birliği) – MIC (Malaya Hint Birliği) arasındaki ittifak (Alliance) içerisinde yer alan Çinlilere hitap eden MCA’ın seçmen kitlesinin taleplerini yerine getirmediği şeklinde yorumlandı. MCA’ın Çin azınlık kitlesinin haklarını koruma noktasında zaafiyet gösterdiği argümanının toplumda güçlü bir karşılık bulmasının yansıması olarak bu sürecin sonunda Hareket Partisi (Gerakan) adıyla Çin etnik yapısına hitap eden yeni bir siyasi oluşum hayata geçti. MCA’ın zaaflarını değerlendirmede başarılı olan Hareket Partisi, 1969 seçimlerinde özellikle Penang ve Çinlilerin yoğun olarak yaşadıkları kimi şehir ve kasabalarda Çinli seçmenin desteğine mazhar oldu.

MCA’ın oy ve dolayısıyla milletvekili kaybı İttifak’ın Federal Parlamento’daki gücünü büyük ölçüde etkilemese de, Malay siyasetinde nasıl bir denge kaybına yol açtığını gösteriyordu. 1969 seçimlerinde Hareket Partisi’nin yanı sıra, Malay seçmene hitap eden Malezya İslam Partisi de (PAS) UMNO’dan ‘oy devşiriyordu’. Bir yanda Çinli, öte yanda Malay seçmende merkez siyasi yapıya yönelik bir ‘seçim darbesi’ ülkede bağımsızlık öncesi kurulan dengeleri bozmaya yeter sebep kabul edilebilir. Çünkü ülke bağımsızlığa giderken, İngilizlerin kaydı-şartıyla etnik unsurlar arasında bir denge üzerine ihsas edilmişti. Bu dengenin yitirilmesi ya ‘smart’ bir politika ile dengelerin kurulmasını veya istenmeyen kimi siyasi ve toplumsal sonuçların ortaya çıkmasına elverecek boyuttaydı.

1969 seçimlerinde Penang Adası kadar merkez güçleri endişeye düşüren bir diğer gelişme -tıpkı 2008 ve 2013 seçimlerinde olduğu gibi- Selangor Eyalet yönetiminde muhalefetin sergilediği başarıydı. Tam da burada Selangor niçin bu kadar önem sorusu sorulabilir. Selangor’un coğrafi sınırları, başkent Kuala Lumpur’un önemli bir bölümünü içine almasıyla dikkat çekiyor. Bir diğer özelliği ise, ekonomik değerler anlamında ülkenin en zengin Eyaleti olması. Kara, deniz ve havayolu taşımacılığına elverecek jeo-stratejik konumu nedeniyle yerli yabancı pek çok şirketin yatırımlarının konuşlandığı bir mevki. Bu ekonomik hususiyet, aynı zamanda Selangor’daki seçmen kitlesinin niteliği konusunda da bir fikir veriyor. O da sanayi yatırımları nedeniyle Çinli seçmenin varlığına, yüksek öğretim mezunu, özel veya kamu sektöründe çalışan, merkez politikalara eleştirel yaklaşan ve kırsaldaki Malay nüfusundan farklı taleplerle toplumsal arenada kendini ortaya koyan orta sınıfa mensup Malayların gücünü de yadsımamak gerekir.

1969 seçim sonuçları kutlamalarının başta Kuala Lumpur olmak üzere ülkenin diğer şehirlerine sıçrayarak anarşiye dönüşmesi üzerine, üç yüz kadar Çin ve Malay çatışmalarda hayatını kaybetti. Çinliler özellikle Selangor’dakiler aldıkları başarıyı kutlarken, Malay seçmen kitlesi de toplumsal yapı içerisinde zaten pek de tatminkâr olmayan kendi konumlarını daha da olumsuz etkileyeceği kaygısıyla tepkilere cevap veriyordu. Malay seçmenin tepkilerinin ardında, Bağımsızlık sürecinde Malay kitlelerin özellikle eğitim ve ekonomik yoksunluklarını gidereceği ileri sürülen maddelerin hayata geçirilememiş olmasından duydukları kaygılar önemliydi. Hâlâ kırsal yönelimli bir nüfus dağılımı sergileyen Malaylar karşısında Çinlilerin şehir ve kasabalarda sanayi, ticaret vb. alanlardaki gelişmişlikleri -İngiliz sömürgesi döneminden kalan bir psikolojinin yani, modern Malezya şartlarında bir tür ‘aşağılık kompleksinin’ yeniden nüksetmesine yol açtı. Öyle ki, Çinliler Kuala Lumpur caddelerinde gerçekleştirdikleri gösterilerinde ‘Malaylar Köylerine Dönsün’ türünde sloganlar atması, Müslüman Malayların da ‘yeşil’ bayraklarla karşılık vermelerihiç kuşku yok ki bardağı taşıran son damla oldu.

Köylerine sıkışıp kalmış olan Malayları o güne kadar bu tıkanıklıktan çıkartacak tek araç, kamu sektöründeki istihdamdı. Bu nokta önemli... Çünkü kamu istihdamı, yönetimin Malaylar eline devredilmesini öngören Bağımsızlık öncesi anlaşma maddesine dayanmaktadır. Bu çerçevede, Bağımsızlık öncesinde etnik yapılar arasında kurulan dengeler hesabında Malayların sadece idareyi ellerinde tutmayı başarabildikleri görülür. Aslında bu başarının, İngiliz sömürge yönetiminin özellikle 19. yüzyıl sonlarından başlayarak ve de 1920’lerde giderek ivme kazanacak şekilde o dönemki adıyla ‘Malaya’ topraklarında kamu sektöründe ihtiyaç duyulan orta ve düşük profilli memur tabakasının yetiştirilmesinde önceliği saray çevreleri ile soylu ailelerinin çocuklarının eğitimine vermeleri yatar. Bu süreç öyle sanıldığı gibi, geniş Malay kitlelerini içine alan bir eğitim sürecine kapı aralamamış, aksine Müslüman Malay toplumunda o döneme kadar saray-soylu-halk (rak’yat) arasındaki görece yakın bağın gevşemesine, zamanla çözülmesine ve nihayetinde çatışma boyutlarına varacak ayrışmalara yol açmıştır.

