Jumat, 30 Desember 2011

Malezya Başbakanı’nın Türkiye Ziyaret


Mehmet Özay-Malezya
23.02.2011
 

Üç günlük resmi ziyaret amacıyla Türkiye’ye giden Malezya Başbakanı Necib son bir yıl içerisinde Türkiye’yi ziyaret eden ikinci Güneydoğu Doğu Asya’dan ikinci üst düzey devlet adamı olma özelliği taşıyor. Geçen yıl Haziran ayında Endonezya Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun ziyaretinin akabinde daha bir yıl dolmadan Malezya Başbakanı’nın Türkiye ziyareti oldukça anlamlı. Bu ziyaretler, Türkiye’nin Güneyodoğu Asya’ya  önem vermeye başladığının işaretleri olarak okunabilir. Ancak yapılacak daha pek çok açılım olduğunu da söylemeliyiz. Bunlara kısmen bu yazıda değineceğiz.

Bu ziyaret, Başbakan Erdoğan’ın da vurguladığı üzere iki ülke arasında çok daha önce gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu gecikmenin bazı iç ve dış sebepleri bulunuyor. Birincisi Türkiye’nin önceki hükümetler döneminde gerek İslam coğrafyası gerekse Güneydoğu Asya gibi görece uzak bölgeye “uzanabilme” kabiliyetini sergileyememiş olmasıydı. Dış nedenler arasında ise uluslararası çevrelerin İslam ülkeleri arasında birlikteliği doğrudan veya dolaylı olarak şekillendirme kabiliyeti ile olası gelişmelere mani olma çabaları geliyor. Bu bağlamda gerek Türkiye gerekse Malezya politikalarına dışarıdan dizayn verme süreçleri dikkat çekici. Örneğin 1996 yılında dönemin Başbakanı Necmeddin Erbakan’ın öncülüğünde kurulan D-8’lerin akibeti malum. O dönemde, İslam ülkeleri arasında kurulması plânlanan ilişkiler ağında Güneydoğu Asya’yı temsil kabiliyetinde olan bir Malezya vardı. Bugün gerçekleştirilen ziyaretin potansiyel “verimliliğinin” kökenleri de, Malezya’da kimi köşe yazarlarınca geçmişe atıf yapılarak ele alınıyor. Osmanlı Devleti’nin bir zamanlar şu veya bu şekilde uzandığı Güneydoğu Asya ile ilişkiler yani doğu ile batıdaki İslam ülkelerinin yeni bir buluşma serüveni...

Orta ve uzun vadeli ilişkiler bağlamında bu ziyaret çerçevesinde Necib çantasında hangi projelerle geldi? 90’lı yıllardaki yükselişi ile Güneydoğu Asya’nın “kaplan” ülkeler sıralamasında yer alan, buna ilave olarak 2020 yılını ülkenin kalkınmış ülkeler seviyesine çıkmayı hedefleyen Malezya Türkiye ile hangi noktalarda ortaklık yapabilir? Bu sorulara cevap vermeden önce Malezya’nın ekonomik yükselişinde dinamiklere bakmakta fayda var. Malezya, kalkınmasını devlet eliyle değil, büyük ölçüde dış yatırımlara ve ucuz işgücü ve hammadde zenginliği sayesinde imalat sanayiindeki yükselişine borçlu. Bu süreçte devletin rolü ise, 1980’lere gelinceye değin uygulanan ancak başarısızlıkla sonuçlanan devlet teşekküllerinin yerini özel sektör yatırımcılığının önünü açacak yasal düzenlemeler şeklinde gerçekleşti. Devletin ülkenin ekonimik kalkınmasında kilit rol oynayan teknik ve nitelikli eleman ihtiyacını özellikle yüksek eğitim alanına yaptığı önemli yatırımlarla sağlamaya yolunu seçti. Bunda da, bugünkü fotoğraf dikkate alındığında başarının yakalandığı söylenebilir.

Türkiye-Malezya ilişkilerinde çeşitli alanlarda önemli anlaşmalara imza atıldığı anlaşılıyor. Bu alanların kuşatıcılığı ve uzun erimli olması elbette önemli. Ancak 28 yıl gibi uzun bir süre üst düzey devlet yöneticisinin ziyaret etmediği bir ülke ile ilişkileri geliştirmek kolay olmasa gerek. Yoksa, Sayın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Malezya birikimleri ile yeni döneme şekil verileceğini düşünürsek bunun, devlet idaresi ve devamlılığındaki rolü tartışma götürür. Malezya’yı tanıyacak birikimlere ve buna olanak tanıyacak teknik alt yapıya ihtiyaç olduğunu zaman zaman dile getiriyoruz.

Malezya’nın 2020 Vizyonu’na ulaşma gayreti içerisinde olduğu bu yıllarda, özellikle eğitim alanında bir süredir gerçekleştirdiği atağı fark etmemek olanaksız. Bu bağlamda, eğitim konusuna vurgu ve yatırımlar tüm hızıyla devam ediyor. Özellikle, ülkenin ekonomik kalkınmışlık noktasında ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünü üniversiteleşme ile sınırlı tutmuyor, devlet üniversitelerini birer birer araştırma üniversitesine dönüştürerek bir yandan yüksek öğretimi uluslararası bir kimliğe kazandırıyor, öte yandan da giderek artan yabancı öğretim üyesinin katkıları ile bilimsel araştırmalar ile teknoloji ve üretim ilişkisini kurmaya çalışıyor. Bu çerçevede, Türk Üniversiteleri’nin bilimsel araştırma, teknolojiye katkıları ile Malezya Üniversiteleri ve bilim çevreleri arasında ilişki üzerinde durulması gereken hususlardan. Türkiye’de yaşanan “başörtüsü” krizi ve Malezya’daki üniversiteleri uluslararası niteliği ve kültürel yakınlığı gibi nedenlerle Malezya üniversitelerinde okuyan öğrenciler zaten var. Öte yandan, Türkiye’deki kimi üniversitelerle “akademik ortaklık” anlaşmaları yapan üniversiteler olduğu da biliniyor. Sorun, bu öğrencilerin Türkiye’ye döndükten sonraki durumları ile ilgili üniversitelerin “akademik ortaklık” şartını yerine getirip getirmedikleri. Yani imzalar kağıtta mı kalıyor sorusunu sormak gerekiyor.

