Sabtu, 08 Desember 2012

MILF Lideri Hacı Murad İbrahim ile Mülâkat


Mehmet Özay                                                                                                                     6 Aralık 2012

Bangsamoro’yu temsil eden MILF ile Filipinler Hükümeti arasında 15 Ekim 2012 tarihinde varılan Çerçeve Anlaşması ne getiriyor? 40 yıla varan özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin geldiği nokta, Bangsamoro’luları tatmin edecek mi? Bangsamoro Halkı’nı yarı-otonom yönetime götürecek süreç hangi zorlukları içeriyor? Klasik sömürgecilik ve akabinde modern ulus-devlet yapılanması içerisinde eski gücünü yitirmiş ancak köklü bir geçmişe sahip bu halkın bugün yeniden kendi ayakları üzerinde durabilmesi ne kadar mümkün? Bu ve benzeri sorularımıza cevap bulmak amacıyla Hacı Murad İbrahim’le kısa bir mülâkat yaptık. “8. İslam Ekonomi Forumu”nun davetlisi olarak geldiği Malezya’nın Cohor Bahru şehrinde ulusal ve uluslararası basın yayın organlarının yoğun ilgisine maruz kalan Hacı Murad İbrahim programında yer almamasına rağmen, görüşme talebimizi geri çevirmedi. Mülâkata geçmeden önce, neler olup bittiğini biraz daha sağlıklı bir şekilde anlayabilmek için Bangsamoro’yu ve halkını bağlayıcı kılacak ve bu anlamda kısa ve orta vadeli gelişmeleri etkileyebilecek kimi unsurlara değinmekte fayda var. 

Öncelikle Bangsamoro’yu hiç de kolay bir sürecin beklemediğini belirtelim. Çerçeve Anlaşması’nın kalıcı bir Barış Anlaşması’na evrilmesinde çeşitli dinamiklerin birbirleriyle etkileşimi büyük rol oynacağını söyleyebiliriz. Nedir bu dinamikler? Öncelikle MILF’in temsil makamında bulunduğu Mindanao ve çevresinde yaşayan ve nüfusu yaklaşık on milyona varan Bangsamoro Halkı’nı siyasi anlamda birarada tutabilme iradesini gösterebilmesi. İkinci dinamik, diasporada yaşayan Bangsamoro’luların anavatanlarındaki gelişmelere kayıtsız kalmadan, ilk günden başlayarak sürecin her aşamasında sahip oldukları nitelikli insan gücünü harekete geçirmeleri. Üçüncü dinamik, Manila Yönetimi... Katolik Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu Filipinler’de 2010 yılında Devlet Başkanlığı’nı devralan Benigno Simeon Aquino’nun  ülkedeki siyasi sorunları çözme vaadine bağlı olarak Bangsamoro bağlamındaki girişimin merkez yönetim ve ünitelerince akamete uğratılmadan sürdürülmesi. Dördüncü dinamik unsur ise bu anlaşmaya taraf olan ve Uluslararası Gözlem Grubu’nun etkin bir şekilde süreçte yerini alması. Bangsamoro’yu yarı-özerk yönetime taşıyacak yol haritasının sadece siyasi içeriğiyle değerlendirilmesi hata olur. Bu nedenle, siyasi unsurlar kadar, bölge halkının tarihi geçmişinden ilhamla sosyo-kültürel ve dini birikimlerinin ortaya konulması, yeniden-diriltilmesi ve etkin bir şekilde Bangsamoro Halkı’nın günümüz şartlarında varlığına doğrudan katkı yapacak unsurlar olarak toplum liderlerince dikkate alınması gerekiyor. Kültürel yeniden yapılanma siyasi ve ekonomik tasarımlardan hiç de geri kalır bir yan içermiyor. Aksine, bölgenin siyasi ve ekonomik gelişiminin nasıl bir yönelim alacağını belirleyicilik hususunda sosyo-kültürel arka planın güçlü tasarımlar olarak var olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

Hacı Murad İbrahim’le 5 Aralık 2012 tarihinde yaptığımız mülâkat

-MILF lideri olarak Merkezi Hükümetle imzaladığınız metin ne anlam ifade ettiğini kısaca açıklar mısınız? 
Aslında, bu imzalanan metin bir ‘Çerçeve Anlaşması’. Yani, bir sonraki aşama için bir nevi yol haritası koyuyor önümüze. Bu Anlaşma genel itibarıyla dört unsuru içeriyor: a) Bangsamoro siyasi yapılanmasının tesisi; b) Bangsamoro Hükümeti ve Filipinler Merkezi Hükümeti arasında güç paylaşımı; c) refahın paylaşımı; d) normalleşme süreci. Bu ana noktalar, önümüzdeki üç yıl boyunca gerçekleştirilecek görüşmelerde detaylarıyla ele alınacak ve karara bağlanacak. Bu nedenledir ki, oluşturulan müzakere grubu görüşmeleri yürütecek.