1969 yılı 13 Mayıs’ındaki hadisenin ertesinde etnik çatışmaların büyümesini önlemek adına Parlamento feshedildi ve yönetim yirmibir ay boyunca ülke ‘özel yönetime’ devredildi. Çinlilerin kaybedeceği bir şey yoktu. Zaten ekonomik olarak ‘özgürlükleri’ ellerindeydi ve devlet onlara muhtaçtı. Varsıl olanları çocuklarının eğitimlerini ülkede halen aktif olan İngiliz okullarında ardından Singapur, Tayvan, Çin, Avusturalya’daki yüksek öğretim kurumlarında karşılıyorlardı. Böylesi bir eğitim sisteminden geçen Çinli azınlığın ülkeye ne türden bir bağlılık besledikleri de başlı başına bir sorundu. Problemin öte yanında, kendilerini ülkenin ‘asıl sahipleri’ addeden Müslüman Malayları durumuydu. Tarım ve balıkçılık sektörüne bağımlılıktan henüz kurtulamamış, geniş tarım alanları çevresine dağılmış nüfus yapısına hitap edecek kapsamlı bir eğitim sisteminin yokluğu vb. faktörler nedeniyle ‘özel yönetim’ Yeni Ekonomi Politikası (NEP) adıyla bir dizi reform yapılanmasına gitti. Kısaca ifade etmek gerekirse, bu politikaların üç temel saç ayağına oturduğu görülür: Malay dilinin resmi dil kabul edilmesi; Malaylara yönelik ‘özel haklar’; Sultanların statüleri ve azınlıkların vatandaşlık haklarının sorgulanmaması. Bu hususlar anayasa güvence altına alınmış ve ihlâlleri halinde önemli yaptırımlar gündeme getiriliyordu.Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, ülkede ‘ulusal birlik’ kurmaya yönelik olarak İngilizce eğitim veren okullar ‘millileştiriliyor’, tüm okulların tedrici olarak Malay dilinde eğitim yapmalarını zorunlu kılıyordu; Malay kitlelerin ekonomik kalkınmalarını sağlayacak bir dizi kararlara imza atıyordu. Açıkçası, o güne kadar inşasında sömürge döneminden taşıdığı yapısal bozukluklar nedeniyle Malezya toplumu yeniden dizayn ediliyordu.

Ülkenin içine girdiği bu hassas dönemde yeniden yapılanmadan siyasi partiler de payını alıyordu. Sadece Çinli seçmen kitlesinde değil, özellikle Kuzey Eyaletleri’ndeki Malay kitlesinin muhalefette karşılığını bulması üzerine yaşanan kayıpların ancak Hareket Partisi’nin ittifaka dahil edilmesiyle giderilebilirdi. UMNO da böyle yaptı... ‘Özel yönetimin’ davetiyle seçimlerden görece zaferle çıkan muhalefetteki ‘Hareket Partisi’, ‘PAS’ ve Saravak Eyaleti’ndeki yerel parti ‘Saravak Birleşik Halk Partisi’ (SUPP), UMNO çatısı altındaki ittifak gücüne dahil oluyordu. Bu sürecin dışında kalan tek parti Halkın Eylem Partisi’ydi (DAP). İttifakı genişletmeye matuf bu girişim hiç kuşku yok ki, 1969 seçimlerinde başarısızlığı teyit edilmiş ‘Malezya ulusu yaratma’ projesine ivme kazandırmayı amaçlıyordu.

Yaklaşık elli yıl öncesi bu hadiseden bugüne geldiğimizde 5 Mayıs 2013 seçimlerinde yeni bir siyasi tsunaminin yaşandığı görülüyor.1969’da Hareket Partisi’nin ve bir ölçüde PAS’ın ‘muhalefet’ partileri olarak gösterdikleri başarının ülke siyasal yaşamında açacağı derin yarıkları hesap eden merkez güçler, bir süre sonra ‘kutsal’ ittifaklarına yeni partileri katmak zorunda kalıyordu. O günlerde ittifaka katılmayan DAP için 5 Mayıs seçimlerinin belki de gerçek kazananı dersek yanılmış olmayız. Hareket Partisi ise, artık dünkü muhalefeti temsil etmiyor... PAS da zaten girdiği ittifak ilişkisinden 1978 yılında koptu...

1969 seçimlerinde UMNO’yu tedirgin eden husus, özellikle Çinli seçmenin kaybedilmesi nedeniyle, ‘Malezya ulusalcılığı’ bağlamında bir kimlik inşasının gerçekleştirilememiş olmasıydı. Bugün de aynı kaygının belki katlanarak ortaya çıktığı görülüyor. Üstüne üstlük, geçen onyıllar boyunca şehirli nüfusdaki artışa paralel olarak orta sınıf Malaylar arasında merkez güçlere muhalefetin kesifleşmesi de cabası. Peki şimdi ne olacak?
UMNO liderliğindeki Ulusal İttifak (Barisan Nasional), oyların ancak %48’ini alsa da, toplam 222 sandalyeli Federal Parlamento’da 133 milletvekili çıkardı; üçte iki çoğunluğu sağlayamasa da halen iktidarda. Çinli seçmenin oylarının neredeyse %90’ı muhalefete gitti. Hintli seçmen kitlesinin genel nüfusa oranı düşük olsa da, muhalefete yöneldiği gözlemleniyor. Yani Ulusal İttifak içerisinde varlık gösteren sadece UMNO... Ancak UMNO’yu bu bağlamda ne kadar başarılı saymak mümkün şüpheli. Çünkü seçmen kitlesini kırsal ve özellikle de Sabah, Saravak gibi iki eyalet oluşturuyor. MCA ve MIC’de parti içi karışıklık gündemde. Ülkenin şehirli, orta sınıf Malayları ise Enver İbrahim’e desteğini sürdürüyor.

Bu anlamda, Malezya ulusu inşasında süreç neredeyse sıfırdan bir kez daha başlıyor. Tıpkı 1960’larda olduğu gibi sorunun temelinde ‘eğitim’ olduğunu keşfeden iktidar güçleri, “öğretmenlere büyük görev düşüyor”, “Birliğin yolu Malay dilinde eğitimden geçer” türünden  ifadelerle görev dağılımı yapmaya başladılar bile. Siyasal yaşam ise durulmuş değil. İktidar güçleri bu yıl sonlarına doğru yapılacak UMNO Genel Kurul toplantısında Başbakan Necip ve Başbakan Yardımcısı Muhyiddin Yasin’e alternatif isimler çıkmaması için şimdiden progpagandaya başladılar. Oysa Dr. Mahathir’in seçim öncesinde partinin performansı bağlamında UMNO’da neler olması gerektiğine dair ‘işareti’ vermişti... Sorun UMNO’yla da bitmiyor.