Yapılan açıklamalarda “demokratik parlamenter” sisteme bir atıf var. Başbakan Erdoğan bu atfı bilmeyerek yapmadığı kesin. Kendisine verilen brifingler neticesinde Malezya’da muhalefete yönelik kimi “açılımların” demokratik parlamenter sistemle örtüşüp örtüşmediğini ortaya koyacak bir “uslûb” kullandığı anlaşılıyor. Elbette iki ülkedeki “demokratikleşme” süreçlerinde farklılıklar var. Buna mukabil alınacak ve çıkartılacak derslerin olduğu da malum. Her iki ülkede insan hakları, özgürlükler noktasında kalıcılığı tesis edilmiş gelişmelerin, özellikle gelişmekte olan İslam ülkelerine yönelik pozitif bir katkısı olacağı kesin. Demokrasi, insan hakları demişken, iki ülkenin uluslararası kurumlar nezdindeki girişimlerinin başında Güneydoğu Asya’da Moro-Patani’de süre giden çatışmalar, Rohingyalı Müslüman göçmenler gibi sorunlar bulunuyor. Söz konusu bu bölgelerdeki Müslüman azınlıkların her türlü mağduriyetinin giderilmesi,  halkı Müslüman olan bu iki ülkenin sorumluluğu kadar, gelişmekte olan ülkeler sıralamasında başı çeken iki ülkenin dünya politikasına katkısı olarak değerlendirilecektir.

Malezya’nın içinde bulunduğu üretim süreçlerinde ihtiyaç duyduğu enerji açığını nükleer reaktörlerle karşılama görüşü bir süredir gündemde. Türkiye ile Malezya’nın potansiyel çalışma alanlarından birini nükleer işbirliği ile bir çerçeveye oturtmak mümkün. Buna ilâve olarak, bugünlerde ise yenilenebilir ve güvenilir enerji üretiminin yeni adı güneş enerjisi üretiminde son aşamaya gelindi. Enerji sektörü iki ülke arasındaki geliştirilmeye müsait ve zorunlu bir alanı tesis ediyor.

Başbakan Erdoğan’ın vurguladığı konular arasında öne çıkan ASEAN’a taraf olmak. ASEAN dendiğinde elbette kurucu isim olarak Malezya’nın ilk başbakanı Tunku Abdul Rahman’ı hatırlamak gerekir. Ardından, farklı dinamikler nedeniyle süreçte giderek öne çıkan ülke ise Endonezya oldu. Bugün Endonezya’nın ASEAN içindeki rolü yapıcı ve bütünleyici bir rol oynuyor. Türkiye’nin ASEAN ile ekonomik işbirliğine sıfırdan başlayacağı düşünüldüğünde acaba hangi “boş alandan” istifade edebilir sorusu akla geliyor. Yani ASEAN ülkeleri arasında ve de bu ülkelerde tarihsel ilişkileri bulunan İngiltere, Hollanda, Fransa ve de Amerika gibi ülkeler bağlamında ekonomik yatırımlar ve ticaret ilişkileri herkesin bir anlamda yerini aldığı ve sağlamlaştırma derdinde olduğu ASEAN’a ekonomik “katkı”nasıl yapılır? Bunun için Türkiye’nin gerek devlet ve özellikle de özel teşebbüsünün ASEAN ülkelerinde uygun yatırım-üretim- alanları bulması gerekiyor. Öncelikle Türk işadamlarının böyle bir derdi var mı? Yoksa salt işi aracılığa döküp, bir yerden mal atıp ötekine satmakla kısa yoldan “artı gelir” peşindeler mi? Bugünkü ortamda Türk devletinin yapıcı ve yaratıcı dış politikasından sağlanacak imkanlarla Türk yatırımcılarının hammadde zengini Güneydoğu Asya’da uygun yatırım olanakları bulması mümkün. Tarihsel, sosyolojik ve ekonomik anlamda bunun uygun adı Açe’dir. Ancak bugüne kadar Açe bu yönüyle ortaya konmadığı gibi, Türk resmi makamlarına Açe’ye dair doğrudan bilgilendirmeye yönelik “yaratıcı katkıların” olduğundan şüpheliyiz. Oysa Açe’nin tarihi, sosyolojik, ekonomik alt yapı değerleri bakımından zenginliği ortada. Sorun, bunun nasıl olup da üretime nakledileceği meselesidir. İşte burada, Türk yarıtımcısının “yaratıcılığını” beklemek gerekiyor. Başbakan’ın enerji alanında TPOA ile Petronas ortaklığının Kuzey Irak’taki işbirliğinden hareketle Açe özelinde de benzer çalışmaların gündeme gelmesi söz konusu. Bunu birkaç yıl önce dile getirmiş, ancak kimseden ses çıkmadığını görmüştük. Bu çerçevede konunun ilgili birimlerce yeniden ele alınması gerektiği yönündeki kanaatimizi paylaşalım. Malezya’nın Açe’ye yönelik ilgisinin resmi anlaşmalar boyutunda hayata geçirilmesi, Türkiye’nin de benzer yatırımlar  çerçevesinde varlığını kolaylaştıracaktır.

