Jumat, 27 Desember 2013

Oğlu Prof. Dr. Gullam Azzam'ı Anlatıyor

Mehmet Özay                                                                                                        20 Aralık 2013

Bir süredir Bengaldeş’te “Cemaat-i İslami Partisi”nin önde gelen liderlerine yönelik yargılamalar ve idamlar gündemde yer alıyor. Hareketin 1969-2000 yılları arasında yani 31 yıl boyunca liderliğini yürütmüş 91 yaşındaki Prof. Dr. Gullam Azzam da bu süreçte yargılananlardan... Prof. Azzam bir süredir başkent Dakka’daki bir hapishanenin hastane koğuşunda tutuluyor... Hakkındaki yargılamalar sonunda ölüm cezasına çarptırılan ancak daha sonra ilerlemiş yaşı göz önüne alınarak 90 yıl hapsi istenen Prof. Azzam’ın oğullarından Mamoon al-Azzami ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Mehmet Özay: Sayın Mamoon al-Azzami, babanız yani Prof. Dr. Gullam Azzam kimdir?
Mamoon al-Azzami:  Prof. Dr. Gullam Azzam’ı, pek çok kimse bilir. Kimi onu sever kimi nefret eder... 91 yaşında ve hapiste ve 1971’deki olaylardan sorumlu tutuluyor. 90 yıl hapis cezasına çarptırıldı... Babam ve dindar bir siyasi lider... Prensip sahibi bir insan... Tüm yaşamını davasına adamış bir kişi.. Altı oğlu için çok iyi bir rol model... Çevresine ilham veren bir kişi... İslam davacısı... Entellektüel bir zekâ... 138 kitabı kaleme almış bir bilim adamı... Olağanüstü bir insan....
Babanızın Cemaat-i İslami ile tanışması, ilk yılları ve sonrası hakkında neler söylersiniz?
Gullam Azzam, 1955 yılında bu harekete katıldı. Cemaat-i İslam’a girişi, bu hareketin bütünlüklü bir İslami hareket olması nedeniyledir... Yani, bu hareket sadece şahsi yaklaşımı ele alan bir İslam anlayışı değil, aksine, siyasi İslam’ı benimsemiş bir hareket... Babam bu nedenle bu hareket katıldı yanılmıyorsam. Üniversite’de öğrenci birliğinin ‘seçilmiş’ başkanıydı... Cemaat-i islamiye katılmasından iki yıl sonra doğu pakistan bölge temsilci yardımcılığına getirildi. 1969’da parti lideri oldu... Kuzey Bangaldeşte bir devlet üniversitesi’nde siyaset bilimi öğretim görevliliği yaptı... Ardından Cemaat-i İslami’nin bölge lideri oldu... Bildiğim kadarıyla hareket içerisinde en hızla kademeleri yükselen kişi oldu... Öyle ki, iki yıllık süre zarfında genel sekreter yardımcısı oldu...ve birkaç yıl sonra da liderliğe yükseldi... Cemaat-i İslami siyasi hanedanlığa dayanmıyor... Her kademeye seçimle geliniyor... Ve seçimler her üç yılda bir ve gizli oyla yapılıyor... Ve babam her seferinde bu süreçlerin akabinde başkanlığı kazandı... Ve 31 yıl boyunca bu görevi sürdürdü... Cemaat-i İslami içinde demokrasi anlayışı köklüdür... Daha önce dediğim gibi, parti içi seçimlerde gizli oy uygulanır... Ki bunu diğer partilerde görmek mümkün değil... Babam, 2000 yılında bu görevden ayrılmak istedi... Çünkü yaşlanmıştı... Ve artık bu sorumluluğu taşıyamıyorum dedi ve ayrıldı... Bu aslında babamın Cemaat-i İslami’deki görev süresi, sadece bangaldeş’in değil, bölgenin siyasi hareketleri içerisinde sıradışı bir liderlikdi... Cemaat-i İslami Hareketi’nde doğal bir lider(di). Tüm yaşamı bu liderlik çerçevesinde geçti...
Ebu’l Ala al-Mevdudi’yle tanışması nasıl oldu?
1964’de Eyüp Han, Batı Pakistan’da Cemaat-i İslami’yi yasakladığında, babam merkezi şura toplantısı için Lahor’da bulunuyordu... Ve Mevdudi ile birlikte hapsedilenler arasındaydı... İki ay boyunca hapiste Mevdudi ile aynı koğuşta kaldı. Ardından Doğu Pakistan’a (yani Bangladeş’e) gönderildi.. Ve yeniden hapse atıldı... Hapisten çıktıktan sonra, hapis günlerinde Mevdudi’den neler öğrendiğini konu alan bir kitap kaleme aldı... Bir Pakistanlı Hıristiyan mahkeme başkanı Cemaat-i İslami’ye karşı yürütülen bu koğuşturmaları sona erdirdi.
Bağımsızlığın gerçekleştiği 1971 yılı, aynı zamanda Cemaat-i İslami için de bir dönüm noktası. O döneme dair kısaca neler söylemek istersiniz?
1969’da Cemaat-i İslami’nin liderliğine getirildi. Doğu Pakistan’da iki seçime katıldı... Her iki seçimde de devletin kurucusu ve ilk başkanı konumundaki Muciburrahman çoğunluğu elde etti... Ve Pakistan siyasi eliti, Muciburrahman’a siyasi liderliği vermemesi üzerine sorunlar başgösterdi... Özellikle, Zülfikar Ali Butto, Muciburrahman’ın siyasi meşruiyetini kabul etmedi... Ve baskılar sonucu ordu komutanı Yahya Han da sürece destek verdi... Sonunda Bengaldeşte bağımsızlık süreci başladı...
Bağımsızlığa giden süreçte Cemaat-i İslami’nin siyaseten nerede duruyordu?
Başta Cemaat-i İslami olmak üzere tüm İslami organizasyonlar Pakistan’dan ayrılma taraftarı değildi... Çünkü Hindistan’ın Bangaldeşi kontrolü altına almakta olduğu görüşü hakimdi... Hindistan bu bağlamda gelişmelere müdahale taraftarıydı... Cemaat-i İslami ve diğer yapıların ayrılmama nedeni ise, Müslümanların tek bir ülke ve çatı altında yaşamaları talebinden kaynaklanıyordu... Tüm İslami partiler ayrılmaya, bölünmeye karşıydı... Arada 1000 millik mesafe olsa da... Çünkü ayrılık maddi ve ordu gücü sayesinde hindistan tarafından müdahale söz konusuydu... Bu yapıların tereddütleri daha sonraki yıllarda gerçek oldu ve Bangaldeş halkının büyük bir kesimi hindistan’dan nefret etmeye başladı... Hindistan’ın bir parçası olmak onun nüfuzu altında olmak istemiyordu kimse...
Babanız ve Cemaat-i İslami’nin Bangladeş’in kurucusu ve ilk başkanı Muciburrahman’la bağımsızlık öncesi ve sonrasındaki ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?
Babam o zaman Cemaat-i İslami’nin lideriydi... Ve başa geçecek yöneticinin çoğunluğun desteğini alması gerektiğini söylüyordu... Ancak Batı Pakistan’daki siyasi elit bu görüşü kabul etmedi... Sonuçta, savaş kaçınılmaz bir hâl aldı... Babam, tamamıyla şiddete ve savaşa karşıydı... Adaletsizliğe ve demokratik olmayan uygulamalara karşıydı... Biz ve cemaat kadar, örneğin Muciburrahman da babamı övmüştür bu ilkelerinden ötürü... Babam zamanında seçimi kaybetmesine rağmen, “Muciburrahman başbakan olmalıdır” demiştir... Çünkü özgürlük ve demokrasiye inanıyordu... “İnsanlar özgür seçimle onu seçti... O zaman bırakın yönetsin” demiştir...  Ancak Pakistan siyasi eliti bu görüşe yanaşmamışdır... Sonunda savaş yaşandı.. Ne oldu? Kim kazandı? Ne Pakistan ne de Bangaldeş kazandı...
Tüm bu siyasi hayatı içerisinde babanızı, aile yaşamında nasıl bir kişi olarak hatırlıyorsunuz?
Babam aile ve kamusal yaşamı hep aynı ilkeler üzerine inşa edilmişti... Babam’da her şeyden önce rasyonel bir duruş bulurum... Öyle ki, kabul edilmeyen bir görüşe söz verilmesi taraftarıdır... Ve bunu tartışma cesareti gösterir... Herkesin de görüşünü ortaya koymasından yanaydı... Bizi yetiştirirken bu ilkelerle hareket etmişti... Ve çocukları olarak biz ondan pek çok şey öğrendik... Ve bize herhangi bir şeyi dikte etmezdi... Bizi de dinlerdi... Biz böyle yetiştik.. Örneğin beni ve beş erkek kardeşimi İslami harekete girme yönünde zorlamamıştır... Fakat biz altı kardeş kendi seçimimizle harekete katıldık... Bu aslında nasıl bir babamız olduğunu açıkça ortaya koyuyor...
Kamu yaşamında insanlarla iletişiminde onlara söz hakkı vermesi, tartışması, yeni fikirleri dinlemesi bizi yetiştirirken de ilkeleri oldu... Cemaat-i İslami’yi nasıl demokratik ilkelerle yönettiyse aile ve özel yaşamında da böyleydi... Şunu memnuniyetle söyleyebilirim ki, hiçbir baskı sergilememiştir... Ya da tehdit.. Ya da bana şiddet uygulamak zorlamak suretiyle onun izinden gitmeme neden açmamıştır... Fakat ben onun izinden gittim... Çünkü onu ve prensiplerini seviyordum... Çünkü bu doğru yoldu... Çünkü o peygamberin izinden gidiyordu... Bu nedenle ben onun izinden gittim... Bu nedenle ona saygı gösterdim...
Cemaat-i İslami başlangıcından itibaren barıştan yana bir hareket ve ülkenin demokratikleşme sürecine destek vermiş gözüküyor. Nasıl oldu da Cemaat-i İslami kurban seçildi?
Tüm bunlar siyasi konular... Birini sevmiyorsunuz... Ancak bir sebep de göstermiyorsunuz... Burada bir kıskançlık olabilir... Çünkü bu Cemaat-i İslami dürüst, herhangi manipülasyona açık değil... Belki de böyle bir nedeni var Cemaat-i İslamiye’ye saldıranların... Ancak şiddet hiçbir zaman sorunu çözmez... Görüşmeler, tartışmalar anlaşmayla sonuçlanmayabilir, ancak nihayetinde şiddet yoktur bu süreçte... Şiddet, ise kesinlikle sorunu çözmez, terörizm kesinlikle sorunu çözmez, ekstremizm kesinlikle sorunu çözmez... Biz bunları Allah ve Resul’ünün öğretilerinden biliyoruz. Ve babam her zaman bu ilkelerle hareket etti...
Cemaat-i İslami sadece siyasi hareket değil, sosyal bir organizasyon da...
Aslında Cemaat-i İslami’nin siyasi yapısı en sonda gelir.... Önce bir ‘dava’ organizasyonudur... İslam mesajını yaymadır temel hedeftir... Allah ve Rasulu’nün mesajını iletmek... Babamı da bu çerçevede gördüm hep...
Son gelişmelere gelirsek, babanız neyle suçlanıyor?
Aslında, açıkça bir suçlamayla karşı karşıya. İlginç olan günümüzdeki Başbakanın babası tarafından iki yasa çıkartıldı 1970’lerin başlarında... İlki, “savaş suçları yasası” ki ordu ve paramiliter grupları kapsıyordu... İkincisi de “işbirlikçiler yasası”... Bu da askerle işbirliği yapan sivilleri içeriyordu... Ancak babam  ve de Cemaat-i İslami’nin bugün yargılanan liderleri bu iki yasa çerçevesinde bugüne kadar hiçbir zaman koğuşturmaya tabi tutulmamıştır, suçlanmamıştır... Bu durum, son döneme kadar böyle gelmiştir... Mevcut iktidar partisi bu döneme kadar asla babamı savaş suçlusu olarak suçlamamıştır, yargılamamıştır... Ve kırk yıl boyunca babam bir kez olsun karakola düşmemiştir... Nasıl olurda bu suçlamaya maruz kalan kişi 40 yıl boyunca bir kez olsun karakola düşmemiş, iktidarda olmamasına rağmen, koğuşturmaya maruz kalmamıştır... Şunu söyleyeyim... Savaş suçları yargılamaları, uluslararası kurumlarca gerçekleştiriliyor. Ruanda, Bosna, Kamboçya’da hep uluslararası otoritelerce yapılmıştır... Şayet babama veya liderlere yönelik savaş suçları bağlamında bir suçlama varsa, buyrun uluslararası mahkemeye gidilsin... Kaldı ki, bu kurumlar İslami kurumlar çalışanları da Müslüman değil... Buyrun o kurumlara müracaat edelim... Buyrun uluslararası savaş suçları mahkemesine gidelim. Açık yargılama olsun...
Şu anki yargı sürecinin meşruiyeti yok diyebilir miyiz?
1973 “savaş suçları yasası” ve de ardından kurulan mahkeme ordu mensupları içindi...  Ve şu anki Başbakanın babası tarafından gündeme getirildi... Bir diğer deyişle, şu anki başbakan babasının icraatıyla çelişiyor... Çünkü şu anki Başbakan söz konusu askeri savaş suçları mahkemesi kurallarını sivillere uyguluyor... Babası böyle yapmadı... Burada büyük bir çelişki var... Babasına referans yapıyor vs. Ancak uygulamada çelişkiler var... Ve 40 yıl yargılanmamış insanları şimdi mahkemeye çıkartıyorsunuz.... Daha da ötesi... Yargılamadan önce tutuklamalar yapılıyor... Normalde nasıl olması lazım... Önce soruşturma, suçlamaları kanıtla ve mahkeme tutuklama yapar... Ne ev hapsi ne başka birşey var. Doğrudan tutuklamalar söz konusu... Babam şu anda yardıma ihtiyacı var... Yaşlı... Ailesinin bakımına ihtiyacı var... Ve bu inkâr ediliyor...
Kıymetli bilgilerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.
Gullam Azzam’ı bir nebze olsun tanıtmama vesile olduğunuz için ben teşekkür ederim.