İktidar koalisyonu ortağı partilerin başarısızlıkları, genel oy dağılımında muhalefetin gerisinde kalış gibi faktörler başat siyasi unsur UMNO’yu -tıpkı 1969’daki gibi- yeni ittifak arayışlarına itebilir. Beş yıl sonra –belki de öncesinde- yapılacak seçimlerde kayıpların katlanarak ortaya çıkmasını engellenmek isteniyorsa yeni ittifak girişimleri kaçınılmaz. Ancak dünle kıyaslandığında UMNO’nun bu süreçte elinin ne kadar güçlü olduğu şüpheli. “İlkelerimizden taviz vermeyiz” diyen DAP yönetimi, Malay ruhunu farklı bir evreye taşımaya aday Enver İbrahim’le yaşanan kırılmalar en azından şimdilik böylesi bir ittifaka yeşil ışık yakmış değil. Geriye kalan bir alternatif var ki o da PAS... PAS’ın kendi iç dinamiklerinin önümüzdeki süreçte UMNO yaklaşımlarına nasıl karşılık vereceğinde belirleyici olacak. Parti içindeki gelenekselci kanada karşılık reformcu kanatın varlığı biliniyor. Seçimlerde arzu edilen başarının yakalanamaması, Kedah Eyalet yönetimini UMNO’ya kaptırılmış olması, muhalif söyleme yönelen kimi üst düzey yöneticilerin partiden kopması, yıllardır liderlik konumunda olmuş Nik Aziz’in seçim sonrasında yirmi iki yıl görev yaptığı Kelantan Eyalet Başbakanlığı’ndan çekilmiş olması gibi faktörler PAS içerisinde yeni yapılanmaların ufukta olduğunu ortaya koyuyor. Gelinen bu noktada hiç kuşku yok ki, “PAS’ın, UMNO’nun sunacağı imkânları reddedecek siyasi bir argümanı kaldı mı?” sorusunun cevabı gelişmelere yön verecek.

Minggu, 16 Juni 2013

Aceh, Mangkuk Nasi Indonesia?

Mehmet Özay                                                                                                                         16.06.2013

ACEH adalah wilayah dengan populasi rendah jika dibandingkan dengan ukuran geografinya. Sehubungan dengan ini, kegiatan-kegiatan pertaniannya, terutama pembudayaan beras, mencakupi area yang luas. Oleh karenanya, Aceh diakui sebagai salah satu provinsi penanaman beras paling produktif di Indonesia. Areanya terbentang dari sekitaran Banda Aceh hingga Aceh timur termasuk dari wilayah pesisiran hingga kecamatan di pedalaman. 

Bahkan menurut beberapa kalangan, Aceh dapat diperkirakan sebagai mangkuk nasi Indonesia. BULOG membeli beras dengan jumlah signifikan dari Aceh. Sebagai tambahan, pihak perantara mengumpulkan produk beras dan mengirimnya ke Medan untuk diolah lebih jauh sebelum kemudian dijual dengan harga lebih tinggi. Walaupun begitu, harus diperhatikan bahwa sektor beras pada awalnya tidak dikelola oleh produsen-produsen besar, sebaliknya dikomando oleh produsen-produsen kecil dan menengah seperti pabrik bisnis keluarga yang dipupuk dengan usaha sendiri.

Sebab itulah ‘perantara’ dapat memperoleh laba lebih banyak dari bisnis mereka daripada produsen semula, sekaligus menjadi pembuat kebijakan dan dominan dalam bisnis semacam ini, misalnya dalam memutuskan harga pasokan beras dan lain lain. Poin penting selanjutnya adalah berkaitan dengan pihak produsen awal, artinya, mereka tidak memiliki hak yang layak untuk menjual produk-produk mereka dengan harga yang menguntungkan. Satu aspek negatif lainnya dari bisnis ini adalah proses produksi beras lebih sering berjalan tanpa sistem irigasi yang terkendali.

Sebagaimana yang tersebut dalam data-data yang telah diterbitkan, hampir 80% lapangan pertanian hanya diairi oleh kondisi iklim normal, dan hanya 20% lainnya yang dialiri dengan sungai-sungai layak berbasis sistem irigasi. Ketika Aceh memiliki potensial dalam segi produk-produk pertanian khususnya beras, dunia secara berangsur mengenyampingkan perbincangan-perbincangan mengenai ‘krisis pertanian’ yang tampaknya akan segera muncul sekurang kurangnya dalam beberapa wilayah penting di dunia. Dan tanpa diragukan, wilayah-wilayah dengan keamanan secara pertanian akan dapat bertahan dengan kuat.

Sekaranglah saatnya untuk bertanya apakah kalangan-kalangan terkait seperti Dinas pertanian, produsen, akademia memiliki pikiran-pikiran berkenaan dengan issu signifikan ini. Apakah pembuat kebijakan pemerintah Aceh memikirkan tentang potensial lahan dengan fokus meningkatkan kultivasi lapangan beras? Satu contoh saja sudah cukup untuk meyakinkan apa yang saya maksud dengan pertanyaan ini. Malaysia mengelola hanya sekitar 75% beras dan selebihnya harus dibeli dari negara-negara tetangga seperti Thailand. Sedangkan Negara Teluk, atau negara-negara perbatasan Samudra Hindia tidak memiliki lahan layak apapun untuk mengkultivasi seperti beras, gandum, dan lain sebagainya.

Oleh karenanya mereka perlu membeli dari negara lain. Aceh, dalam hal ini, berada begitu dekat dengan Malaysia dan hanya beberapa hari jarak dari negara teluk tersebut yang telah diamati memiliki koneksi sejarah dengan dunia Melayu, termasuk Aceh. Apa yang coba saya sampaikan secara implisit di atas adalah tanpa diragukan berhubungan dengan mekanisme pertanian berbasis modern. Meskipun begitu, Saya ingin mengucapkan satu aspek membahayakan dari proses tersebut.

Sebagaimana yang telah ditinjau hampir di setiap proses modernisasi di Negara-negara Dunia Ke-tiga, proses mekanisme semacam ini menggantikan pekerjaan-pekerjaan manual petani-petani dan meninggalkan mereka terasing di tengah-tengah kampung halamannya. Dan kondisi semacam ini memaksa produsen-produsen kalangan bawah untuk berpindah ke kota-kota besar dan membangun rumah-rumah berjeratan sambil kehilangan tradisinya dan lebih terdiskriminasi mengingat budaya kota yang jauh berbeda.

Ini bukan sekedar perubahan sederhana bagi kehidupan orang-orang kampung. Sebaliknya ini akan berdampak besar pada kehidupan kota, administrasi dan kemasyarakatan juga. Keberadaan pendatang bagi pemukiman kota mendorong pihak kotamadya atau administrasi kota untuk mendapatkan dana yang lebih besar untuk menyediakan tuntutan terhadap infrastruktur. Namun tanpa pemasukan yang memadai dari anggaran pemerintah, pihak administrasi kota juga akan memiliki masalah dengan bayi-bayi baru lahir.   Keberadaan populasi perkampungan di kota-kota akan menambah persoalan benda dan bukan benda yang sudah ada. 