Turizm potansiyeli zengin iki ülkenin karşılıklı olarak “Ülke yılı” düzenlemeleri isabetli bir karar olur. Ancak bunun alt yapısının da iyi hazırlanması gerekiyor. Örneğin, Malezya toplumunda Müslüman Malayların Türkiye’ye yönelik ilgisi tarihi bir çerçeve arz ediyor. Bu anlamda Türkiye ziyaretleri revaçta. Ancak turizm şirketlerinin Malay halkının “halet-i ruhiyetine” uygun turlar düzenleyerek, Malay mutfağının olmazsa olmazlarını “menü”ye ekleyerek bu halkı memnun bir şekilde ülkelerine göndermek mümkün. Yoksa beş güne sığdırılmış ve sıkıştırılmış Türkiye turları ile Malay turistleri memnun edemeyiz. Öte yandan, işin Malezya ayağında ise Kuala Lumpur’un suni ortamına sıkıştırılmış bir Malezya turu da Türkler için hiçbir cazibesinin olmadığı anlaşılacaktır. Malezyanın yağmur ormanları ile kaplı coğrafyasından, Güney Çin Denizi’ne açılan doğu sahilleri boyunca uzanan su altı zenginliği ile maruf  bölgeleri alternatif turizmin ve alternatif turizmcileri tatmin edecektir. Bu konuda bazı örnekleri önümüzdeki aylarda görmek mümkün olacağı kanaatindeyiz.

Tüm bu potansiyel ilişkilere rağmen, iki ülke medyasında öne çıkartılan ise Malezya’nın Türkiye’den savunma sistemleri ile ilgili haberler oldu. Bu husus, Başbakan Erdoğan’ın iki ülkenin komşuları ile sıfır politikasını gündeme getirdiği aynı çerçevede günmede geliyor olması handikap.  Malezya söz konusu savunma sistemlerini ASEAN’a pazarlama da mı öncülük yapacak, yoksa Singapur’a veya Endonezya’ya karşı mı kullanacak? İşin popüler yönü olduğu doğru, ancak iki ülkenin pek çok alanda karşılıklı ilişkiler geliştirmeye müsait olduğu düşünüldüğünde savunmanın yeri de daha sağlıklı bir şeklide belirlenmeli. İşin tuhaf yanlarından biri de özel sektörce üretilen söz konusu savunma sistemlerinin Türkiye Devleti’nce kullanılmıyor oluşu, ancak yurt dışına satılması. Bu da üretici için ayrı bir gurur kaynağı! Öte yandan, bu gelişme Malezya medyasında, Malezya’nın söz konusu savunma sistemlerini üreteceği şeklinde yansıması da tarafların birbirini ne kadar anladığını göstermesi bakımından manidar.

http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=148560&q=%C3%B6zay

Malezya’da Seçimin Eko-Politiği

Mehmet Özay -Malezya

21.01.2011

Malezya Seçim Gündemi ve Ekonomik Gelişmelere dair son dönemde yaşananlar ülkede gündemi oluştururken, uluslararası çevreleri de Mayezya’yı yakinen takibe almasına yol açıyor.

Malezya’da ülke tarihinin 13. Genel Seçimleri’ne az bir süre kala hükümet ve muhalefet arasındaki söz düellosu tarafların ekonomi eksenli tartışmaları ile farklı bir boyuta taşınıyor. Hükümet kanadı medya organlarında kontrolü elinde tutmasının avantajını kullanırken, muhalefet daha çok sanal ortamda ve düzenlenen halk toplantıları ve mitingler ile seçmenlere ulaşmaya ve politikalarını tanıtmaya çalışıyor.

Muhalefetin bu süreçte işi oldukça güç olsa da bütün imkânları zorlayıp, önümüzdeki aylarda yapılacak genel seçimlerden galip çıkmak. PKR’ın geçen yılın son ayında yapılan genel kurul toplantıları sonunda Enver İbrahim, parti içindeki sorunların suni olduğunu, bunlarla artık uğraşmak yerine tüm partilileri gelecek seçimleri bir “var”, “yok” mücadelesi olarak kabul ederek çalışmaya davet etti. Muhalefetin karşı karşıya olduğu güçlüklerin başında, hükümetin neredeyse tüm yayın organlarını kontrolü altında tutması geliyor. Kamuoyuna ulaşma konusunda hükümetin elini güçlendiren bu yapılanma, muhalefeti farklı arayışlara itiyor. Bunun en önemli açılımı ise kurulan çeşitli internet siteleri. Bu sekilde sesini halka ulaştırmaya çalışan muhalefet bir yandan da, meydanlara inerek halkla buluşmaya ve siyasi görüşünü paylaşmaya çalışıyor. 