Jumat, 20 Desember 2013

Bangladeş’te Sistematik Kıyım

Mehmet Özay                                                                                                                 20 Aralık 2013

Bangladeş, muson yağmurlarıyla, sokak gösterileriyle ve de daha çok 160 milyonluk nüfusunun önemli bir bölümünün yoksullukla mücadelesiyle gündeme gelir... Bu süreçlerin hiç kuşku yok ki, vazgeçilmez ögelerinden biri de siyaset arenasında verilen mücadeledir. Bir kadın başbakan gelir diğeri giderken, pek de kimseden ‘Ne kadar güzel... Çoğunluğu Müslüman bir ülke kadın(lar) tarafından yönetiliyor’ ifadesini pek de nedense duymayız...

Ancak öyle gözüküyor ki, ülkenin maddi yoksullukla mücadelesinde Nobel Ödüllü (2006) Prof. Dr. Muhammed Yunus gibi, bir de siyasi yolsuzluklarla mücadele edecek sivillere ihtiyacı var... Bu ihtiyacın bugünlerde biraz daha aciliyet kesbettiğine kuşku yok... Yaşı kemale ermiş, topluma liderlik etmiş sivil insanlara yönelik cezalar ve idamlar furyasının sürdüğü şu günlerde ülke siyasetindeki açmazlara, karalamalara ve siyasi yolsuzluklara ışık tutacak, yol gösterecek erdemli bir siyasetçiye ihtiyaç her zamankinden daha çok hissediliyor.

Kimilerinin ifade ettiği üzere, belki de bu idamlar bu sürecin başlatıcısı olacak... Yani Cemaat-i İslami, bugüne kadar ülke siyasal yaşamında tek başına iktidar olma şansı yakalayamasa da, mevcut siyasi aktörlerle etkileşimindeki varlığıyla, organizasyon gücüyle ve sadece siyasi parti olmakla kalmayıp, sivil bir girişim olmasıyla Bangladeş toplumuna kazandırdıklarına bir yenisini ekleyecek.

İdamların niçin bugün gündeme getirildiğini anlamak için ülkenin kırk yıllık geçmişindeki siyasi erk ilişkilerini dikkate almak gerekiyor... Ayrıca bunu sadece Bangaldeş toplumu ve siyaseti bağlamıyla sınırlandırmamalı, kökleri İngiliz sömürgeciliğine ve akabinde ulus-devlet yapılaşmasına, bölgesel güçlerin Müslüman toplumlar ve siyasi yapılar üzerindeki dönüştürücü etkileriyle birlikte değerlendirilmeli. Bugün Şeyh Hasina ve hükümeti Cemaat-i İslami’yi suçladığı 1971 Bağımsızlığı’na giden süreçte dokuz ay süren Pakistan-Bangladeş aslında -bunun gerçeği Pakistan-Hindistan Savaşı’dır- bağımsızlığa karşı durmasını gerekçe gösteriyor... Evet doğrudur... Cemaat-i İslami bu bağımsızlığa karşıydı. Çünkü öncelikleri bölge Müslümanların birliğiydi..

Aynı ırktan olmasa da, ümmetçi anlayışı ile öne çıkan bir hareket olması dolayısıyla aynı coğrafyada yüzyıllarca beraber yaşadığı etnik unsurlar arasındaki işbirliğini siyasi birliktelik şeklinde ortaya koymasından öte meşru bir yaklaşım olamaz. Buna ilâve olarak Bangladeş bağımsızlığı olarak öne sürülen olgunun ne denli sahici, Bangladeş milliyetçiliğinden beslendiği de sorunludur. Bağımsızlık Savaşı’nı konu alan eserlerde çok net bir şekilde ortaya konduğu üzere ve de kendisiyle röportaj yaptığımız Mamoon al-Azzami’nin de belirttiği üzere, Hindistan’ın sürekli manipülasyonlarına maruz kalmış bir Bangladeş siyasi ve askeri eliti ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla, zaferi kendine mal etmiş bir komşu ülke yani Hindistan, akabinde, bölgenin tarihsel kültürel ve dini yapılanmasıyla tezat içerek şekilde dönemin Sovyetler Birliği eksenli bir sekülarizmi benimsemiş ve bu süreçte desteğini Hindistan’dan almış bir Bangladeş siyasi eliti karşısında Cemaat-i İslami’nin duruşu dün olduğu gibi bugün de bir birikime dayanıyor.