Maka, harus ada usaha pemecahan terhadap persoalan-persoalan yang akan segera menggeroti di masa yang akan datang oleh setiap kalangan terkait termasuk administrasi, akademisi, sektor swasta, dan lain sebagainya. Mereka harus menemukan solusi praktis yang akan memudahkan kehidupan orang-orang kampung tanpa merampas kehidupan mereka di tanah kelahiran atau menjadikan mereka terlunta-lunta di sekitaran kota sebagai orang-orang tanpa akar. Ketika saya berbicara tentang akademisi, saya ingat saat mengkuliahi anak-anak Fakultas Pertanian Unsyiah beberapa tahun yang lalu. Kuliah tersebut berada dalam deretan subjek pengetahun sosial seperti teori sosial yang saya lakukan secara sukarela berdasarkan dukungan dari Prof. Darni Daud dan pertolongan anggota-anggota fakultas.

Meskipun topik tersebut adalah teori sosial pada dasarnya tidak jauh berbeda dengan kenyataan-kenyataan sosial. Sebagaimana diketahui, teori dikembangkan berdasarkan realitas kehidupan sehari-hari. Sepanjang minggu, kita fokus pada pemahaman akan komponen-komponen perubahan sosial karena itu merupakan mesin kemasyarakatan dan mendiskusikan beberapa contoh dari berbagai kelompok masyarakat melalui sikap partisipasi dengan murid-murid dari kelas. Saya ingin menonjolkan fakta pencapaian beberapa murid yang saat ini mungkin telah selesai dan pulang ke kampung halamannya masing masing. Mereka sebagai sumberdaya manusia tidak boleh diabaikan demi proses mekanisasi tersebut di atas dan perubahan sosial di Aceh baru. Barangkali mereka telah mulai berkontribusi baik dalam skala besar atau kecil untuk masyarakat sekitar berdasarkan qualifikasi akademik mereka.

Tapi barangkali juga ada keprihatinan tentang bagaimana mereka dapat memaksimumkan kontribusi mereka, dengan begitu mereka baru dapat menuntun masyarakat di sekeliling. Di sini, saya ingat seorang murid saya bernama Mahlil dari Bireuen yang memiliki inisiatif dan memulai enterpreneurship di kampung halamannya. Saya yakin ada banyak Mahlil-mahlil lainnya yang telah menelusuri pilihan yang sama. Sebelum berangkat pada penghujung artikel ini, saya juga ingin menyorot satu sektor lainnya yang dapat membantu menanggapi perubahan tersebut. Bukan rahasia lagi ketika seseorang mendengar ‘Aceh’, persepsi orang-orang secara global adalah penegakan syariat Islam.

Yah, untuk batas tertentu, itu benar.Tapi persoalannya adalah dalam ruang lingkup bagaimana syariat Islam di Aceh dilaksanakan terhadap masyarakat Aceh. Sehubungan dengan isu yang sedang kita bincangkan, beberapa pihak berpendapat bahwa syariat tidak memberikan solusi dan tidak bersikap kontributif. Itu benar. Jadi, Apakah dengan begitu kita tidak bisa memikirkan cara-cara yang membuat shariah kontributif? Karena kita sedang berbicara tentang perubahan sosial termasuk pada kehidupan keluarga, sikap, moral, dan lain sebagainya, para ahli hukum syariat perlu diundang untuk merenungkan permasalahan ini.

Ketika Aceh mungkin akan segera menghadapi pencapaian tinggi dari proses produksi pertanian, pihak-pihak terkait perlu menyibukkan diri untuk menemukan pemecahan-pemecahan dan memberikan arahan yang benar bagi perubahan sosial. Tanpa diragukan ini menjadi sebuah aspek unik masyarakat Aceh dalam menangani persoalan-persoalannya dan tentu akan menjadi model bagi masyarakat-masyarakat dari wilayah sekitar dengan persoalan yang sama atau di dunia secara global.

http://atjehpost.com/saleum_read/2013/06/16/55810/77/3/Aceh-mangkuk-nasi-Indonesia

Selasa, 11 Juni 2013

Güneydoğu Asya’da Müslüman Azınlıklar Gerçeği / The Reality of Muslim Minorities in Southeast Asia

Mehmet Özay                                                                                                               10 Haziran 2013

The Southeast Asian countries are currently experiencing a gross change. Though the economic progressiveness is attracting much in the first hand, it cannot be denied that the social structures are on the way to a total evolution. While some other regions of the world are witnessing chaotic situations either economic or political, Southeast Asia as a regional perspective is attracting interest of distinct powers as an alternative globally. Hence it cannot be overseen the variety types of problems of Muslims living as minority ethnic groups in the Buddhist and Christian societies...

Güneydoğu Asya ülkelerinde bir süredir önemli değişimler yaşanıyor. Bölgenin ekonomik kalkınmacılık yarışındaki görece başarıları ilk plânda yer alırken, bu değişime paralel olarak toplumsal yapılar da bir evrilme sürecine giriyor. Dünyanın farklı bölgeleri ekonomik ve toplumsal ‘daralmalara’ veya ‘açılımlara’ konu olurken, bölge kimi alanlardaki özellikleriyle tarihin bu döneminde bir alternatif olarak kendini yeniden ortaya koyuyor. Sömürgecilik dönemi ile birlikte bu topraklara ulaşan Batılı güçler günümüz koşullarında varlıklarını farklı stratejilerle yeniden takviye etme uğraşındalar. Hiç kuşku yok ki, bu süreci yönlendiren ve potansiyel kazanımları kendi lehlerine kanalize etme yarışı veren güçlerin çatışmasına önümüzdeki süreçte giderek daha yoğun bir şekilde tanık olacağız.

Ancak bu gelişmeler çerçevesinde dikkat çekilmesi bir konu var ki, o da Müslüman azınlıklar sorunu. Nüfusunun önemli bir kısmı ‘Müslüman’ olan ülkelerde yaşananlar kendi başına bir problem teşkil ettiği bir gerçek. Onu şimdilik bir tarafa bırakalım... Müslüman azınlıklar sorununu, bu kitlenin Budist ve Hıristiyan çoğunluk içinde olmalarından kaynaklanan çok yönlülüğü ile farklı bir boyutta ele alınması gerekiyor. Tayland’da Patani bölgesi, Filipinler’de Mindanao/Sulu Adaları, Myanmar’da Arakanlılar sorunu bu süreçte gündemde zaman zaman yer  tutuyor. Öte yandan, belki de ‘çatışma’ bölgesi olmamaları dolayısıyla gözler önüne serilmemiş olsa da, Müslüman azınlıkların yaşam sürmeye çalıştıkları Sri Lanka, Doğu Timor, Papua, Kamboçya’daki varlıkları da akılda capcanlı tutulması gereken alanlar.