-Bu barış süreci önemli. Ancak 1996’d ayaşanan bir ön gelişme var. O dönemde varılan anlaşma Filipinler Anayasa Mahkemesi’nce reddedilmişti. Bu ‘Çerçeve Anlaşması’nın da benzer bir akibete maruz kalıp kalmayacağı konusunda neler söylemek istersiniz?

Evet, böylesi bir olasılık potansiyel olarak mevcut. Ancak müzakereciler olarak bizler en azından merkezi hükümete barış konusundaki niyetinde samimi olup olmadığı konusunda bir şans verme durumundayız. Şayet Merkezi Hükümetçe bu Çerçeve Anlaşması’nın maddelerini hayata geçirme konusunda sıkıntı doğması halinde, müzakere heyeti görüşmeler yoluyla sorunları aşma gayreti içinde olacak. Ancak şu an itibarıyla iyimseriz. Çünkü Filipinler Devlet Başkanı ülkedeki bu siyasi sorunu çözme konusundaki kararlılığı halktan olumlu tepki topluyor. Bu nedenle, geçmişte yaşanan sıkıntının yaşanmayacağını ümit ediyoruz. Bu süreçte ayrıca, Çerçeve Anlaşması’ndaki maddelerin hayata geçirilmesi konusunda Uluslararası Kontak Grubu (ICG) aracılığıyla uluslararası camianın azami ölçüde yardımı bekliyoruz.

-Malezya Hükümeti’nin bu süreçte önemli rol oynadığı gözlemleniyor. Kapsamlı anlaşmanın sağlanması konusunda önümüzdeki üç yıllık süreç büyük önem taşıyor. Bu süreçte, diğer bölge ülkelerinin veya Ortadoğu’daki unsurların örneğin Türkiye’den beklentileriniz var mı?

Aslında, Malezya dışında, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerdin barış sürecine o kadar da aktif katılımına şahit olmadık maalesef. Bunun arkasında neyin veya nelerin yattığını bilmiyoruz. Ancak, Türkiye söz konusu olduğunda şu hususu vurgulamak gerekir. Türkiye, Uluslararası Kontak Grubu’na üye... Barış sürecini aktif şekilde katılım sergiledi. Öte yandan, sahada birtakım faaliyetlerde bulunan birkaç STK’nın, örneğin İHH’nın varlığı söz konusu. Önümüzdeki süreçte, halkı Müslüman olan ülkelerin barış sürecine ve sahadaki kalkınma çabalarına katılımlarını bekliyoruz. Şu an için, özellikle Avrupa ülkelerinin ve Japonya’nın hem barış görüşmelerinde hem de sahada oldukça aktif çaba sergilediklerini söylemeliyim. Halkı Müslüman olan ülkelerin katkılarını da uluslararası camia içinde bu süreçte görmek istiyoruz.

-Bağımsızlık iddianızdan vazgeçtiniz. Yarı-otonom, otonom ve bağımsızlık seçeneklerinden ilkini seçtiniz. Halkınız bu gelişmeden tatminkâr mı?

Kişisel görüşümü şöyle izah etmek isterim. Merkezi Hükümet bizden bağımsızlık iddiamızdan vazgeçmemiz konusunda baskı yaptığında, onlara sürekli bu iddiamızdan vazgeçemeyiz, çünkü bu halkımızın kollektif bir hakkıdır. Fakat öte yandan, şayet Bangsamoro Halkı bağımsızlığı elde edemeyecekse, o zaman bağımsızlıktan kastedilen nedir, bunun üzerinde durmamız gerekir. Çünkü bu konu bir kez açıklığa kavuştuğunda, halkın bağımsızlık gibi bir iddiası olmayacağını görürüz. Şu an içinde bulunduğumuz süreç, yani varılan anlaşma yoluyla,  halkımızın kendi kendini yönetmesinin önünü açmaktır. Halkın kendi kendini yönetmesi başarıyla uygulamaya geçirildiğinde, bağımsızlık gibi bir iddaya gerek kalmayacaktır. Halk gönüllü olarak bu iddiadan vazgeçecektir. İşte bu nedenledir ki, son derece pratik bir yaklaşım sergileyerek, barış anlaşması vasıtasıyla halkın kendi kendini yönetmesinin mümkün olup olduğunu ortaya koymak zorundayız. Bunu sağlamak için de böylesi bir ‘Çerçeve Anlaşması’ konusunda mutabık kaldık. 