Ancak Şeyh Hasina ve destekçileri ile uluslararası kamuoyunun önemli bir bölümünün gözden kaçırdığı husus, Cemaat-i İslami’nin varlığının 1971 yılındaki bağımsızlıktan hemen önceki gelişmelerle ortaya çıkmış bir hareket değil... Bir başka deyişle, Cemaat-i İslami kuruluşu 1940’lara dayanan, o dönem Batı ve Doğu Pakistan olarak adlandırılan coğrafyada çeşitli sosyo-siyasi faaliyetleri olan bir oluşum. Süreçte bu birliktelik içerisindeki ilk siyasi rekabete sıra geldiğinde, Doğu Pakistan’ın belli ölçüde demografik yapısından kaynaklanan ‘üstünlüğü’ ile öne çıkması, Batı Pakistan siyasi ve askeri elitinin kabul edebileceği bir olgu değildi. Tam da bu noktada Cemaat-i İslami’nin o dönemki lideri Prof. Dr. Gullam Azzam, Doğu Pakistan’da Bengalli Muciburrahman liderliğindeki Halkçı Parti (Awame League)’in seçimlerden üstün çıkması karşısında Batı Pakistan’daki siyasetçilere “Bırakın, Muciburrahman yönetsin ülkeyi... Demokrasi bunu gerektiriyor... Çoğunluk onu istiyor...” diyordu.

Ancak Pakistan elitinin Cemaat-i İslami’nin bu olgun yaklaşımını tercih yerine reddiyesi, Bangladeş’te dini ve toplumsal bağlılıktan etnik ayrışmaya giden süreci körükleyen önemli nedenlerden biriydi. Zaten ne olduysa bundan sonra oldu... Öte yandan etnik, dil farklılıklarının yani sıra coğrafi ve siyasi ayrışma zamanla nihayetinde 1971’de Bangladeş adıyla yeni bir devletin kurulmasina yol açtı. Tabii, bir de Güney Asya’da siyasi gücünü demografik özelliği, dini ve coğrafi genişliğiyle pekiştiren Hindistan’ın önce bölgesel ardından küresel güç olmasının yolunu açacak şekilde komşu ülkeler üzerindeki siyasi ve de askeri hakimiyetini tesisinde, Bangladeşin sözde milliyetçi çevreleri ile kurduğu işbirliği ve desteği göz ardı etmemek lazım.

1975 yılına kadar yasaklı kalmış, Muciburrahman’ın öldürülmesinin ardından değişen siyasi ortamın imkânları doğrultusunda siyasi meşruiyetini yeniden kazanmış olan Cemaat-i İslami 1977 seçimlerinden itibaren ülkenin önemli siyasi aktörleri arasında kabul edilmiştir. Diğer iki güçlü parti, yani Halkçı Parti ve Ulusal Parti ile kıyaslanmayacak ölçüde seçmen kitlesinin azlığına rağmen, siyasi bir hareketten öte sivil, toplumsal bir hareket olması ile öne çıkan ve bu anlamda son derece organize bir yapı olmasının verdiği güçle neredeyse her seçimde yukarıda zikredilen iki parti tarafından ‘seçim ittifakına’ davet edilen bir siyasi parti oldu.

Öyle ki, bugün iktidardaki Şeyh Hasina’nın 1995 yılında, mensuplarının suçlamalar, yargılamalar ve infazla yüzyüze kaldığı Cemaati- İslami ile seçim ittifakı yaparak iktidara geldiği ne çabuk unutuluyor! Bugün yargılanan liderlerin bir bölümü, örneğin Prof. Dr. Gullam Azzam, o dönem aktif siyasi yaşamın içindeydi. Şeyh Hasina bu liderlerle sohbet ediyor, tokalaşıyor, koalisyon ittifakı çerçevesinde seçimlere birlikte giriyordu. Bunun ötesinde, yargılamalar sürecinde iktidardaki Halkçı Parti’nin icraatlarında başka çelişkiler de görülmeli.

Başbakan Şeyh Hasina’nın babası, yani Muciburrahman 1973’de iki yasa çıkarttı. İlki, “Savaş Suçları Yasası” ki bağımsızlığa karşı çıkan ordu mensuplarını; “İşbirlikçiler Yasası” olarak anılan ikincisi ise süreçten sorumlu tutulan sivilleri kapsıyordu. Birinci yasa çerçevesinde 195 Pakistan askerinin yargılanması gündeme gelirken; ikinci yasa çerçevesinde önce yüz bin kişi tutuklarınken, büyük bir bölümü Muciburrahman’ın genel af yasasından istifade ederken, sadece 731 kişini yargılanması sürdü. Ve süreç 1973-74 yılında tamamlandı... 

Ancak o dönem, söz konusu bu iki yasa çerçevesinde yargılananlar arasında Cemaat-i İslami’nin bugün yargılanan ve hapsedilen liderlerinin hiçbiri bulunmuyordu. Üstelik bu insanların ülke güvenliğini tehlikeye atacak girişimleri de bulunmamakta. Mamoon Al-Azzami’nin babası Gullam Azzam örneğinde dile getirdiği üzere kırk yıl boyunca bu liderler bir kez olsun karakola düşmemiş, iktidar olmamasına rağmen, koğuşturmaya maruz kalmamıştır. Bugün ortaya konan politikaların gerçeklerle iler tutar bir yanı bulunmadığı aşikâr. Siyasi bir intikam sürecinden geçildiği anlaşılıyor. Bunun öncülleri daha 2006 yılındaki seçimlerde belirmiş akabinde, 2009’da Şeyh Hasina’nın Halkçı Partisi’nin iktidara gelmesiyle pratiğe dökülmeye başladı. Gözlemcilerin dile getirdiği üzere burada üç aşamalı bir plan var. Birincisi, orduda tasviyeye gitme. Bu açılım, Hindistan destekli bir icraatla üst düzey 57 ordu mensubunun katledilmesiydi. İkincisi, yargı sistemindeki ve emniyet teşkilatındaki boş makamlara Halkçı Parti yandaşlarının yerleştirilmesiydi. Üçüncüsü de Cemaat-i İslami’nin Ulusal Parti olan seçim ittifakı sürecini baltalamaktı... Şeyh Hasina ve ekibi ilk iki aşamayı tamamladı. Şimdi üçüncüsünde. Koğuşturma ve hapislerin sadece önde gelen yaşlı liderlerle sınırlı olmadığı, gelen haberlere göre, Cemaat-i İslami’nin neredeyse tüm unsurları üzerinde baskı ve sindirme operasyonunun sürüyor oluşu mevcut iktidarın maalesef bu üçüncü sürecide tamamlayacağına inancını gösteriyor.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/283844/bangladeste-sistematik-kiyim

Selasa, 17 Desember 2013

ASEAN-Japonya İlişkilerinde 40. Yıl / 40th Anniversary of ASEAN-Japan Relations

Mehmet Özay                                                                                                                 16 Aralık 2013


Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği (ASEAN) ve Japonya arasında daha çok ekonomik ve de siyasi alanda gelişme gösteren ilişkilerin 40. Yılı... Bu münasebetle Tokyo’da gerçekleştirilen ASEAN-Japonya Zirvesi’nde vurgu, “Ortak Vizyon, Ortak Kimlik ve Ortak Gelecek” bağlamındaydı. Dört gün boyunca gerçekleşen toplantılarda Birlik ve Japonya arasında geçen 40 yılda gerçekleştirilen ilişkiler değerlendirmeye tabi tutulurken, ilişkilerin yakın ve orta vadede daha da geliştirilmesinin yolları arandı. 40 yılı bulan ilişkilerin bugün, sadece kendi içinde değerlendirmekten ziyade bölgesel ve küresel gelişmeler ışığında çok farklı açılımlara konu olduğu gözlemleniyor...  40. Yıl Zirvesi ve bu zirvede alınan kararlar, Çin Devlet Başkanı’nın geçen Ekim ayı başlarında, Malezya ve Endonezya gibi ASEAN’ın iki önemli ülkesine gerçekleştirdiği ziyaretler ve imzaladığı çeşitli anlaşmaların ardından gerçekleşmesi önemliydi. Bu, hiç kuşkusuz ki, bölgenin ne denli dinamik bir yapıda olduğunu ortaya koymaktadır..

Bu nedenle, ASEAN-Japonya Zirvesi, bölgedeki son gelişmeler dikkate alındığında göz ardı edilemeyecek bir önem taşıyor. Özellik de, Güney-Çin Denizi’nde süregelen ve aralarında Malezya, Filipinler, Vietnam’ın da bulunması dolayısıyla ASEAN’ı da içine alan bir küresel kriz ortamı varlığı sürdürürken... Daha önceleri dile getirdiğimiz üzere, bir anlamda Çin-ABD barışının ASEAN üzerinden geçtiğini bir kez daha tekrarlamakta fayda var. ASEAN’ın, bugüne  kadar varlığını güçlü bir şekilde dünya kamuoyuna duyaracak siyasi ve ekonomik girişimleri gerçekleştir(e)memiş olduğu doğrudur. Ancak, ABD’nin ‘Asya Yüzyılı’ konsepti çerçevesinde 2009’dan bu yana giderek agresif bir şekilde gündeme getirmeye başladığı politikanın doğrudan yansıması karşılığını ASEAN’ın da içinde bulunduğu bir jeo-stratejik bölgede karşılığını buluyor.

Bu nedenledir ki, ABD politika yapıcıları ASEAN’ı Pasifik’in bir kolu olarak değerlendirmek suretiyle Birliği kendi içine kapalı bir yapı olmaktan da çıkartıyor. Bu aslında çok önemli bir gelişme... ASEAN’ın belki de hayal edemeyeceği çapta bir jeo-stratejik genişleme olduğuna dikkat çekmek gerekir. Söz konusu Pasifik ekseninde var olan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) ötesinde, Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA)’nı gündeme getirmekle ABD bölge ülkeleri üzerinde ne denli yönlendirici olabileceğini de göstermiş oluyor. Tüm bunları ABD önderliğinde bir Batı eko-politik açılımı olarak değerlendirirken, bu sistemin örneğin Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bağlamında tıkandığı gözlemlenen kimi yönelimlerini TPPA, APEC ile bölgesel bağlamları ile gidermeye çalışıyor. İşte tam da bu noktada, ABD’nin bölgede kelimenin tam anlamıyla en önemli müttefiki konumundaki Japonya’nın ASEAN’la ilişkilerini tüm bu perspektif içinde ele almakta gerekir.