İktidar ile muhalefet arasındaki tartışmalar, uzmanlarca ülke muhalefetinin yegâne ismi olarak gösterilen Enver İbrahim’in gölge başkanı olduğu PKR’ın iktidara gelmesi halinde ilk 100 günde uygulayacağı ekonomi politikalarını açıklaması ile yeni bir evreye girdi. İbrahim bununla da kalmadı, PKR’ın ekonomi politikasını küçümseyen ve gerçekçi olmamakla eleştiren başbakan  Necib’i televizyonda tartışmaya davet etti. Ülke siyasal yaşamında bir ilk niteliği taşıyan bu davete başbakan, PKR’ın ilk yüz-gün plânının gerçekçi olmadığı gerekçesiyle tartışmaya değer bulmadığını açıklasa da, geçen günler içerisinde birbiri ardı sıra katıldığı çeşitli toplantılar ve açılış törenlerinde Ulusal Cephe (Barisan Nasinal) hükümetinin ekonomi alanındaki başarılarını ortaya koyan ve seçime hazırlık intibaı veren yaklaşımlar sergiledi. Bu süreçteki söylemlerinin, muhalefetin ekonomik gidişatla ilgili eleştirilerine cevap niteliği taşıdığı aşikâr. Necib bir yandan İbrahim’in davetini reddetmekle beraber, Ulusal Cephe’nin de 100 günlük plânını kamuoyuna açıklayacağını ve kararın halk tarafından verileceği yönündeki yaklaşımı, siyasal gözlemciler arasında hükümetin muhalefeti takip ettiği şeklinde yorumlanıyor. 

Başbakan Necip, geçen yıl hayata geçirilmeye başlanan ve gelişmiş ülkeler arasında yer almayı hedefleyen 2020 Vizyon’una ulaşmada önemli araçlar kabul edilen Ekonomik Dönüşüm Projesi (EDP) çerçevesinde toplam değeri yaklaşık 22 milyar Dolarlık (67 milyar Ringgit) 19 yeni projeyi halka tanıttı. Tüm bu projeler Malezya tarihinde süreklilik arz ettiği üzere petrol, doğal gaz, sağlık ve inşaat sektörlerinde özel sektör yatırımları olduğu dikkat çekiyor. Çeşitli alanlarda doğrudan ve dolaylı etkisi olacak bu projelerin devreye girmesiyle 35.000 kişiye yeni iş imkanı doğacak. Önümüzdeki yıllarda yatırımları ile dikkat çekecek özel sektör şirketleri arasında Exxon Mobil, Shell gibi dünya devleri ön sırada yer alıyor. Sağlık alanındaki yatırımlar da yurt dışından, özellikle İngiltere’den yatırımcıları ülkeye çekmeye devam ediyor. Ülkenin köklü üniversitesi Malaya Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirilecek Sağlık Merkezi, Harvard Longwood Tıp Merkezi ve Stanford Bio-X Merkezi ortaklığında hayata geçirilmesi plânlanıyor.

Bu dev yatırım plânlarının yanı sıra, ülkenin gelecekte ihtiyaç duyacağı enerji açığının karşılanması amacıyla Nükleer Enerji üretimi de gündemde. Bu çerçevede Malezya Nükleer Enerji Kurumu çeşitli akademisyenlerle konunun güvenlik ve sosyal yönü ile ilgili araştırmalara başlamış durumda. İlân edilen tüm bu yatırım projelerinin ülke ekonomisine gerçek katkısı elbette yatırımlar sonuçlandıktan sonra gerçekleşecek. Mevcut hükümetin ve Başbakan Necib’in bu icraatlarla ilgili girişimleri salt bu hükümetle sınırlı olmadığı Malezya tarihini bilenlerce malum. Hükümeti hangi kanat oluşturursa oluştursun, ki bugüne kadar Ulusal Cephe tekelinde kaldığını hatırlatmakta fayda var, Malezya toplumunun çoğulcu etnik yapısı ve ihracata dönük ekonomi yapısı dikkate alındığında yukarıda zikredilen yatırımlar kaçınılmaz olarak her hükümetin gündemini işgal edecek. Ancak Malezya siyasal yaşamının gündemi Ulusal Cephe kanadı ve ağırlıklı olarak da UMNO’nun ülke siyasetindeki ‘tekelciliğinin’ kırılıp kırılmamasında yatıyor. Özelde UMNO genelde Ulusal Cephe hükümeti tüm siyasi kurgusunu ülkenin etnik unsurlar arasındaki potansiyel çatışmaya odaklamış görünüyor. Bu çerçevede, Enver İbrahim merkezli muhalefeti, sürekli ülkenin etnik unsurları arasındaki birliğin parçalanıp dağılmasına yol açacağı suçlamasına konu ediyorlar. Yani ülkenin bir anlamda asli kurucu unsuru UMNO, hiçbir şekilde varis tanımadığını açıkça izhar ediyor. Öte yandan muhalefet ise siyasi vizyonunu, 2008 yılındaki seçimlerde gösterilen başarının devamının kaçınılmazlığı üzerinde kurguluyor.

Ülkenin kalkınma hedeflerini gerçekleştirilmesinde dört ana unsur olan nitelikli liderlik, güven, yatırım ve rekabetçilik dikkat çekiyor. Bu bağlamda, Başbakan’ın İbrahim’e yüklenmesinin başında da bugüne kadar ülkeyi düzlükte tuttuğu iddia edilen UMNO geleneğinin aksine, İbrahim’in ve her boyutuyla muhalefetin ülkeyi yönetme yeterliliğinde olmaması yönündeki eleştirileri siyasal yaşamın başat argümanlarından biri olmaya devam ediyor. Oysa, 1991-98 yıları arasında Mahathir hükümetlerinde Maliye Bakanı olarak görev yapan Enver İbrahim’in gerek 1996 yılı Güneydoğu Asya krizine kadar olan başarılı yükselişi ve Asya Kaplanları olarak ekonomi literatürüne geçen dört ülkenin ardından Malezya’nın üçüncü dünya ülkelerine model teşkil eden gelişme sürecinin mimarlarının başında geldiği gibi, 96 krizininin yönetiminde de en önemlirolü oynadığı uluslararası çevrelerce malum. İbrahim’in bu katkısı bu dönemde aldığı ödüller ve uluslararası ekonomi çevrelerindeki tanınırlığı ile bilinmekte. Dolayısıyla uluslararası gözlemciler, İbrahim’in ülkenin ekonomi-politiğini ele alacak vizyondan eksik olduğu yönündeki eleştirilerin sağlam bir dayanağı olduğuna şüpheyle bakıyorlar.