Bu çok yönlülük üzerinde durmakta yarar var. Bir yandan ilgili ülkelerin on yıllar boyunca sorunu çözmeye muktedir olamadıkları, çözme yönünde niyet ve icraat konusunda kararsızlıkları ve tepkisizlikleri dikkat çekiyor. Öte yandan, söz konusu Müslüman azınlık toplumları içerisinde sürgit devam eden birbiriyle rekabet halindeki güç yapılarının varlığı da göz ardı edilecek gibi değil. Bu iki unsurun dışında küresel ölçekte yaklaşıldığında hem tekil ülkelerin Batılı unsurlarla etkileşimleri hem de Müslüman azınlıkları sözde koruma/gözetme misyonunu taşıdığı varsayılan, adında ‘İslam’ adının yer aldığı uluslararası kuruluşların yaklaşımları da projeksiyonları üzerine çekmesi gereken alanlar.

Bu çok faktörlü yapı, Müslüman azınlık toplumlarında gündelik yaşamın tam da ortasında sıkışıp kalmış kadınların, çocukların, yaşlıların, gündelik emekleriyle çalışan kitlelerin, eğitimden ve iş olanaklarından yoksun genç kitlelerin  mağduriyetini devamlı kılıyor. Bu kesimler sözde ‘anavatanların’da var olma savaşı verirken, bir kurtuluş kapısı bulma amacıyla göçe çıkan eşler, kardeşler yaban ellerde pek de kimsenin yapmaya yanaşmayacağı işlerde ömür tüketiyorlar. Ne uğruna? Aldıkları birkaç yüz dolarlık maaşlarından arta kalanları yakınlarına gönderebilmek için. Bir de ola ki, bir imkân doğarsa geride kalanları bulundukları ülkeye getirtebilme gayesi onları dışarıya atan son umut çabaları olarak zuhur ediyor.  

Yaşanan sorunların bu insanlar için bir hak alıp verme mücadelesinden öte var oluş anlamı taşıdığı çok açık. Bu bağlamda, kimi bölge ülkeleri başta olmak üzere halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin lider pozisyonundaki kişi ve grupların bölge Müslümanlarının sorunlarını salt ekonomik geri kalmışlıkla tefsir edip, bir dizi ekonomik kalkınma programlarıyla azınlık konumundaki Müslümanların kaderlerinin değiştirilebileceğini ifade etmelerine ‘ihanet’ denmese bile sorunu basite indirgediklerine kuşku yok. Tam da bu noktada, “Bu Müslüman toplumlar, tarihin pek de uzak olmayan bir evresinde sömürgeci güçlerin ekonomik çıkarlar uğruna gözden çıkardıkları kitleler değil miydi?” sorusunu ortaya atmak gerekir. Bugün, bölge bağlamında tarihin gene bir başka evresine girilirken, bölge ekonomisinin küresel ekonomiye eklemlenme gayretlerine, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin yetkililerinin de teoride ve de pratikte alkış tutarak eklemlendikleri gözlenmiyor mu?

Dün Batılı güçlerin sömürgeleştirdikleri topraklarda inşa ettikleri yönetimlerle bölge halklarının ve de Müslüman kitlelerin ekonomik değerlerini küresel ekonomiye endeskleme uğraşları bugün farklı bağlamlarda yeniden gündeme geliyor. Sözde barışa konu olan Müslüman coğrafyalarında halkın ve bu halkın içinden çıkmış kitlelerinin anlaşma masalarında ortaya koymak istedikleri ekonominin ötesinde eğitim, kültür, din, toplumsal yapı, idari mekanizma vb. alanlardaki görüş ve önerilerinin kayda değer bir destek bulup bulmadığı da şüpheli. Bu alanlarda verildiği ifade edilen bu yöndeki destek veya yaratılan böylesi bir intibanın, aslında bizatihi Müslüman azınlıklara ev sahipliği yapan ülke yönetimlerince zaten ‘punduna getirecek’ şekilde verildiği biliniyor. O zaman, bu azınlıklarla ilgili kimi barış çabalarında yer alan ülkelerin gerçek niyetinin hakikaten ‘acıyı dindirmek mi’ yoksa dünün sömürgeci güçlerinin açıktan yaptığı ekonomik kazanımları bugün olası barış çabalarının ardından gelecek açılımlarda yer altı ve yer üstü kaynaklarını devşirme hedefli mi olduğunun hesabını da yapmak gerekiyor. Ya da, şayet sorun bu azınlık ve azınlıkta bırakılmış Müslüman kitleleri ekonomik varlıklarını çoğaltmak ise, o zaman ‘göçmen işçi’ statüsüyle bulundukları ülkelerde nasıl bir ekonomik ve sosyal yaşama katlanmak zorunda bırakıldıklarını da masaya yatırmak gerekiyor.

Müslüman azınlıklar adına öne çıkıp Barış çabalarında rol alanların hangi gücü temsil ettikleri önemli. Sivil toplumun bizatihi ilgi alanında olması gereken Müslüman azınlıklar ve sorunları meselesinde sivil toplum oluşumuna izin vermeyen güçler önemli bir handikapla karşı karşıyalar. Bölge ülkelerindeki sözde sivil oluşumların gücü malum. Bunların epeyce bir bölümü devletin kendi politikalarını destekleyecek, öne çıkacak ‘sıkışmalarda’ hükümet/devlet adına rol al/dırıl/an yapılar. Bir komutla ‘ileri’ denilince harekete geçen, ‘dur’ denilince duran bu yapıların istikrarlı bir sürece tekabül edebileceklerine ihtimal verilemez.

Bütün bu sorunlar ortasında hem bu insanların yaşadıklarını dünya kamuoyuna ‘hatırlatma’ hem de varsa elden gelecek bir şeyi pratiğe yansıtma noktasında Batılı insan haklar örgütleri veya hükümet birimlerinin insafına kalması da herhalde üzerinde epeyce kafa yorulacak konular arasında. O zaman, nasıl bir hakiki girişime muhtacız sorusunun cevabını aramaya başlayabiliriz. 