Gelelim 40. Yıl Zirvesi’nin ne anlam ifade ettiğine... Önce ASEAN’ın Japonya’yı niçin önemsediğine değinmekte fayda var. Bölge halkları için Japonya, endüstrileşmiş bir Asya ülkesi olmanın öncesinde Batılı Beyaz Adam’a karşı verdiği ‘mücadele’ ile önem kazanır. Bu ‘önemseme’, bölgede Asyalıların, ‘Beyaz Adama’ karşı koyabileceğinin ilk emaresi 1905’de Japonya-Rus savaşında ortaya çıkmıştı... Evet Rusya -her ne kadar Asya’nın azınmanamayacak bir coğrafyası üzerinde yükselse de - bu anlamda Batı’nın temsilcisidir. (Gerçi Japonya’nın bu zaferinden önce, bugüne kadar pek çok akademisyen ve politikacının göz ardı ettiği Açe topraklarında kırk yıla varan bir Hollanda Savaşı var ki, bu Hollanda Krallığı örneğinde ‘Beyaz Adam’ın sömürge topraklarında karşı karşıya kaldığı en uzun erimli bozgun olarak ortada durmaktadır...)

Kaldı ki, Rusya karşısındaki bu ‘askeri’ galibiyet, Japonya’ya şekillenmekte olan modern dünya sahnesinde siyasi bir konum kazandırmasıyla dikkat çeker. Akabinde bölgede Pasifik Savaşı adıyla bilinen 2. Dünya Savaşı’na giden süreçte, bölge ülkelerinin bağımsızlığına vurgu yapan ve yüzyıllar boyu Malay-Budist dünyasının, özellikle İngiltere-Hollanda tarafından bölüştürülmüş topraklarda, “Asya Asyalılarındır” siyasi sloganını pratiğe döken Japon Krallığı’nın vurgusundan bu yana Japonya bölge ülkeleri için farklı bir anlama sahiptir. Kaldı ki, savaştan mağlubiyetle çıkan Japonya’nın gerçekleştirdiği ve Asya Kaplanları serisinin ilki olduğu ileri sürülebilecek modern-endüstriyel kalkınma hamlesiyle bugüne kadar bir ‘model’ olduğu da aşikârdır.

Bu noktada Malezya ve Tayland gibi, bölgenin görece geç bir dönemde ekonomik kalkınma sergileyen ülkelerinde Japonya vurgusu çok belirgin bir şekilde ‘Doğu Politikası’ adıyla literatüre geçti ve geçmeye devam ediyor... Örneğin, Malezya 1983 yılında Dr. Mahathir Muhammed’in ülke politikası olarak uygulamaya koyduğu ‘Look East Policy’den bu yana otuz yıl geçti. Bu dönemde Malezya kazanımlarının arkasında Japonya ve bir ölçüde de Güney Kore’nin varlığını sürekli hissetmiştir... Bu nedenledir ki, bugün Başbakan Necib, 40. Yıl Zirvesi vesilesiyle Japon Başbakanı Shinzo Abe ile yaptığı ikili görüşmelerde Malezya’nın “Look East Policy”de ikinci safhayı büyük bir istekle başlatma arzusunu dile getirdi.

Siyasi süreçleri ve kalkınma arzuları ile Birlik içindeki diğer ülkelerden ayrılan bu iki ülkenin, yani Maleyza ve Tayland dışındakilerin de kalkınma yönünde en azından niyet beyan etmeleri Japonya’nın önümüzdeki süreçte çok daha agresif bir şekilde kalkınma ve yatırım ile bölgede varlığını hissettireceği şeklinde yorumlanabilir... Bu bağlamda Mymanmar başta olmak üzere, Mekong Nehri’nin suladığı geniş coğrafyayı oluşturan Laos, Kamboçya, Vietnam’ı da kalkınma hamlelerinde komşu ülkelerle aynı düzeye çıkarma çabasına tanık olunacaktır. Zaten Zirve nedeniyle gerçekleştirilen ikili görüşmelerde de bu ülkelerle daha yakın işbirliklerine kapı aralayacak bağlamlar ortaya çıkmaya başladı.

Özellikle Myanmar’ın bugüne kadar dünyaya kapalı olmasının doğurduğu cazibe merkezi tek başına her şeyi açıklamaya yetiyor... Çeşitli Japon yatırımcılarının bölgedeki varlıklarının temelde ucuz iş gücü ve hammadde kaynakları olduğu biliniyor. Kalkınmacı politikaların sonucunda sosyo-ekonomik değişimlerle tüketimci toplum özelliği kazanan ASEAN toplumunda elbette ki, Japon ‘harikalarına’ yönelme konusunda kendiliğinden bir eğilim de söz konusu olacaktır... ASEAN’ı Japonya’ya yaklaştıran bir diğer neden ise, 2015 yılında imzalanacağı plânlanan ASEAN Ekonomik İşbirliği Anlaşması... Dolayısıyla bölgenin çehresini değiştirmeye aday bu girişimde Japonya’nın katkıları herhalde küçümsenemez.  

Japonya için ASEAN’ın ne anlama geldiğini belki de en iyi ortaya koyan husus Başbakanlığa seçilir seçilmez yaptığı gezilerde Shinzo Abe’nin ASEAN ülkelerinin tümünü ziyaret etmesiydi. Bu ziyaretlerin birbiri ardına gerçekleşmesindeki başat faktör ise gene hiç kuşkusuz ki varlığı ortaya çıkmaya başlayan bir Çin tehdidine karşı bölge ülkeleriyle stratejiler geliştirme. Öte yandan, son dönemde Japon ekonomisindeki durgunluğun aşılması ve yeniden ‘eski günlere dönüş’ çabası bağlamında agresif bir politika izlenmesi. Ekonomi alanındaki etkileşim 40. yıl Zirvesi’nde de önemli konuların başında geliyordu. Bu hususa aşağıda kısaca değineceğim...
ASEAN ve Japonya arasında neler konuşulduğuna bakalım... Konuların başında Güney Çin Denizi ve güvenlik stratejilerinin geldiğine kuşku yok. Her iki tarafda Çin’in kıta sahanlığını artırmasından endişe ettiğine göre, ortada bir anlamda ‘ortak düşmana’ karşı tavır alma sürecini yaşandığı ileri sürülebilir. Nitekim öyle de oldu... Geçen Cumartesi günü yapılan görüşmelerde bölge denizlerinde güvenlikli seyir olgusu üzerinde duruldu. Bu anlamda, Çin’in ‘şimşeklerini’ üzerine çekmeme adına, açıkça Güney Çin Denizi referansına başvurulmasa da, uluslararası yasalar çerçevesinde güvenli deniz seyri ve uçuz özgürlüğüne atıf önemliydi.

Güvenlik konusunun akabinde, bir yanda Japonya’daki ekonomik durgunluğu çare olacak, öte yandan ASEAN’ın ihtiyaç duyduğu ‘know how’ başta olmak üzere kalkınma odaklı programlarına destek olacak anlaşmalar imzalandı. Bunların en önemlisi önümüzdeki beş yılda Japonya’nın ASEAN’a yaklaşık 20 milyar Dolarlık yardım taahhüdünde bulundu... Bu yardım, bölge ülkeleri arasındaki ekonomik kalkınmışlık farkını ortadan kaldırmaya yönelik olduğu gibi, bölge ülkelerinin sık sık doğal afetler karşısındaki zaafiyetini giderecek yardımlar da bulunuyor. Bunun somut örneği ise, Japon ve Filipinler yetkililerin ikili görüşmeleri sonunda geçen ay Filipinleri vuran tayfun sonrası yeniden yapılanma faaliyetlerinde kullanılmak üzere 287 milyon Dolarlık kredi anlaşması oldu...

Japonya’nın ASEAN’a ilgisinde ekonomik yatırımlar, bölgenin altıyüz milyona varan görece bâkir tüketimci eğilimleri kadar bölgesel güvenlik konularındaki ittifak arayışları başta geliyor. Bu anlamda Güney Çin Denizi ve çevresinde güvenli koridorların varlığını sürdürmesi konusunda ABD’nin bölgedeki üssü konumundaki Japonya’nın varlığı önemli olmakla birlikte tek başına yeterli değil... Kaldı ki, ASEAN bağlamında karşılıklı bir çıkar ilişkisi olduğu çok belirgin... Çin’in söz konusu Adalar Krizi’nde Birlik’i değil de, Adalar’da hak iddia eden tek tek ülkelerle görüşme isteğinde ısrar etmesi ve ilgili ülkelerin de buna yanaşmamaslarının ardında Çin’e karşı koyabilecek stratejik ve siyasi derinlikten yoksun oluşları yatıyor... Bu açığı kapatacak olansa ABD destekli bir Japon gücüdür...

Hammadde ve insan işgücü zengiliğiyle giderek artan bir şekilde gündeme gelen ASEAN’ı çevreleyen küresel siyasi ve ekonomik koşullar önem kazanıyor.. ASEAN-Japonya ilişkilerinde 40 yılı bu şekilde değerlendirmek ve yakın ve orta vadedeki gelişmeleri de bu perspektiften değerlendirmek gerekiyor...