-Çatışma dönemlerinde toplumun en mağdur kesimleri yetimler ve dullar... Bu iki kesim için süreçte ne gibi politikalar düşünülüyor?

Bu konuyu ele alan bazı oluşumlar mevcut. Ancak çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Halen vatanımızda pek çok yetim ve dul bulunuyor. Bu iki toplumsal kesim rehabilitasyon sürecine dahil edilecekler. İnsani yardım konusundaki talebimiz hu hassas süreçte önceliklerimiz arasında yer alıyor. Bize yardımcı olabilecek tüm STK’lara ve ülkelerin yetim ve dulları da rehabilitayon çalışmalarına dahil etmeleri çağırısında bulunuyoruz.

–Bu kısa fakat oldukça anlamlı mülâkatınız için çok teşekkürler.
–Ben teşekkür ederim. 

Rabu, 05 Desember 2012

Modern Açe Tarihi’nde Bir Safha: 4 Aralık 1976


Mehmet Özay                                                                                                                   4 Aralık 2012

4 Aralık 1976 tarihi, Açe toplumu için modern dönemde gerçekleşen önemli tarihi dönemeçlerden biridir. Hasan di Tiro ve Hareketi’nin modern Açe toplumunun yeniden diriltilmesi mücadelesinin maddi boyuttaki başlangıcı kabul edilen bu tarih, geçmişle şimdinin ve şimdiyle gelecek arasında kurulması tasarlanan siyasi ve toplumsal birliğin statikten dinamiğe geçirilişini ifade eder. Niçin ‘4 Aralık’ sorusunun cevabı bu tarihsel ilişkiyi ortaya koyan sembolik bir değere sahiptir. 3 Aralık 1911 tarihinde, Hollanda Savaşı’nda diğer alimlerle ittifak halinde liderliği üstlenmiş olan Tiro ailesinin o dönemki lideri Teungku Muaz bin Teungku Muhammed Amin’in şehid ediliş tarihidir. Bu nedenledir ki, Hasan di Tiro, bu hadiseden tam 65 yıl sonra Açe’nin neye tekabül ettiğini modern anlamda yeniden ortaya koyacak girişimi yapmak için 4 Aralık’ı seçmiştir. Bu tarih, kendi etnik gerçekliğini tarihsel ve sosyolojik düzeyde tanımanın adı olduğu kadar, modern dönemde bir şekilde ‘kendisine eklemlenen’ ve adına Endonezya denilen bu anlamda ‘üst ulus’ olarak adlandırılabilecek olgunun da sorgulan sürecindeki devamlılık olmasıyla dikkat çeker.

Bu tarih aynı zamanda, Endonezya kurucu unsurları çerçevesinde alındığında, benzer süreçleri yaşamış diğer uluslarda olduğu gibi geniş bir coğrafyaya yayılmış ve iç ve dış faktörlerin etkileşimiyle siyasi bir yapıya bürünmüş ulus-devleti inşa sürecinin sancılı yıllarına denk gelir. Bir başka ifadeyle bu tarihte yaşananlar, Endonezya bütünü içinde zaten başından beri var olan sancının Açe boyutunda dışavurumudur aslında. Temelde Sundalısı, Padanglısı, Betavilisi, Cogcakartalısı, Surakartalısı, Sulavesilisi, Ambonlusu, Papualısının ve daha başkalarının içinde yer aldığı bu bütünde Açe’nin duruşu üzerinde durulmaya değer.  

4 Aralık tarihindeki çıkış, post-modern ideolojik tanımlamalar ışığında dile getirildiği üzere etnik milliyetçilik sınırlamalarına dahil edilemez. Aksine, bu çıkış ve hareket, tarih boyunca süreklilik arz ettiği üzere Açe kültür coğrafyasında yeniden anlam kazanma, anlam kazandırma, bu anlamda bir dirilişe tekabül eder. Bunu böyle anlamak için uzun okumalar, dikkatli gözlemler yapmak, derin düşüncelerden geçmek gerekir. Ancak bu süreçleri pratiğe dökerken etkileşim sahamız önemlidir. Kendi kendimizle mi, Batılı unsurlarla mı, yoksa Açelilerle beraber mi bu eylemleri gerçekleştiriyoruz soruları önemlidir. Bir yandan, kendimizin ne kadar ‘kendimiz’ olduğu problemiyle halen yüzleşme cesaretini bulma konusunda sıkıntılarımız varken, öte yandan Batılı unsurlara yaklaşımımızda alabildiğine ‘liberal’ bir algı sahamız oluşmuşken, Açelileri ‘yeni bir sömürgeci bakışla’ değerlendirme metodolojik yanlışlığı içerisindeyken nasıl olur da Açe’yi anlayabiliriz.