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=263329

Selasa, 04 Juni 2013

Asya Yüzyılı Bağlamında Hindistan Faktörü / “India As A Factor in Asian Century”

Mehmet Özay                                                                                                                 30 Mayıs 2013

Though during the last period Southeast Asia and East Asia have emerged as the main field for regional and global power struggle, nobody should forget India as a salient factor. India having a great population, dynamic economy, nuclear power so on, is definitely to attract the interest of the global powers. Further, as recognized as a significant member of “Independence Bloc” in the second part of the 20th century, India can be a distinct play maker beyond to be embedded to other blocs...

Asya Yüzyılı söylemi Güneydoğu ve Doğu Asya’daki gelişmelere yoğunlaşırken, bu kıtanın önemli ülkelerinden Hindistan da süreçte yerini almaya başladı. Tabii bu süreçte Hindistan’ın iç dinamiklerinden kaynaklanan bazı açılımlardan bahsedilebileceği gibi, özellikle bölgenin bazı ülke ve birliklerinin böylesine önemli bir ülkeyi kendi çekim sahalarına almak istemeleri gibi dış dinamiklerin de etkisi görülmektedir.

Henüz ‘uyuyan dev’ hüviyetindeki Hindistan’ın bu coğrafyadaki varlığının nasıl bir yönelim kazanacağı noktasında belirsizlik sürerken, diğer ülkeler Hindistan’ın nüfus, ekonomik gelişmişlik, nükleer güç vb. alanlardaki niteliklerini göz ardı etmiyorlar. Bu çerçevede ASEAN, Çin ve Japonya örneğinde görüldüğü üzere, ilişkileri onarma, yenileme ve geliştirme süreçleri bağlamında birbiri ardı sıra Hindistan’la temas kuruyorlar. Hindistan’ın modern dönemde uluslararası siyaset çerçevesinde ‘Bağlantısızlar’ bloğu içinde yer alması, doğulu ve batılı ülkelerin yeni gelişmelere gebe küresel ilişkiler ortamında Hindistan’ı görece kolay işbirliğine girişilebilecek bir ‘ortak’ addediyor olabilirler.

Hindistan’ın özellikle Güneydoğu Asya’yla olan tarihsel ilişkilerinden hareketle bile ASEAN’ın vazgeçemeyeceği bir partner olduğu ortada. ASEAN’ın birlik oluşturma gayretleri ile geçen son yirmi yıllık süre zarfında Hindistan’la kurduğu bağlar da geleceğe dair umutların yeşermesinde bir faktör. Bu nedenledir ki, geçen yılın sonlarındaki zirve önemli bir işaretti.

Bununla birlikte, küresel gelişmeler bağlamında etkinlik alanını genişletme çabasındaki Çin, örneğin Tibetli Budist lider Dalai Lama ve sınır anlaşmazlıkları bağlamında yaşadığı sorunların varlığına rağmen, Hindistan’la ilişkileri geliştirme konusunda da yeni adımlar atma peşinde. Bunun önemli yapılanmalarınan biri geçen hafta Çin Başbakanı’nın Hindistan’a yaptığı ziyaret oluşturuyor. Hindistan ve Çin, tarihsel olarak Asya’nın iki önemli medeniyeti olmanın ötesinde, yaşadığımız son on yıllarda başta ekonomi olmak üzere askeri ve teritoryal gelişmelerde önemli bir yer tutuyorlar. Özellikle Çin’in küresel aktörlük yarışındaki konumu ve bu konuda agresif bir yönelim sergilemesi gözlerden kaçmıyor. Öte yandan, ülkesindeki ekonomik sorunları çözme konusunda agresif bir yaklaşım sergileyen Japon Başbakanı Shinzo Abe de Hindistan faktörünü göz ardı etmeyeceğini göstererek, Çin heyetinin ziyaretinden yaklaşık bir hafta sonra Hindistan Başbakanı Tokyo'daydı.  

Güney Çin Denizi’ndeki adalar nedeniyle başı yeterince ‘kalabalık’ olan Çin, Batı sınır boyunu oluşturan komşu ülke Hindistan’la benzer sorunlar yaşamak istemiyor. Bununla birlikte, iki ülke arasında farklı bağlamlarda sorunlar yaşanmıyor da değil. Bu nedenle, Başbakanı Li Keqiang kısa bir süre önce Yeni Delhi’deydi. Çin Başbakanı’nın ilk yurt dışı ziyaretini Hindistan’a yapması önemliydi. Bu girişimin ilk öne çıkan unsuru, Asya’nın iki ‘devi’ arasında güven inşasına yönelikti. Bu ziyaret Çin’in Japonya, Amerika’nın yanı sıra Güney Çin Denizi’ni çevreleyen ülkelerle olan sürtüşmesinde küresel siyasette elini güçlendirecek ‘partnerler’ arayışının bir ifadesi olarak da okunabilir. Liderler arasındaki görüşmelerde bu iki ülkenin eşgüdümlü gelişmesinin Asya Yüzyılı ekseninde çok önemli olduğuna değiniliyor. Öyle ki, iki ülkenin birbirinden yalıtılmışlık halinin ne bu ülkelere ne de Asya’ya bir faydası olacağı dile getiriliyor.

Görüşmelerin ana konu başlıklarını yakın geçmişte bir kez daha nükseden Himalayalar’daki sınır ihlâlleri, Tibet sorunu, iki ülke arasındaki ticari dengesizlik vb. işgal ediyordu. Sınır ihlalleri dendiğinde 1962 yılında kısa dönemli de olsayaşanan çatışmalar akla geliyor. Ancak sorun bugüne kadar bütünüyle halledilebilmiş değil. Öyle ki, en son geçen aylarda Çin ordusunun sınır ihlali yaptığı konusunda Hindistan makamlarının ‘resti’ dikkat çekiyordu. Çin’in Tibet’e yönelik siyasi baskıları karşısında Hindistan önemli sayıda Tibetliye kapılarını açmış durumda. Öyle ki, Tibet sürgün hükümeti Hindistan’da faaliyet gösterdiğini söylediğimizde durum daha iyi anlaşılacaktır. 66 milyar Doları bulan yıllık ticaret hacminin Çin lehine gelişme göstermesi ve bu bağlamda bir dengenin tutturulamamış olması da bir başka sorun.

Bu gezide klasikleştiği üzere ticaret, turizm gibi alanları kapsayan ikili anlaşmalara imza atıldı. Çin’in bu girişimini bölgenin çeşitli bağlamlarda öne çıkan enerji kaynaklarından bağımsız ele almak mümkün değil. Örneğin, Çin’in iki ülke sınırındaki Brahmaputra Nehri üzerinde inşa etmeyi plânladığı üç barajla ilgili pürüzlerin giderilmesi önemliydi.