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/283369/asean-japonya-iliskilerinde-40-yi
l

Kamis, 12 Desember 2013

Tayland ve Demokrasi / Thailand and Democracy

Mehmet Özay                                                                                                                12 Aralık 2013

Tayland’da ‘muhalefet faşizmi’ yaşanıyor… Thaksin Shinawatra ile birlikte ülkenin geniş kesimlerinin politika süreçlerine aktif katılımlarının gündeme gelmesiyle kurulu düzende denge kaymaları başgöstermişti. Bu nedenle, bugün ülkede iktidara oynayan güçler arasında mücadelenin bugün Thaksin Shinawatra üzerinden yürütüldüğü apaşikâr ortada.

Kasım ayı ortalarında Parlamento’da kabul edilen ve sadece Thaksin’i değil, 2010’da yılı Nisan ve Mayıs aylarında Kırmızı Gömlekliler’in, yani Thaksin yanlıların düzenlediği gösterilerde yaklaşık 90 kişinin ölümüne neden olan yetkilileri de ‘aklayan’ Anayasal düzenlemelere rağmen, muhalefet gücünü ortaya koymaya başladı. Yingluck Shinawatra’nın başında olduğu hükümet, bu yasa ile sadece abisi Thaksin’i değil, yukarıda zikredilen sorumluların da ‘affına’ neden olan yasa ile aslında bir tür toplumsal barış çağrısında bulunuyordu. Ancak bu toplumsal barış çağrısı öyle bir geri tepdi ki, muhalefet artık ‘Shinawatra’ ailesini değil hükümette kalmasını, ülkedeki varlıklarına dahi tahammül gösteremiyor… Muhalefetin Shinawatra ailesi için tek ifadesi ‘ülkeyi terk edin’ oldu.

Hükümet, bahsi geçen yasayı geri çekse de, muhalefet anayasal düzenlemelerin ucunun Thaksin’in ülkeye dönüşünün önünü açacağı gerekçesiyle günbegün etkisini artıran dev gösterilerle Hükümeti çalışamaz hale getirdi. Başbakan ve Thaksin’in kızkardeşi Yingluck, ilk haftalarda direnç göstermekte kararlı olduğunu ortaya koysa da, öncelikle ‘kan dökülmemesi’ adına polis ve orduyu harekete geçirmedi. Uluslararası bir kanala veridiği röportajda, Yingluck’ın “Niçin terk edeyim ki! Demokratik yollarla seçildim.” derken yüz ifadelerinden krizi yönetmekte epeyce zorlandığı okunuyordu.

Görüştüğümüz kimi Taylandlıların da ifade ettiği üzere Yingluck, abisinin tavsiyeleri doğrultusunda iki buçuk yıla varan iktidarı sürecinde ‘orduyu kendisine’ bağlamıştı çoktan. En azından şimdilik öyle bir görüntü olduğu da ortadaydı… Ancak ordunun Yingluck’a bağlı olmakla birlikte kamuoyu önünde ‘tarafsız’ kimliği ile durması da onlar açısından izlenmesi gereken bir politikaydı… Bu noktada, referanslar Kral’ın nasıl bir tepki vereceğini gösteriyordu. Biz de son yazımızı Kral nasıl tepki verecek diyerek bitirmiştik

Yingluck, böylece genel kamuoyun önünde meşru bir zeminde duracağını ve gösterilerin bir süre sonra etkisini yitireceği düşüncesindeydi. Aslında Yingluck bu noktada polis ve askeri devreye sokmayarak, toplumsal barışın tesisi adına ikinci defa muhalefete ‘barış çubuğu’ uzatıyordu… Bu anlamda, göstericilerin Başbakanlık konutu bahçesine girişine izin verilmesi sembolik bir zaferdi o kadar… Gözlemciler polis ve askerin müdahale etmemesi üzerine, kapalı kapılar ardında görüşmelerin sürdüğü ve gösterilerin bir süre sonra etkisini yitireceği görüşündeydi… Halbuki böyle olmadı. Bu noktada kırılma noktası ise, yaşlılık ve hastalık nedeniyle, bırakın ülke yönetimine müdahil olmayı kendi gündelik aktivitelerini bile yerine getiremeyen Kral Bhumibol Adulyade’nin doğum yıldönümü oldu. Doğum günü bile tek başına bir müdahale olarak okunabilir… Ancak hem içerde hem dışarda herkesi yanıltan bir müdahale oldu bu…

Kutsal renk sarılara bürünmüş olan Kral eline tutuşturulan metni okurken, yaşam direncini ne kadar yitirdiği de dünya kamuoyuna yansıyordu. ‘Sulh’ çağrısı yapması aslında Taylandlıların yarı Tanrı olarak kabul ettikleri Krallarından beklenen en doğal tepkiydi. Tayland’da son bir ayda olup biten öyle kolay bir sulhla hallolunacak gibi değil… Bu, tüm taraflarıyla ülkede rejimin dönüşümüyle doğrudan ilintili bir süreç. Yoksa mevcut hükümetin şu veya bu anayasa maddesini değiştirip değiştirmemesiyle alâkalı değil…

Aslında Yingluck ve hükümetin meşruiyet zeminini kaybetmeye başladığı an, gösterilerin organizatörü olarak öne çıkan Suthep Thaugsuban’ın savcılığa suç duyurusunda bulunulmasına rağmen hakkında gerekli yasal işlemlerin yapılmamış olmasıydı… Oysa, Suthep, Başkan Yardımcılığını yürüttüğü Demokrat Parti’den bile istifa etmişti. Suthep’in başkanlığında yürütülen dev gösterilere ara verilmesi aslında tastamam dini bir ritual olarak algılanan ve pratikte karşılığını bulan Kral’ın doğum günü kutlamalarıydı. Krala saygının ötesinde bir durumdu ve bu ülke siyasal yaşamına damgasını vuran gelişmelerin de önüne geçmesini yadırgamamak lazım… Bu ritual öncesinde Suthep mesajını vermiş ve birkaç gün sonra gösterilerin kaldığı yerden başlayacağını taraftarlarına duyurmuştu… Aslında Suthep’in ülke gündemini belirlemede yarı Tanrı Kral’dan da öte bir rol üstlendiği gözlerden kaçmıyor. Kral’ın sulh çağrısı iki güne sığdı sadece…

Yaşlı ve güçsüz Kral sarayında (hastanede aslında) yalnızlığa terk edilirken ve de varisleri henüz Bangkok’un sıcak siyasetinde rol alma cesaretini gösterememişken, ülke siyaseti önemli bir evreye doğru gidiyor. Muhalefet, Shinawatra ailesini istemiyor… Yabancı muhabirlerin ‘Tamam işte istediğinizi aldınız… Demokratik olarak seçilmiş Başbakan Yingluck, hükümeti lağv etti… İki ay içinde seçime gidiyor. Daha ne istiyorsunuz?” sorusuna göstericiler, ‘Hayır yetmez… Biz demokratik yollarla da seçilmiş olsa ‘yolsuzluklara bulaşmış’ bu ailenin ülkeyi yönetmesini kabul etmiyoruz” diyorlardı. Ortada ciddi bir sorun olduğuna kuşku yok… Hangi demokratik kurumlar, hangi yasal zeminde yolsuzluklarla mücadele yapıldığını anlamak ve anlamlandırmak pek de mümkün gözükmüyor. Ortada rakip siyasi partiler arası bir demokrasi yarışı değil, rejimin meşruiyeti sorunu var. Bir yanda seçilmiş bir hükümet, öte yanda ‘Demokratik Halk Reform Komitesi’nce çoktan kurulmuş ‘halk hükümeti’. Birincisi tüm eksikliklerine ragmen, ülkede mevcut anayasal kurumlar çerçevesinde varlığını sürdürüyor(du). İkincisi ise hiçbir yasalar bağlamında meşru bir karşılığı olmayan bir sürecin izi. Öyle ki, muhalefet kendi ‘gönüllü güvenlik güçlerini’, ’hükümet etme vasfında merkezi komitesi’ni kurmuş durumda. 2006 yılında Thanksin iktidardan düşürülürken bile ortada bir ‘ordu’ gerçeği vardı…

Buraya nereden gelindi? İş dünyasında kazandığı ekonomik gücünü Bangkok siyasi çevrelerinde meşruiyet aralığı olarak değerlendirerek bunu siyasi güce devşirmeyi başaran Thaksin 2000 yılında Pheu Thai Partisi’nin lideri olarak Başbakanlık koltuğuna oturmasıyla, bir anlamda darbeler ülkesi olarak da adlandırılabilecek Thailand’da sivil yönetime geçişin adı olarak da siyasi tarihde yerini almıştı. Bununla birlikte, ülke yönetiminde başat bir unsur olmuş veya yönetim süreçlerinde söz sahibi olmuş monarşi, elitler, ordu ve polis gibi kökleşmiş siyasi yapılar karşısında, toplumun başta kırsaldaki sosyo-ekonomik anlamda görece geri kalmış kesimleri değil, giderek şehirlerdeki yeni orta sınıfları da içine alan bir sivil yönelim olarak ortaya çıkmıştı.