Myanmar Seçimleri ve Rohingyalı Müslümanlar

Mehmet Özay                                                                                                                   11.10.2010


Myanmar’da 7 Kasım Pazar günü son yirmi yılın ilk siyasal seçimleri yapıldı. Seçim öncesinde uluslararası çevrelerin tahmin ettiği gibi adı ‘demokratik’ olan bu girişim, özgür ve adil bir seçim olmaktan çok uzak. Dünya kamuoyuna seçimlerin adil ve eşit şartlarda gerçekleşmediğini ilân eden ise ABD Devlet Başkanı Obama oldu. 



Batı’nın özellikle de ABD’nin tanımadığı ve bu nedenle Myanmar yerine eski adı Burma ile andığı Güneydoğu Asya’nın budist askeri junta rejiminin siyasi hakimiyeti altında son yirmi yılın ilk seçimi, söz konusu rejimin politik uzantısı olan partinin oyların büyük bölümünü kazanması ile sonuçlanacağı tahmin ediliyor.



Mevcut junta rejim ile siyasi mücadele yirmi yıl öncesine dayanıyor. Ülkenin önde gelen demokrasi savaşçısı ve Ulusal Demokrasi Birliği lideri Aung San Suu Kyi, yirmi yıl önceki tecrübesine dayanarak, seçim ertesinde olacakları önceden görerek seçimleri boykot kararı aldı. Aung, 1962 yılından bu yana iktidarda bulunan askeri junta karşısında yılmadan varlığını sürdürse de siyasi anlamda başarı elde edemedi. En son 1990 yılında yapılan seçimlerde parlamentonun çoğunluğunu elde edecek oy aldı, ancak junta sistem değişikliğine izin vermediği gibi o günden bu yana Augn’u göz hapsinde tutuyor. Sözde demokratik seçimlerin ironik yanı ise, önde gelen muhalefet hareketinin seçimleri boykot karanının ardından bu yarışı eski askeri diktatörler ile mevcut rejimin siyasal aracı parti arasında yapılmasıydı. Ulusal Birlik Partisi çatısı altında ve Ne Win liderliğinde biraraya gelen eski diktatörleri, USDP’de temsil edilen yeni diktatör rejim yanlıları ile yarışıyor. 

Öte yandan otuzu aşkın partinin katıldığı ifade edilen seçimlerin ülkeye neler getirip neler götüreceğini ise zaman gösterecek. Ancak uzmanların yaptığı açıklamalar juntanın işi öyle kolay kolay bırakmaya niyetli olmadıkları yönünde. Sivil görünümlü junta destekçilerinin parlamentoda çoğunluğu sağlaması bu yüzden kesin. Bu fotoğrafda Arakanlı Müslümanlar nerede duruyor? Bu çerçevede seçmi sonuçları hakkında doğru bilgiye ulaşmak ve kanaatlerini almak amacıyla Rohingya platformunun önde gelen temsilcisi ve Myanmar’ın Kuzey Arakan/Rakhine Eyaleti’ndeki ve özellikle Bangaldeş’deki mülteci kamplarındaki Arakanlı Müslümanlar üzerinde çalışmalar yapan Chris Lewa ile kısa bir görüşme yaptık. Lewa, Arakanlılara seçimlerde oy verme ve siyasi parti kurma olanağı bulduduğunu, ancak ülke genelinde junta rejimin desteklediği USDP’nin seçimlere hile karıştırdığını ileri sürüyor. Bu konuda batılı sivil toplum kuruluşları ve siyasi gözlemciler de aynı kanaati taşıyor. Lewa, henüz oy sayımları ile ilgili bilgi açıklanmadığını, tüm demokrasi dışı müdahalelere rağmen, Arakan Eyaleti’nde  Arakanlıların kurduğu National Democratic Party for Democracy (NDPD) çoğunluğu kazanacağını söyledi. Bu seçimlerin, en azından yakın gelecekte Arakanlı Müslüman azınlığın kaderini değiştirmesi konusunda iyimser bir görüşe sahip olmayan Lewa, Müslüman azınlığın yeni oluşacak parlamentoda temsil edilebilecek olmalarının bir kazanım olarak değerlendiriyor. 

Myanmar’daki bu seçim neye işaret ediyor? Birincisi, ABD’nin ve ASEAN ülkelerinin günümüz dünyasında Güneydoğu Asya’da böylesi bir junta rejiminin varlığından rahatsızlığı bilinen bir gerçek. Bu konuda Batılı devletlerin ve ASEAN üyesi ülkelerin dikkatini bu ülkeye çevirmelerine yol açan son gelişmeler, 2007 yılı Eylül ayında Saffron Devrimi adı verilen ve binlerce Budist rahibini katılımıyla mevcut iktadara karşı başlatılan gösteriler şiddet kullanılarak bastırılması oldu. Ardından, sayıları binleri bulan Arakanlı Müslümanların önce Myanmar, ardından Tayland yönetimlerince okyanusa bırakılmaları hadisesi yaşandı. Bu hususa aşağıda detaylı olarak değineceğiz. 