ASEAN ve Çin’li yetkililerin Hindistan ziyareti sonrasında birkaç gündür Hindistan Başbakanı Manmohan Singh’in Japonya ziyareti dikkat çekiyor. Malezya gibi “Look East Policy” sahibi bir ülke olan Hindistan, Japon Başbakanı Abe’nin önerdiği Pasifik-Hint stratejik işbirliğine sıcak bakarken, son dönemde ulusal güvenlik problemlerini öncellediğini her vesileyle ortaya koyan Tokyo yönetiminden nükleer teknoloji transferi konusunda destek bekliyor. Japonya bir adım daha ileri giderek askeri teçhizat üretimini Hindistan’da gerçekleştirmeyi gündeme taşıyor. 

Tabii tüm bu ekonomik ticari ilişkiler zincirine rağmen, Hindistan’ın bir de kültürel boyutu olduğunu kesinlikle unutmamak gerekiyor. Hindistan dendiğinde akla etnik çeşitlilik, dini çoğulculuk gibi kavramların geldiği muhakkak. Ancak bu minvalde, Müslüman camianın varlığını bir köşeye kaydetmekte fayda var. Ülkenin önemli azınlık-dini gruplarından olan Müslümanların varlığı bu dev coğrafyanın farklı karelerinde öbekleniyor. Örneğin Gücerat gibi Batı bölgesi, tarihte Türk/İslam devletlerine ev sahipliği yapmış kuzey/kuzeydoğu bölgesi,  nüfusu Malezya nüfusuna eşdeğer güneybatı’daki Kerala Eyaleti birileri için cazibe merkezi olabilir. Kuzeyde halen kendilerini Türk/Müslüman kabul eden azınmanmayacak bir kitle bulunuyor. İslam dünyasını coğrafi olarak tasvir ederken, Fas’dan Endonezya’ya denildiğinde Ortadoğu sınırlarından sonra Pakistan akla gelir. Ancak unutulmamalı ki, Hindistan’daki Müslüman kitleler görece toplumsal istikrar ve düzen bağlamında çok daha oturmuş bir yapıya sahipler. Buradan hareketle, bir yandan ASEAN, Çin ve Japonya öte yandan Batılı ülkeler Hindistan’ı yeni oluşumlar içerisinde yanlarında görmeye çalışırken Müslüman dünyasının bu gelişmeleri farklı perspektiflerden yakalama imkanı olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Asya/Pasifik/Atlantik denkleminde önemli bir yeri olduğuna kuşku olmayan Hindistan üzerinden var olan ittifaklar genişletilirken, yenilerine kapı aralanıyor. Asya Yüzyılı’nda tek bir aktör veya aktörler grubundan bahsetmek yerine, farklı bağlamlarda çıkar/menfaat ilişkisinin de olduğu çoğul ve dinamik ilişkilerin varlığı gözlemleniyor. 

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=261942

Bir Lider Prototipi Olarak Hasan di Tiro / Hasa di Tiro: A Leadership Prototype

Mehmet Özay                                                                                                                  3 Haziran 2013

It’s already been three years... The importance of leaders can be perceived well after their lost. There is no doubt that it is observed the same phenomenon in Aceh, after Hasan di Tiro passed away on 3rd June, 2010. He was one the great leaders raised in Southeast Asia... being a golden son of Daud Beureuh, then conducted sound academic success for being raised as a first diplomat of the Republic of Indonesia. Hence the awareness of history drew him to his homeland... He was not alone a fighter for freedom but more than this he became a very charismatic and intellectual leader. It is witnessed in his very distinguished writings such as "Democracy for Indonesia" (1958); "The Political Future of the Malay Archipelago" (1965); "The Legal Status of Acheh-Sumatra Under International Law" (1980); "Indonesia as a Model Neo-Colony" (1984); "The Case and the Cause of the National Liberation Front of Acheh-Sumatra" (1985); Indonesian Nationalism: A Western Invention to Contain Islam in the Dutch East Indies," (1986); "The Price of Freedom: The Unfinished Diary" (1976)…

Hasan Di Tiro’nun ölümünün üçüncü yıldönümü. Liderlerin önemi, vefatlarının ardından daha iyi anlaşılır. Hiç kuşku yok ki, Hasan di Tiro’nun 3 Haziran 2010’da vefatından ardından bunun Açe’de de ortaya çıktığına tanık olunuyor...

Hasan di Tiro, 20. yüzyılda İslam coğrafyasında verilen önemli mücadelelerden birinin lideri olarak tarih yazdı ve de tarihe geçti. Mücadelesini sadece askeri oluşumla şekillendirmekle kalmamış, bundan çok daha ötesi, bu mücadeleyi güçlü siyasi temellere dayandırmış bir siyaset adamıydı. Bu özelliğinin nedenleri arasında akademik eğitimi, güçlü şahsiyeti ve entellektüel kapasitesi, ailesinden tevarüs etmiş nitelikler ve de vatanına bağlılığının geldiği görülür. Hukuk ardından Uluslararası İlişkiler Doktorası onu, akademi, entellektüel dünyaya bağlayan iki önemli süreç olarak dikkat çeker. Bunun ötesinde pratikte bir devlet adamı olma yolunda ilk adımı gene bu sürecin devamında ortaya çıkacak ve Cakarta yönetiminin Birleşmiş Milletler misyonunda görev alan ilk kişiydi.

Bu özellikleri kendinde meczeden bir lider olarak Hasan Di Tiro tarihi ve içine doğduğu toprakların ve ülkenin tarihini okumada ısrarcıydı ve de başarılıydı. Di Tiro’nun bir diğer meziyeti ise entellektüel verimliliğiydi. Mücadele sırasında bile, kalemi elinden bırakmayan, söylemini sloganların sınırlılığına hapsetmeyen bir liderdi. Bu özelliğini koyan çok önemli bir örnek olduğundan hatırlatmakta fayda var. 1976’da Açe’ye dönüp dönemin liderleri ile hareketi başlatmak konusunda hem fikir olduktan sonra Halimon Dağı’nda başlayan mücadelede oradan oraya göç şeklinde geçen ilk yıllarda yazı çalışmalarını sürdürebilmesi için ilk konaklanan yerde yardımcılarınca daktilosunu kullanabileceği bir ortam hazırlanıyordu. Di Tiro daktilo başında çalışırken, kimi zaman, yardımcılarının daktilo sesinin doğurabileceği istenmeyen gelişmelere karşı uyarılıyordu.