Thaksin, monarşi yanlılarının darbe girişimiyle 2006 yılında iktidarını ‘geçici’ olarak kaybederken, kızkardeşi Yingluck’un 2011’de başlayan Başbakanlığı ile farklı bir güç evrimine konu oldu. Thaksin’in siyasi mirası üzerinden yürüyen mevcut hükümet, Thaksin’i ‘aklamaya’ yönelik çabası sonuçsuz kaldığı gibi, merkez güçlere karşı Thaksinler eliyle yürütülen muhalefetin de geleceği tartışmalı hale geldi. Gösterilerin arkasındaki gücün, diğer güç odaklarıyla birleşmesi halinde Shinawatra ailesinin siyasi yaşamı sona erebilir. Demokratik Halk Reform Komitesi’nin bunu başarabilmesi için kuşkusuz ki ordunun yeşil ışık yakması kadar, Anayasa Mahkemesi’nin de desteğini almak durumunda. Bu süreçler işlerse, Shinawatra’ların devrilmesinde şimdilik pek sorun olmayacak. Peki ya “Shinawatra siyasetine” destek veren kitlelerin talepleri ne olacak?


http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/282987/tayland-ve-demokrasi

Rabu, 11 Desember 2013

Dünya Ticaret Örgütü’nde Mutlu Son mu? / A Happy End at WTO?

Mehmet Özay                                                                                                                    9 Aralık 2013

Dünya Ticaret Örgütü’nün Bali’deki Bakanlar düzeyinde yapılan 17. Toplantı’sı tüm zorluklara rağmen, ‘imzayla’ sonuçlandı. Ve Böylece “Ticareti Kolaylaştırma” adı verilen bu anlaşmayla DTÖ yola devam kararı aldı... Anlaşma, aynı zamanda “2001 Doha Ruhu”nun dirilişi olarak da değerlendirilebilir. Gelişmeye ilk olumlu mesaj ise Barack Obama oldu. Obama bu anlaşma ile özellikle ‘küçük işletmeleri’ uluslararası mobilizasyon kazanacaklarını ileri sürdü.

1995’de kuruluşundan bu yana üyelerarası anlaşmazlıklarla gündeme gelen ve her toplantısı alternatif toplantılar ve gösterilerle proteste edilen DTÖ bu sefer imza atmayı başardı. 159 ülkenin üye olduğu örgüt, Bali öncesi Cenevre sürecinde ortak bir metin üzerinde anlaşma sağlayamamıştı. Bu nedenle, Bali’de nelerin yaşanağı merak konusuydu. Bu süreçte, Örgüt’ün Brezilyalı Genel Sekreteri Roberto Azevedo’nun  “Bu anlaşma, ya imzalanacak ya da her şey bitecek” türünde tehditvari açıklaması etkisini gösterdi diyebiliriz. İmza sonrası böylesine rasyonel bir kurumun yöneticisinden beklenmeyecek şekilde gözyaşlarını tutamayan ise gene Azevedo’ydu....

Yukarıda Obama’nın ilk olumlu tepkiyi veren lider olduğunu söylemiştik. Nedeni de açık... 1995’den bu yana kaydadeğer bir gelişme sergileyememiş DTÖ’nün varlığı karşısında küresel ticareti bölgelerarası anlaşmalarla yürütmeye çalışan ABD yönetimi DTÖ çerçevesinde ‘sınırlı da olsa’ bir adım atılmasından herhalde memnuniyet duyuyor olmalıdır. ABD’nin bu bölgelerarası anlaşmalarına en son örnek ise Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) çalışması geliyor. Henüz son imza aşamasına gelinmese de ABD’nin Pasifiğin iki yakasını bir araya getirecek ve ABD ekonomisine hayat kapısı olacak çözümlerden biri olarak bakılıyor.

Küresel sistemin öncülerinin DTÖ Anlaşmasıyla ilgili olarak kulağa hoş gelecek şekilde dile getirdikleri “zengin-fakir tüm ülkeler aynı oyunun kurallarını oynayacakları” argümanıydı. Ancak “Şartlar zenginler ve fakirler açısından aynı mı?” sorusu hep gündemde yer işgal etti ve etmeye de devam edecek. Örneğin yatırımların gelişmiş ülke iş çevrelerinden gelişmemiş/gelişmekte olan ülkelere doğru bir akım seyrettiği dikkate alındığında DTÖ ‘kuralları da’ bu ulusaşırı yatırımcıların lehine çalışıyor. Yani DTÖ’nün koyduğu kurallar göz ardı edilmeyecek kadar bağlayıcı. Bu anlamda, DTÖ kuralları karşısında yerli hükümetlerin yasa gücü de bulunduğunu söylemek güç. Kurallar belirlenmiş oluyor ve oyuncular sahaya iniyor. Elbette yabancı yatırımların geri kalmış bölgelerde iş olarak geri dönüşü argümanı da her şeye rağmen epeyce eleştirilmeye matuf bir yön içeriyor. Süreç hiç de sanıldığı gibi düz-pozitif bir çizgi takip etmiyor...

DTÖ’nün önceki toplantılarındaki handikapların benzeri gene tekrar etti. Öyle ki, Cenevre sürecinden başlayarak toplantılar öncesinde başta Hindistan, Çin ve Küba olmak üzere Güney’in tepkisi vardı. Özellikle son güne kadar devam eden Hindistan’ın tepkisi anlaşma sağlanamayacağı ihtimalini güçlendiriyordu. Bu nedenledir ki, ev sahibi ülke Endonezya’nın Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono bizzat Hindistan Başbakanı’nı Manmohan Singh’i arayarak anlaşma kosunuda ısrarcı oldu. Bir anlamda DTÖ toplantısında anlaşma bu görüşmenin sonrasında gerçekleşti. Kaderin bir cilvesi olsa gerek, bu anlaşma, İki kutuplu dünya sistemi yani Soğuk Savaş yıllarının başlarında iki sisteme de kafa tutabilme emaresi göstermiş ve bu anlamda Bandung’da Üçüncü Dünya’nın alternatif sözcülüğüne soyunmuş Endonezya’da gerçekleşti. 

Hindistan Anlaşma’ya ‘evet’ derken, kendi görüşünü de kabul ettirmiş oldu. Neydi Hindistan’ın talebi? Yüz milyonlarca yoksul kitleyi besleyecek ve ülkenin sadece sosyal yapısını değil, politik yapısını da garanti altına alacak şekilde tarım ürünlerinde sübvansiyona devam edilmesiydi. Hindistanlı yetkililer görüşmelerde, ülkelerinin ‘tarım sübvansiyonlarının kaldırılması’ şartından azade edilmesini istediler ve bunu da kabul ettirdiler. Bu ‘imtiyaz’ sadece Hindistan’la sınırlı değil. Aksine tüm gelişmekte olan ülkelerde sübvansiyonların “geçici süre” devam edilmesi Güney’in şimdilik bir yandan kazanımı gibi gözükürken öte yandan DTÖ’nün önüne taş koymak anlamına da yorumlanabilir.

Genel Sekreter Azevedo’nun vurguladığı üzere 2014 yılı bu konuda önemli adımların atılacağı bir yıl olacağı açıklaması da henüz anlaşma bağlamında herşeyin kesinleşmediğini de ortaya koyuyor. Bu ne anlama geliyor? DTÖ, iddiasından vazgeçmiş değil... Küresel sistemi rahatlatma adına geçici verilen bir imtiyazın ardından şartlarını kabul ettirme noktasında yakın gelecekte ciddi çabalar ortaya konacak. Bu anlamda, DTÖ’nün “Ticareti Kolaylaştırma Anlaşması” sürecinin bittiğini söylemek güç.

DTÖ dünya ticaretini ilgilendiren bir kurum ve aldığı kararlarla bu ticarete yön veriyor. Ancak küresel ticaret anlaşmalarında bugüne kadar izlendiği üzere sadece zenginler arasında ticaret konuşulmuyor. Bunu en iyi Hindistan’ın çıkışıyla görmüş olduk... Aksine, bu ticareti yönetecek kuralların her bir ülkenin özellikle de, Güney’deki fakir kitleleri ne yönde etkileyeceği üzerinde duruluyor. Bu bağlamda, Türkiye gibi ülkelerin gerek devlet ve gerekse özel kesim de -diyelim ki STK’lar boyutunda bu konuya ne denli eğildiklerini de tartışmak gerekiyor. Çünkü son dönemdeki çıkışlarıyla devletin kimi organları düne kadar öncülüğünü kimi STK’ların yaptığı söylenen ‘yardım işinde’ kayda değer adımlar atarken, bunun sadece ‘fakirin karnını’ doyurma yaklaşımı ile sınırlı olmadığı da ipuçlarını vermeye başladı. ‘Karın doyurma’ olgusu tastamam bir dünya sistemine müdahale anlamı taşımıyor mu diye sormak gerekir. Bakın buna en son örnek, Bengaldeş’te neredeyse ömrünü bu işe vermiş Prof. Muhammed Yunus’un ‘mikro kredi’ çalışmalarının dünya kapitalistlerinin egemenliğine geçmiş olması... Akabinde daha geçtiğimiz Kasım ayında da Bengaldeş Hükümeti ‘Gramen Bankası’nı devletleştirme kararı aldı. Prof. Yunus’un bu karara verdiği “Hükümet, mikro finans sistemini ortadan kaldırmak anlamın geliyor” tarzındaki tepkisinde neler olup bittiğini çok net ortaya çıkıyor  sadece ‘cepten’ yeme olarak değerlendirlerini düşünmek yanlış olur.