Açe’yi bugünlere taşıyan sürecin başlangıcı olan 4 Aralık tarihi Açeliler ve bizim için bugün ne anlam ifade ettiği önemlidir. Öncelikle nüfusu dört milyonu aşkın Açeli için ve de dünyanın dört bir yanındaki -nitelik olarak- azımsanmayacak diasporası arasında topyekün bir iradenin geliştirilebildiğini söylemek mümkün mü? Temelde herhangi bir toplumda böylesi topyekünluk bulmak oldukça güç hatta imkânsız. Öyle ki, 4 Aralık 1976 tarihinin yaşandığı günlerde de Açe halkı arasında siyasi kararlılık ve tarih bilinci ve gelecek kurgusu noktasında bir ortak hafızanın ne kadar geçerli olduğu sorulabilir. Ancak üzerinde durulması gereken husus, bu tarihte Açe-Sumatra Bağımsızlık Bildirgesi’ni dünyaya ilân etme cesaretini gösterenlerin bu anlamda salt elitist bir duruş içerisinde olmadıkları da bugüne kadarki gelişmeler çerçevesinde kanıtlanmış olsa gerek.

Son altı yıla damgasını vuran barış sürecinin varılan ve uluslararası kabul edilebilirliği bulunan anlaşmadaki şartlara rağmen, bugüne değin Açe’nin halen önemli ölçüde siyasi ve ekonomik ambargoya tabi tutulmakta oluşu gözlemcilerin ortak kanaati. Askeri ambargoyu delmeyi şimdilik başaran Açe’nin kurucu güçlerinin, halen bu kapsamlı Barış Anlaşması’na rağmen ekonomik ve sosyal ambargo önünde nasıl bir politika ya da politikalar dizisi sergileyecekleri izlenmeye değer.

Açe dün oradaydı. Bugün de yerinde duruyor. Tarihi süreçlerin doğurduğu nedenlerle elbette toplumsal, siyasi değişimleri o da yaşıyor. ‘Esas’ üzerinde durulduğunda, Açe’nin ruhunu devam ettiren bir damarın gücünü yadsımak mümkün değil. Daha 19. yüzyıl son çeyreğinde kimileri mücadeleyi terk etmiş, terk etmek zorunda kalmış, arenaya havlu atmışken, Açe, tüm yoksunluğu ile ayakta duruyor, siyasi, dini, medeniyet birikiminin son unsurları ile adına bizzat Açelilerin ‘kafir’ dediği Avrupa gücüne karşı bir onur mücadelesi veriyordu. 20. Yüzyıla gelindiğinde bu mücadele bitmemiş... Gene kimileri çoktan mücadele sahasından çıkmış, ‘mücadelenin’ ne demekliğini unutmuşken, Açe bir kez daha ortaya çıkmış... Joseph Conrad’ın ‘The Heart of Darkness’ başlıklı o derin eserinde Afrika’nın yüreğine gönderme yaparken, bu göndermeyi bir başka düzeyde gündeme getirerek Güneydoğu Asya İslam ve medeniyet birikiminin kalbi, modern dönemlerin mücadele ruhunun asla bitmediği topraklar da Açe’dir diyebiliriz çok rahatlıkla. Açe, bu anlamda Güneydoğu Asya’nın kalbidir, ruhudur.

Çok değil, birkaç on yıl öncesine kadar Açe savaşına övgüler düzülüyordu ve bu savaşın başkahramanının çalışması gündemde önemli bir yer edinmişti. Yıllar geçti... Kahraman ve ordusu aynı yerlerindeydi, ancak ona övgüler düzenler aynı yerlerini koruyorlar mıydı o şüpheli. 4 Aralık’ın 36. yıldönümünde bu hareketi, liderini, mücadelesini konu alan şu veya bu şekilde kaleme alınmış kaç edebi, tarihi, siyasi, drama eser var elimizde diye sormak lazım. O zaman kim iddia edelibir ki, bu hareketi anladık, bu hareketle şu veya bu şekilde bir bağımız mevcuttur. Bu hâl içinde, iki genel sonuç çıkarmak mümkün. Birincisi, Açe ve Açe mücadelesi bizim ‘düşündüğümüz’ gibi değilmiş. İkincisi, biz Açe mücadelesinin temellerini biliyorduk, ancak biz ‘değiştik’.