Tarih, politika, edebiyat konularındaki eserleri hareketinin arka planını tüm vechesiyle ortaya koyan entellektüel ve siyasi ürünlerdi. Kaleme aldığı eserlerden bazıları şunlardır: "Democracy for Indonesia" (1958); "The Political Future of the Malay Archipelago" (1965); "The Legal Status of Acheh-Sumatra Under International Law" (1980); "Indonesia as a Model Neo-Colony" (1984); "The Case and the Cause of the National Liberation Front of Acheh-Sumatra" (1985); Indonesian Nationalism: A Western Invention to Contain Islam in the Dutch East Indies," (1986); "The Price of Freedom: The Unfinished Diary" (1976).

İsveç’te sürgün hükümetinin başında bulunduğu dönemde, hareketini dünyaya tanıtma konusunda ciddi gayretler sarf etmiş ve bunu diplomatik ustalıkla ortaya koymuştu. Tekil bağlamda Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler gibi önemli organizasyonlarda hareketin meşruiyeti konusundaki ısrarlı yaklaşımının benzerini İslam coğrafyasının kimi ülkeleri ve liderleri ile girdiği ilişkide görmek mümkün. Merkez güçler onu yok sayarken, sanal olarak hayatla ilişkisini bitirirken di Tiro, bir ülkeden diğerine hareketinin propandasını yapmakla meşguldü. Burada bir örnek vermekte fayda var. Dönemin devlet başkanı Suharto Cakarta’da, di Tiro’nun öldürüldüğü yolunda basına açıklamalar yaptığı sıralarda, di Tiro Portekiz Parlamentosu’nda davasının meşruiyetini tanıtmakla meşguldü.

Di Tiro’nun harekete başlama süreci de geçmişle içinde bulunduğu an ve geleceğe dair kaygıları arasında bir ‘eşik’ olması hasebiyle dikkate değerdir. 1950’li yılların başlarında ülkede başgösteren Dar’ul Islam Hareketi’ne destek olmak hasebiyle New York’daki görevinden istifa eder. O dönem Dar’ul Islam Hareketi’nin Açe ayağında lider Davud Beureuh’dir. Di Tiro’nun ilk çocukluk yıllarından itibaren gelişiminde göz ardı edilemeyecek bir yeri olan Davud Beureuh’in içinde bulunduğu böyle bir harekete destek vermek bir yandan siyasi sorumluluk öte yandan da vefa borcu olarak okunabilir. Bu kararı, onun ülkenin modern siyasi yaşamına damgasını vurmuş ve bağımsızlık sonrasındaki süreçte neredeyse altmış yıl ülkede egemen olmuş iki önemli figürü Sukarno ve Suharto ile mücadelesinin ilk adımını oluşturur. Gerek ulusal gerekse uluslararası arenada ses getiren iki siyaset adamı olan Sukarno ve Suharto karşısında mücadele adamı olarak sergilediği performans hiç kuşku yok ki, tarihçilerin gözünden kaçmamıştır.

Di Tiro nereden alıyordu bu gücünü sorusu önemlidir. Hollanda sömürgeciliğine karşı mücadele vermiş, bu süreçte lider kadrosunda yer almış, döneminin tanınmış alimlerinden ve 1899 yılında savaşta şehit düşmüş olan dedesi Saman di Tiro, ülkenin ulusal kahramanları arasındadır aynı zamanda. Bu ailenin sorumluluğu sadece üzerinde yükseldikleri vatanın sıradan bir ferdi olmakla sınırlı kalmamıştır. Dönemin hanedanlık ailesine mensup fertlerinin dağılması, hayatta kalanların çeşitli faktörler nedeniyle siyasi ve askeri hareketi yürütmeden uzak kalışları Tiro ailesinin fertlerini Açe hareketinin başına getirilmesine vesile olmuştur. Bu noktada, Güneydoğu Asya topraklarındaki İslam devletlerinde saray ve çevresi arasındaki ilişkileri anlamak gerekiyor. Hanedanın akamete uğraması devletin bekası gereği saraya yakın kitle arasından liderlik kadrosunun yeniden şekillendirilmesini ve siyasi yapının yeniden yapılandırılmasına olanak tanımıştır. Tiro ailesinin, Hollanda’ya karşı verilen cihad hareketindeki rolü ve bu konuda geniş kitleler nezdinde meşruiyetinin kaynağı budur. Hasan di Tiro’nun 4 Aralık 1976 tarihinde harekete yön verecek girişime başlatmasının ardında böylesi bir liderlik ilişkisinin yattığı görülür.

İlk dönem lider kadrosunun önemli bir bölümü savaşta hayatını kaybetmiş veya hapishanelere düşmüştü. Ancak mücadele varlığını sürdürüyordu. Öyle ki, Di Tiro’nun dönemin koşulları dikkate alındığında binlerce kilometre mesafeden hareketi yönetmesi, kendisini bizzat görmeyen ve dinlemeyen genç nesillerce hareketine bağlılığın devam ettirilmesi sahip olduğu liderlik karizmasının bir göstergesiydi. Genç nesil nezdinde o, Açe Hareketi’ni dünyaya tanıtan bir liderdi.

Di Tiro gibi dünyanın tanıdığı bir lidere sahip olmak, onun ilkeleri doğrultusunda toplumsal ve siyasal varlık sahnesinde yer almaya devam edebilmek önemliydi. 1990’ların sonlarında üst üste geçirdiği rahatsızlıkların ardından aktif olarak görevi Tgk. Malik Mahmud üstlenmişti. Bu liderlik havuzunda uzun yıllar yer almış Tgk. Malik, gene o yıllarda Endonezya ordusunun Açe’de giriştiği icraatlar karşısında ‘tek nefer kalana kadar mücadeleye devam’ kararının altına imza atıyordu. Hasan di Tiro’nun devam ettiricisi olduğu tarihi hareket bugün şu veya bu şekilde varlığını sürdürüyor. Siyasi ve toplumsal değişimlerden bu hareketin de payını aldığı gözlemleniyor. Ancak kuşku duyulmayan bir husus var ki, o da Açe’nin bugünkü nesilleri geçmişin duyarlılığını, siyasi ve dini bağlılığını yüreklerinde hisseden ve bunu günün gerektirdiği şekilde ortaya koyma noktasında tarihsel taşıyıcı aktör rolünü yerine getiriyorlar.

Hasan di Tiro’nun vefatı önemli bir dönemi kapatırken, Açe’nin geleceğinde belirleyici olacak şekilde siyasi ve entellektüel katkısını devam ettirdiğine kuşku yok.

Hasan di Tiro’ya Allah’tan rahmet diliyorum. 

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=262478