Herhalde bu noktada söylenmesi gereken “Biz ticaret yapalım. Kârımızın bir bölümüyle yoksula bakalımdan ziyade, yoksulu kendi inisiyatifiyle ‘adaletli’ bir üretim-tüketim süreçlerine nasıl yönlendirebiliriz” olmalı. Bu noktada, gerek bölgesel gerekse küresel ticaret anlaşmalarına imza atmadan önce devlet ve de özel kesim ki bundan kastımız STK’lardır, kayda değer açılımları sergileyecek donanımda olmaları gerekir. Bugüne kadar oldular mı? Olmadılarsa bundan sonrası çok önemli bir süreç... Bir örnek verelim... Oxfam, DTÖ’nün son anlaşması üzerine ‘katkılarını’ yapıyor... Kuvvetle muhtemel görüşmeler öncesinde de ilgili ülkeler nezdinde lobi çalışmalarında bulundu... Oxfam’dan önce bunu düşünecek çok daha sağlam argümanlarımız olduğunu unutmamak lazım...

Jumat, 06 Desember 2013

Dünya Ticaret Örgütü Çelişkileri Aşabilecek mi? / Can WTO resolve controversial issues?

Mehmet Özay                                                                                                                     5 Aralık 2013

159 ülkenin üye olduğu Dünya Ticaret Örgütü’nün iki yılda bir yapılan Bakanlar düzeyindeki toplantı serisinin dokuzuncusu bu yıl 3-6 Aralık tarihlerinde Bali’de yapıldı. Açılış konuşmasını Endonezya Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun yaptığı DTÖ toplantısı önemli konukları ağırladı.

Örgüt’e yönetimine henüz yeni atanan Brezilya eski Dışişleri Bakanı Roberto Azevedo, toplantıda tatminkâr düzeyde olmasa da iyileşme belirtileri gösteren küresel ekonominin sağlıklı bir seviyeye gelmesi için “Ticareti Kolaylaştırma Anlaşması” bağlamında ortak kararlar almaya çalışacaklarını açıkladı. Bu anlaşma ile mal ve hizmetlerin sınırlardan çok daha basit ve hızlı mekanizmalarla geçişinin sağlanması hedefleniyor. Aslında bu, bir anlamda uluslararası ticari işlemlerdeki bürokrasinin hafifletilmesi anlamına geliyor. Bu ifade kulağa hoş gelse de gelişmekte olan ülkelerin bu anlaşmadan nasıl bir fayda sağlayacakları konusunda çekinceleri bulunuyor. Çünkü bugüne kadar Kuzey-Güney dengesinde ibre her halükârda Kuzey lehine işlediğinden Güney’in bu yeni gelişme bağlamında durup düşünmek istemesini doğal karşılamak gerekir. Bununla birlikte, üyelerin ortak bir metne ‘evet’ demeleri halinde uzmanların ifadesiyle gelişmekte olan ülkelerin %15, gelişmiş ülkelerin de %10’luk dış ticaret maliyetlerinde tasarruf yapılacak.

DTÖ’nün Bali’deki toplantılara  sıkıntılarla başladığı ortada. Görüş ayrılıkları daha DTÖ toplantısı başlamadan gündeme gelmişti. Örgüt’ün yapılanmasında etkin olan Batılı ülkelerin güdümünde Cenevre’de yapılan ön görüşmelerde yeni stratejiler konusunda ortaya konan metin üzerinde anlaşmazlıklar Bali öncesi gündeme damgasını vurmuştu. Örgütün özellikle 1995 yılından, yani ‘Yeni Liberalizm’in küresel etkisini göstermeye başladığı yıllardan bu güne uluslararası bir anlaşmaya konu olmaması da başta Örgüt olmak üzere, ekonomik dar boğazdaki Batılı ülkeleri kaygılandıran bir başka unsur olmaya devam ediyor. Öte yandan, bu anlaşmanın imzalanması, uluslararası ticaret engelleri kaldırılmasına yönelik olarak 2001’de Katar’ın başkenti Doha’da alınan kararlar çerçevesinde başlatılan ve yaklaşık 12 yıldır sürdürülen bir mücadelenin kazanılması anlamına gelecek. Bu, aynı zamanda DTÖ’nün küresel ekonomi sisteminin yeniden yapılandırılmasında güçlü bir aktör olduğu anlamına geleceğine kuşku yok. Söz konusu anlaşma metni üzerinde ülkeler ve bölgeler arası farklı yaklaşımlar nedeniyle kimi uzmanlar “Doha Kararları”nın %10’unun kabul edilmesinin bile bugün için çok önemli bir aşama olacağını kaydediyor.

Aslında Azevedo’nun açıklamalarına bakıldığında “Bu anlaşma ya imzalanacak ya da her şey bitecek” türünde tehditvari bir içerik olduğu seziliyor. Bu söylem, özellikle Avrupa Birliği ve ABD gibi dünya kapitalist ekonomi sistemini yöneten güçlerin son yıllarda yaşadıkları önemli krizlere çözüm olacağı da gündeme getirilen konular arasında baş sırayı çekiyor.

Uzmanlar, “Ticareti Kolaylaştırma Anlaşması”nın hayata geçirilmesiyle 21 milyon yeni iş imkânı yaratılacağı ve yaklaşık 1 trilyon Dolarlık ekonomik aktivitenin gerçekleştirileceğini tahmin ediyorlar. Ancak bunun ne kadarlık bir süre zarfında gerçekleşeceği ise söylenmeyenler arasında. Bu noktada gelişmiş ülkeler ile geri/gelişmekte olan ülkeler arasında, bir başka deyişle Kuzey-Güney ikileminin yansımaları görüşmelerde karşılığını buluyor. Bu anlamda aslında benzer bir çabaya “Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması” (TTPA) adıyla bilinen ve Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan 12 ülkeyi kapsayan ticaret anlaşmasına başta Malezya olmak üzere kimi ülkelerin karşı olmalarında gündeme gelmişti.

Bali öncesinde Cenevre’deki görüşmelerde Hindistan ve Türkiye’nin yanı sıra Afrika ülkeleri de imzalanması istenen anlaşma metni üzerinde çekincelerini paylaştıkları dile getiriliyor. Bir diğer hususu ise, ABD’nin Küba’ya uyguladığı ambargonun kaldırılması yönündeki çağrılar oluşturuyor. Bu sürecin en kayda değer görüş ayrılığı ise kuşkusuz ki ABD-Çin ticari rekabetinde belirginlik kazanıyor. Bu bağlamda, Çinli yetkililer, ABD’nin Çin ürünlerinin düşük fiyatlarla Amerika pazarına girmesini engellemeye yönelik uygulamasını protesto ettiklerini söyleyerek Bali’deki görüşmelerin ilk gününde Örgüt yönetimine, ABD’nin Örgüt kriterlerine aykırı hareket ettiğini ileri süren bir şikayet mektubu gönderdiler. Aslında bu iki ekonomi devi arasındaki ilk çekişme değil. Bu yıl içerisinde daha önce Çin, DTÖ’ye benzer nedenlerle üç şikayet dilekçesi göndermişti.

Bu noktada, Hindistan’ın konumuna biraz daha yakından bakmakta fayda var. Tüm endüstriyel gelişme çabalarına ve uzay çalışmalarına rağmen, halkının büyük bir bölümü tarım sektöründe çalışan ve yoksulluğun önemli boyutlarda seyrettiği Hindistan, gıda üretiminde %10’luk sübvansiyon sınırlamasının -en azından- kendisi için kaldırılmasında ısrarlı. Hindistan Hükümeti, tarımsal destekleme alımlarını artırma ve bu ürünleri düşük fiyattan tüketicilere ulaştırma konusunda geçen Ağustos ayında Ulusal Gıda Güvenliği adıyla bir yasa çıkartmıştı. Bu noktada, yerel/ulusal tarımsal faaliyetlerin ve bu faaliyetlerin üst düzey temsilcisi konumundaki tarım sendikalarının gücünü göstermesi bakımından önemli. Öyle ki, şu anki Kongre Partisi Hükümeti’nin bu ticaret anlaşmasını imzalamasıyla sübvansiyondan elini çekmesi demek önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerde önemli bir oy potansiyelini tehlikeye atması anlamına geliyor. Bunun bir oy kaygısını ötesinde yoksullukla baş etmek zorunda olan halka bir çözüm sunmakla bağlantılı olduğu görülüyor.

Hindistan Endüstri Konfederasyonu yetkilileri de açıklamalarında sarih bir şekilde dile getiriyorlar. %10’luk barajın ülke yoksullarına ulaşmada yetersiz kalacağını ve bunun yüzmilyonlarca fakirin karnını doyurmasıyla alakâlı olduğunu dillendiriyorlar. Bali’deki toplantılarda üyelere yaptığı konuşmada Hindistan Ticaret Bakanı Anand Sharma söz konusu anlaşmanın kendileri açısından bu haliyle kabul edilmesinin kesinlikle mümkün olmadığını söyledi. Bu anlamda, Hindistan’ın iddialarında ısrarla devam etmesi üzerine Endonezya Devlet Başkanı araya girdi. DTÖ toplantılarının devam ettiği sırada Hindistan Başbakanı Manmohan Singh’le görüşen Susilo Bambang Yudhoyono, bu engellemenin devam etmesi halinde örgütün geleceğinin tehlikeye gireceğini ileri sürdü.