Öncelikle, ASEAN bünyesinde yer alan diktatör bir ülkenin bu bölgesel siyasi ve ekonomik oluşumun varoluşuna olumsuz bir etkisi olduğuna kuşku yok. Pek çok araştırmacının ortak kanaati, daha önce diktatörlükle yönetilen ve halen reform sürecini tecrübe eden Endonezya’da 2004 yılından bu yana iktidarda olan Susilo Bambang Yudhoyono, özellikle ikinci dönem başkanlığı sırasında Myanmar konusuna özel bir alâka gösteriyor. ABD’nin ve ASEAN’ın girişimlerinin ardından, gözaltı hapsinde tutulan demokrasi hareketi lideri 65 yaşındaki Aung San Suu Kyi özgürlüğüne kavuşturulması ve ülkede demokratik sürece geçilmesi için bir baskı aracı oldu. Aung’un bu ayın ortalarında serbest bırakılacağı haberinin doğruluğu kanıtlandığı taktirde, çeşitli çevreler doğal olarak yukarıda zikredilen çabaların işe yaradığı sonucu çıkartacaktır. Bunun ülke demokrasisine ve Augn’un yeni oluşacak siyasi aranedaki yerini ne şekilde belirleyeceği ise bir diğer önemli soru. 

Myanmar’daki insan hakları, azınlıklar, demokrasi gibi alanlarda kronikleşen sorunun çözümü juntanın insafına bırakılamayacağı kesin. Bu sorunun halli için bölge ülkelerinin oluşturduğu ASEAN önemli bir işlev yerine getirmesi beklenmekle birlikte, birliğin içindeki ülkelerin “siyasi namus” açısından temizliği tartışma götüren kaç ülkeyi barındırdığını sormak gerekiyor. Öte yandan, dünyaya demokrasi ve özgürlük dağıtan ABD, son on yıldır ambargo uyguladığı Myanmar’ı alt edecek gibi gözükmüyor. Ülkenin kronik toplumsal ve siyasal sorunlarının çözümü öncelikle junta rejiminin “saflarının gevşemesine” bağlanırken, bu konuda en önemli desteğin komşusu ve destekçisi Çin’in katkısı dikkat çekiyor. Yani Çin, Myanmar’ı dize getirebilecek politikayı icraata geçirme potansiyeline sahip. Ancak sorun Çin’in buna niyetinin olup olmaması. Bu bağlamda İslam ülkelerinden care beklenebilir mi? Yazının devamında buna değinme fırsatı bulacağız. 

Bu şartlar altında öyle anlaşılıyor ki, Myanmar’daki junta rejimin sona erdirilmesi küresel bir ittifakın harekete geçirilmesini gerektirecek kadar ciddi boyutlarda. Lider Müslüman ülkelerin uluslararası örgütleri harekete geçirerek bu girişimin en azından öncülüğünü yapabileceği makul geliyor. Özellikle bu çerçevede Avrupa Birliği, BM ve İslam ülkeleri nezdinde önemli bir güvenilirlik katsayısı yakalayan Türkiye’nin Güneydoğu Asya’nın bu köşesindeki Müslümanları onyıllarca maruz kaldıkları insanlıkdışı uygulamalardan kurtaracak girişimlerde bulunmasının zamanıdır. Batı medyasının yanı sıra, siyasi ve akademisyen kimliğine sahip belli çevrelerin İslamcı terör ve Islamophobia konularını dünya gündeminde tuttuğu ve buna karşılık, kimi İslami çevrelerin kontra girişimler için büyük paralar ayırdıkları günümüzde, 21. yüzyılda hâlâ insanlık dışı baskılara maruz kalan topluluklarının varlığı İslam anlayışına sahip insanlar için utanç kaynağı. 

Hangi din ve ırktan olursa olsun diktatör rejimlerin zulmü altında bulunan kitlelerin insanca yaşama haklarına kavuşturulması konusunda öncülüğü Türkiye’den beklenmesi tarihsel bir devamlılığın ifadesi olacaktır. “Türkiye bu güce sahip midir?” sorusuna cevabı iktidar aktörlerine bırakıyoruz. 

Myanmar ve Müslümanlar

İşkence görmüş Arakanlılardan bazıları Açe'de misafir
Myanmar, 53 milyona varan nüfusu ve çoğulcu etnik yapısı ile tanınıyor. Nüfusunun büyük bir bölümü Budist. Ülke 1970’li yıllardan bu yana budist askeri rejimin diktatörlüğünde yönetiliyor. Dünya dinler yelpazesinde bırakın insanları doğayla bütünleşmiş bir din imajına sahip Budizmin böylesine bir diktatör rejim üretmesi başlı başına bir araştırma konusu. 