Bakanlar ve bürokratlar arasında tartışmalar sürerken, toplantıların yapıldığı Bali Adası’nın güneyindeki Nusa Dua’da Bengaldeş, Kanada, ABD, Kanada, Japonya, Bolivya, Güney Kore ve Tayland’dan gele çeşitli gruplar gösteriler yaptı. Göstericiler, DTÖ’nün Endonezy ahalkının menfaatine  olmadığını, hükümetin bu örgüte üyelikten çekilmesi gerektiğini; örgütün sadece Amerikan çıkarlarına çalıştığını ileri sürerek lağv edilmesini istediler. Aynı zamanda çeşitli ulusal ve uluslararası STK’ların üyeleri DTÖ toplantısı öncesi, geçen Pazartesi günü Denpasar şehrinde alternatif bir toplantı düzenledi. Tayland kökenli Küresel Güney adlı oluşum temsilcisi DTÖ anlaşmasının sadece ulusaşırı şirketlerin menfaatlerine hizmet ettiğini söyledi. Bir yanda ulusaşırı ticaret tekellerinin talepleri öte yanda üretimi bir ‘iş’ değil, hayatta kalıp kalmama meselesi olarak kabul eden milyonlarca çiftçiyi ilgilendiren konularda nasıl bir karar alınacağı merak konusu. Bununla birlikte, bugüne kadar, gerek bölgesel gerekse küresel anlaşmalarla gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerle şu veya bu şekilde işbirliklerine kapı aralayan politikalarının varlığını da unutmamak gerekir.


Senin, 02 Desember 2013

Tayland’da İktidar ve Siyasi Güçler / Government and Political Powers in Thailand

Mehmet Özay                                                                                                                   2 Aralık 2013

Tayland’da iktidarın ‘torba yasası’ çalışmalarına paralel olarak gündeme gelen muhalefetin yönlendirdiği kitle gösterileri etkisini artırarak devam ediyor. Hafta sonu muhalefetin yanı sıra, Başbakan Yingluck ve iktidar partisi Pheu Thai Partisi destekçilerinin de meydanlara inmesiyle çatışmalar yaşandı. Cumartesi günü başkent Bangkok sokaklarında meydana gelen çatışmalarda şu ana kadar dört kişinin hayatını kaybettiği belirtiliyor. Pazar günü de güvenlik güçleri başkentte kilit noktalarda tedbirler almaya başladı. Meydanlarda bunlar olurken, kapalı kapılar ardında ülkenin önde gelen kurumları arasında görüşmeler gündeme gelmeye başladı. Buna aşağıda değineceğim.  

Geçen hafta Çarşamba günü Parlamento’daki hükümeti düşürmeye yönelik olarak verilen gensoru önergesi reddedilmesiyle Başbakan Yingluck ekranlardan göstericilere seslenerek eylemleri sona erdirmeleri çağrısında bulundu. Aynı zamanda, muhalefetle görüşmeler yapılabileceği sinyalini verdi. Ancak sorun söz konusu yasaların geçip geçmemesinin ötesinde... Muhalefet bu yasa fırsatını bulmuşken, Yingluck Shinawatra ve hükümetin, Thaksin Shinawatra’nın kuklası olduğu söylemini fiili bir şekilde dile getirme fırsatı bulmuş oldu. Yani, ortada adına ‘Taksin Rejimi’ denilen siyasi güçle mücadele söz konusu.

Tabii bu noktada Thaksin’in gölge liderliğindeki siyasi hareketin toplumsal karşılığını görmek veya bir başka deyişle muhalefetin nerelerde buluştuğunu ortaya koymak gerekir. Belki ikincisini dile getirerek kestirme bir yol izleyebiliriz. Bu anlamda, Bangkok’da orta ve üst toplum gruplarının bir tür ‘Thaksin Korkusu’ psikolojisiyle hareket ettikleri ifade ediliyor. Bu söylemi siyasi parti bazında dillendirme görevi de 1992’den bu yana ‘demokratik seçimlerde’ çoğunluğu ele geçirecek bir başarıya imza atamamış Demokrat Parti’ye düşüyor. Bu söylem, devletin köklü yapıları yani Monarşi ve Ordu’yu gösterileri desteklemenin vesilesi kılınmak istendiği gözlemcilerin ortak kanaati.

Bu sürecin baş aktörü konumundaki kişi ise Demokrat Parti’ye mensup Suthep Thaugsuban. İlk günden itibaren gösterilerin arkasında olduğunu gizlemeyen muhalefetteki Demokrat Parti Başkan yardımcısı Suthep Thaugsuban’un yasaları çiğnediği gerekçesiyle hakkında soruşturma açılması gündeme geldi. Bunun üzerine partisini zora sokmamak amacıyla görevinden istifa eden Suthep, faaliyetlerini durdurmak yerine giderek daha cesurane çıkışlar yapmaya başladı.

Perşembe ve Cuma günleri göstericilerin hedefinde kamu binalarının yanı sıra, Polis ve Ordu’ya ait kimi binaları da bulunuyordu. Göstericilerin özellikle orduya ait kurumun bahçesine ana kapılarını zorlayarak girdikleri gözlenirken, güvenlik güçlerinin izlemekle yetinmesi karşısında, Hükümet’in gelişmelere hassasiyetle yaklaştığı şeklinde yorumlandı. Aslında göstericilerin ordu binalarına girmesinin sebebi darbeye sivil davetiye anlamı taşıyordu. Zaten kimse de bunu gizlemiyor. Bu süreçte Suthep bir kez daha sahneye çıkarak Pazar günü Yingluck’ın ofisinin basılacağını aleni bir şekilde ilân ediyordu. Bu tehdit, Cumartesi akşamı Başbakan Yingluck Shiwantra ve Pheu Thai Partisi destekçilerinin meydanlara çıkmasına yol açtı. Ve gösterilerde beklenen oldu Kırmızı ve Sari Tişörtlülerin karşılaşması kana bulandı. Hafta sonu gerçekleşen gösterilerde dört kişi hayatını kaybetti.

Can kayıplarının ortaya çıkması üzerine gelişmeleri ‘yakından izlediğini’ ifade eden Genelkurmay Başkanı devreye girerek Başbakan Yingluck ve gösterilerin arkasındaki isim Suthep’i buluşturması dikkat çekiciydi. Ülke Başbakanı’nın hakkında soruşturma açılması istediği kişiyle birkaç gün sonra Komutan’ın araya girmesiyle yüzyüze görüşebiliyor. Bu görüşmeden, arada da komutan olduğuna göre, göstericilerin lideri Suthep’in Başbakan’ı dinlediği gibi bir sonuç çıkartılabilir. Ancak bu oldukça naif bir yaklaşım. Suthep, görüşmede Başbakan’a iki gün süre tanıdığını bir süre sonra televizyonda yaptığı konuşmada kamuoyuyla paylaştı.

Ülkenin önde gelen işadamları derneğinin daha önce iktidar ve muhalefet görüşmelerine aracı olma teklifinin hayata geçirilememiş olması karşısında ordunun bu süreçte inisiyatifi ele alması ülkede hâlâ ordunun konumu hakkında bir fikir veriyor. Hükümetin bir yandan Suthep hakkında adalet kurumuna suç duyurusunda bulunmasına karşın savcıların görevlerini yapmadığı aksine Generalin çıkışıyla Pazar günü Yingluck-Suthep buluşmasının gerçekleşmesi ülkede iktidar aygıtının kaypaklığını göstermesi açısından önemli.

Bu toplantının -şimdilik- Başkent’te yoğunlaşan şiddet olaylarını durdurması ve hükümetin siyasi meşruiyetini sağlaması konusunda kararlar alınmasına zemin hazırlayacağı düşünülürken tam tersi oldu. Sanki ülkeyi yöneten Yingluck ve hükümeti değil de, muhalefetin hem de istifa etmiş bir üyesinin güdümünde olduğunu ortaya koyacak şekilde “Başbakan’a hükümeti kurulacak özel konseye devretmesi için iki gün tanıyorum” tehdidi gündemde baş köşeye oturdu. İki gün.. Yani Bugün, Pazartezi ve yarın... Suthep, üstüne üstlük kamu çalışanlarının bu iki gün boyunca greve gitme çağrısını da eksik etmedi. Bütün bu gösteriler boyunca Demokrat Parti Başkanı Abhisit Vejjajiva’nın öne çıkmaması da dikkat çekici. Suthep liderliğinde ve adına ‘Demokratik Halk Birliği’ adı verilen oluşum bağlamında sürdürülen tepkilerin özellikle Ordu’yu ‘ikna’ etmeyi amaçlandığı gözleniyor.

Görüştüğümüz kimi Taylandlılar Başbakan Yingluck’ın abisi Thaksin’in gölgesinde olduğunu gizlemiyor. Bununla birlikte, mevcut hükümetin gene Thaksin’in yönlendirmesiyle son iki buçuk yıllık iktidarı boyunca ordu ile ilişkilerini ‘geliştirdiğine’ vurgu yapıyorlar. Özellikle de ‘Savunma Bakanı’ aracılığıyla bu yönde ‘önemli adımlar’ atıldığını dile getiriyorlar. Bu, aynı zamanda, son bir haftadır süregiden gösterilere ordunun ‘tarafsız kalması’nın nedenini de bir ölçüde açıklıyor. Ancak gösterilerin yeni bir sürece girdiğini fark etmek gerekiyor. Hükümetin pasif tepkisi, polis güçlerinin Başkent’te barikatlar kurarak kamu binalarını korumaya ve göstericilerin şiddet yönelimlerine karşılık vermeye başlaması aktif tepki safhasına geçtiğini ortaya koyuyor. Polis’in kamu yaşamı ve hükümetin işlerliğini engelleyen gösteriler karşısında güvenliği sağlayamaması durumunda ise, ‘nötr’ konumdaki ordunun göreve daveti söz konusu olabilir. Peki ya Monarşi’nin tüm bu gelişmelerde belirleyici olabilir mi? Bunu da muhtemelen ilerleyen günlerde göreceğiz.