Myanmar yönetimi 1970’li yıllardan bu yana Budistler dışında ülkede varlığını sürdüren çeşitli dini ve etnik azınlıklara yönelik baskı ve sindirme kampanyasını aralıksız sürdürüyor. Aralarında Müslümanların da bulunduğu dini azınlıklar zorla Budizmi benimsemek ve böylece Burmalılaştırılmakla karşı karşıyalar. Sadece Tayland’da bir milyonu aşkın Arakanlı Müslümanın varlığı bunun en açık göstergesi. Malezya’da ise yirmi bin civarında oldukları tahmin ediliyor. Komşu ülke ve aynı zamanda İslam Konferansı Örgütü üyesi Bengaldeş ise kendi sorunları ile boğuşurken, Arakanlı Müslümanlara kuçak açmıyor. Chris Lewa bu konuda birinci elden gözlemlerini bizimle paylaştı. Bu günlerde Bangaldeş’te bulunan Lewa, özellikle ülkenin güneyinde Cox Bazar denilen bölgedeki geçici mülteci kampını gündeme getirerek şunları söyledi: 

“Buyrun, özellikle kadın ve çocukların halini görmek için gelin ziyaret edin. Ancak bölgeye girmek o kadar kolay değil. Yeryüzünde görebileceğiniz en büyük mağduriyetlerden biri burada yaşanıyor. Bengaldeş hükümeti yardım yapılmasına izin vermiyor. Kayıt altına alınmamış mülteciler kendi başlarının çaresine bakmak zorundalar. Çalışabilecekleri iş olmadığı gibi, sürekli olarak Bengaldeş polisince tutuklanma tehlikesi altındalar. Bunun sonucu bu kitle arasında olarak açlık giderek yaygın bir sorun haline geliyor.”

Myanmar için de ise 500.000 Müslüman evlerinden ve yurtlarından edilmiş olması, özellikle insan tacirlerinin varlığı dikkate alındığında kadın ve çocukların konumu, Lewa’nın tıpkı mülteci kampı için söylediği gibi, hiç de içaçıcı değil. Myanmar yönetiminin bu uygluaması 15. yüzyıl sonlarında İspanya’nın güneyinde Granada’da başlatılan ve yüzyıl boyunca devam eden reconquista harekitinin 21. yüzyıldaki versiyonunu anımsatıyor. Ancak gerçek şu ki, ne o zaman Granada’daki Müslümanlara kapsamlı yapılabilmişti, ne de günümüz gelişmiş dünyasının pek çok imkânına rağmen, bugün Arakanlı Müslümanlara ve diğer azınlıkların haklarının korunması konusunda girişimler yapılabiliyor. Oysa günümüzde ülkenin batısında yaşam mücadelesi veren Arakanlı Müslümanların geçmişi 7. yüzyıla kadar geri gidiyor ve tarihte Arakan Sultanlığı olarak var oldular. Bölgenin asli unsurlarından olmalarına rağmen, mevcut yönetim bu kitleyi sosyal, siyasal ve ekonomik ayrımcılığa tabi tutuyor. Arakanlılar ait oldukları dini ve etnik gruptan olduklarını ifade eden ve bunu toplumsal ortamda ortaya koyan doğum, evlilik ve ölüm gibi her insan ferdinin en doğal haklarından dahi yoksunlar. Vatandaşlık hakları kısıtlanan Müslüman kitle inançlarının gereğini yerine getiremezken, Kur’an-ı Kerim yayın ve dağıtımı ya çok sınırlı veya yasak; hac imkanı kısıtlı; cami ve mescidlerin açılmasına ya izin verilmiyor veya mevcutları kapatılıp yıktırılıyor. Bunun en son örneği, 4 Kasım günü yapılan seçimleri takiben kuzeydeki sınır bölgesinde 20.000’e yakın Müslümanın Bengal sınırına sürülerek mülteci konumuna düşürülmeleri oldu. 

İKÖ’nün Girişimi

Myanmar’ın önemli azınlık gruplarından Arakanlı Müslümanlar, ülkenin batısında Bangeldeş sınırı boyunca uzanan bölgede yaşıyorlar. Tarih boyunca Arakan adıyla anılan bu bölge Müslümanları onyıllardır Myanmar’ın diktatör rejiminden hisselerine düşen payı alıyorlar. Müslümanların maruz kaldıkları baskı ve zulümlerin sonuncusu 2008 yılı Aralık ayında dünya gündemine oturdu. O dönemde olayı yakından izleyenlerce konu Türk kamuoyuna timeturk.com’daki yazı ve görüntülerle taşındı. Bu olayın gündeme gelmesinden ancak bir ay sonra, İKÖ Banda Açe ofisi yetkilisi konudan haberdar olabildi. Bunun üzerine, 27.01.2009 tarihli OIC resmi sitesinde Ekmeleddin İhsanoğlu, Myanmar diktatör rejiminin zulmünden kaçan yüzlerce Arakanlı Müslüman mültecilerin Tayland sahil güvenlik birimlerince ülkeye kabul edilmeyip yiyecek, içecekten yoksun ve yakıtsız bir şekilde açık denize bırakılmaları nedeniyle 2008 yılı Aralık ayı sonlarında kaybolduğu veya okyanusta boğuldukları endişesini dile getirdi. İhsanoğlu, bu açıklamasında BM tarafından 1951 yılında kabul edilen Mültecilerle ilgili sözleşmeye atıfta bulunarak Tayland makamlarının sorumluluklarını yerine getirmediğini ileri sürerek, gerekli işlemleri başlatacağı sözünü veren Tayland başbakanının icraatlarının takipçisi olacağını vurguladı. Buna rağmen, bölgeyi yakından bilenler ve mülteci kamplarını ziyaret edenler, Açe’de önce Weh Adası ardından Kuzey Açe’de Peurlak sahillerinde karaya çıkan beşyüz civarındaki mülteciyle ilgili resmi girişimlerde bulunulmadığı gibi yardımda ulaştırılmadığını söylüyor. 

Genç Arakanlılara yapılan
işkencenin izleri
Öte yandan ne Tayland ne de Myanmar makamlarının bu insanlık dışı eylemleriyle ilgili uluslararası camiada bir girişim başlatılamadı. Öyle ki, mülteciler bir yılı aşkın bir süre Açe resmi makamları ve halkınca misafir edilirken, ne İslam Konferansı Teşkilatı ne de bir başka İslami organizasyon kapsamlı bir yardımda bulundu ne de soruna köklü çare olabilecek girişimler başlatılabildi. İşin dramatik yanı, Açe Valisi İrvandi Yusuf mültecileri Açe’ye seve seve kabul edebileceklerini belirtirken, İKÖ üyesi Endonezya resmi makamları bu görüşe destek vermek bir yana, yaklaşık bir yılı mültecilerin statüleri konusunda çalışmalar yapmakla geçirdiler. İKÖ Genel Sekreteri’nin yukarıda dile getirilen resmi açıklaması göz önünde tutulduğunda, İKÖ’nün Arakanlı Müslümanların maruz kaldıkları sorunlarla mücadelede ne gibi yol haritası olduğunu öğrenmek konuya duyarlı herkesin hakkı. Uzmanlar, yukarıda dile getirilen hususlar dikkate alındığında İKÖ içerisinde koordinasyon eksikliği olduğunu, Bangaldeş ve Endonezya gibi iki önemli üye devletin Müslüman mültecilere sahip çıkma konusunda gerekli hassasiyetten uzak olduklarını ifade ediyorlar. 

Lewa’nın görüşlerini destekleyecek mahiyette şu hususları paylaşmakta fayda var. Bazı batılı kaynaklar, Myanmar’ın kuzeyinde Rakhine Eyaleti’nde Bengaldeş sınırında toplam 730.000 civarında Rohingyalı Müslüman diktatör rejimin baskıları karşısında uluslararası yardım kuruluşları -özellikle de BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin çabaları ile ayakta kalmaya çalıştığını ifade ediyor. Ancak öte yandan, Myanmar yönetimi UN çalışanlarının ülkeye girişini zorlaştırmaya devam ediyor. İKÖ’nün yapabileceği işler arasında öncelikle Genel Sekreter’in ağzından çıkan sözlerin takipçisi olması. Bunun ardından, Malezya, Bengaldeş, Tayland’daki Arakanlı Müslüman mültecilerin sorunlarının BM’ye havale edilmek yerine doğrudan ilgilenilmesi. Reform süreci yaşadığı söylenen İKÖ’nün bunu yapabilecek kapasitesi var mı? Kurumun önde gelen yetkililerden aldığımız duyumlara bakılırsa böyle bir kapatisenin mevcudiyeti gözükmüyor. Ancak durum ümitsiz de değil. İslam ülkeleri özelinde faaliyet gösteren ciddi yardım kuruluşlarının ve insan hakları örgütlerinin oluşturacağı “konsorsiyum” ciddi plânlamalarla konuya eğilebilir ve eğilmelidir de.  Öte yandan, junta rejiminin banka hesaplarının -en azından- bir bölümünün Dubai bankalarında olması da ekonomik ve siyasal anlamda yapılabilecek birşeylerin olduğuna işaret ediyor.


http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=135942&q=%C3%96ZAY

Rohingyalı Müslüman Göçmenler Açe’de


Mehmet Özay
16 Şubat 2011

Rohingyalı Müslüman göçmenler bir kez daha Açe’de. Bugün 129 Rohinyalı mülteciyi taşıyan ve motorunun arızalanması sonucu okyanusta sürüklenen bir tekne Açe sahiline ulaştı.
Açeli balıkçılar tarafından 15 Şubat gece yarısı saat 23.00 sularında, başkent Banda Açe’nin kuzeyinde Malaka Boğazı’nın girişi kabul edilen Krueng Raya açıklarında görülen ve sahile çekilen teknedeki mülteciler verdikleri bilgiye göre 25 gündür denizde hayatta kalma mücadelesi verdiler. Açlık ve susuzluktan bitkin haldeki mültecilere ilk müdaheleyi yerel sağlık ocağı yetkilileri yaptı. Ardından Malahayati Limanı’na bağlı binalarda kendilerine tahsis edilen mekânlara yerleştirilen mültecilere Açe halkı ve yerel yönetimi yardımda bulunuyor. Hedeflerinin Avustralya’ya gitmek olduğunu belirten mültecilere resmi işlemleri Açe Sahil Güvenlik ve Göçmen Bürosu yetkililerince sürdürülürken, göçmenlerin akibeti ise şimdilik meçhul.
2008 yılı sonu ile 2009 yılı başlarında iki ayrı grup olarak Açe’de karaya çıkan Rohingyalı Müslümanların dramı devam ediyor. Gerek Myanmar’daki olumsuz koşullar gerekse Tayland’da özellikle ordunun insanlık dışı muamelelerine maruz kalan Rohingyalı Müslümanlar ölümü dahi göze alarak fırsatta üçüncü bir ülkeye siyasi mülteci sıfatıyla iltica etmeyi göze alıyorlar. Ahşap teknelerle okyanusa açılan mülteciler, yakıtlarının bitmesiyle rüzgar ve dalgaların etkisiyle kaderleri ile başbaşa kalıyorlar. Bengal Körfezi’nde gezinen teknelerdeki mülteciler, fırtınada alabora olmaktan kurtulmaları halinde, doğal olarak Sumatra Adası’nın kuzeyinde karaya çıkıyorlar.
Uzmanlar daha önceki tecrübelere dayanarak, söz konusu yeni mültecilerin uzun süre Açe’de kalabileceklerini öngörüyorlar.