Günümüzde Açe genç nesillerinin geçmişle ideolojik, kültürel, felsefi bağı kurmak suretiyle geleceği inşa etmelerinin niçinliği ve nasıllığı üzerinde düşünülmelidir. Şayet eğitim, bir anlamıyla, geçmişten geleceğe değerleri yeniden inşa etmenin adıysa bu anlamda Açe’de değerler bütününün kendinde mecz etmiş bir lider, entellektüel, siyaset adamı olarak Hasan di Tiro’nun varlığı unutulmamalı unutturulmamalıdır. Bu anlamda Açeli genç nesillerin ‘ithal önderlere’-hemen hemen hiç bir alanda- ihtiyacı yok. Bu düşüncenin pratikteki yansıması nasıl olur diye sorulduğunda cevabımız hiç tereddüt etmeden Hasan di Tiro’nun kaleme aldığı tüm eserlerinin, kaleme alınacak biyografisinin ve hareketinin tarihinin Açe’deki formel informel eğitim kurumlarında okutulmalı şeklinde olacaktır. Hasan di Tiro ile Açe halkının ilişkisini sığı savaş terminolojisi bağlamında ele alanlar ve bu indirgemecilik eğilimleriyle Açe’ye yapılacak en büyük haraketi yapmış kabul edilmelidir. 

Minggu, 02 Desember 2012

Bangsamoro’yu İnşa Etmek


Mehmet Özay                                                                                                                  30 Kasım 2012
Bangsamoro hareketinin siyasi liderleri 40 yıla varan savaş ortamından sonra varılan çerçeve anlaşmasını müteakiben çeşitli vesilelerle verdikleri demekçlerde farklı bir sürecin başladığını vurgulayageliyorlar. Burada hemen şunun altını çizelim: ortada sözü geçen barış süreci bitmiş bir barış anlaşmasına tekabül etmemekte, aksine, ‘çerçeve anlaşması’ndan sonra başlayacak ve 2016’da nihayete ermesi plânlanan kapsamlı anlaşmanın önünü açan bir gelişme olarak görülmelidir. Bu çerçevede, Barış’a gidecek sürece kimlerin müdahil olacağı çok önemlidir.

Öncelikle, bu süreç Bangsamoro Müslümanları arasında siyasi birlikteliğin tesisi ilk adımı teşkil edeceğine kuşku yok. Bununla birlikte, her halükârda ortaya çıkma ihtimali olan farklı görüş ayrılıklarının veya sürece dahil ettirilmeyen grupların bir süre sonra “yeni problemlere” kapı aralayacağı unutulmamalıdır. Silahların yerli yerinde durduğu düşünüldüğünde herhangi bir kıvılcımın ortamı yeniden alevlendirebileceği gibi önemli bir ihtimal de dikkatlerden kaçmamalı. Çerçeve anlaşmasının görece yeni nesil liderlerin inisiyatifiyle gerçekleştirildiği görülüyor. Yani Moro İslami Özgürlük Cephesi’nin liderliğini yapmış olan el-merhum Selamat Haşim’in daha önce Moro Ulusal Özgürlük Cephesi’nin taraf kabul edildiği iki anlaşma sürecine katılmadığını unutmayalım. Benzer bir yaklaşımı Açe’de hayata geçirildiği konusunda kanıları dikkate aldığımızda Güneydoğu Asya’daki özgürlük mücadelelerinin öncü lider kadrosunun etkinliğini yitirmesiyle, barış süreçleri, öyle gözüküyor ki daha kolay gündeme gelebiliyor. Her iki örnekte de, barış sürecinin özgürlükçü hareketler noktasında başlangıcını veya ilk adımını ‘bağımsızlık olgusundan’ feragât etmek olduğu dikkat çekiyor.

Müslümanlararası birliğin tesisinde acaba halkı Müslüman olan ülkelerden rol alabilecek olan var mıdır? Son gelişmeler dikkatle izlendiğinde Malezya’nın öne çıktığı görülüyor. Böylesi bir inisiyatifi almış olan Malezya’nın kendi tarihi tecrübesinden ilhamla anlaşmaya yön verebileceği düşünülebilir. O zaman sormak lazım Malezya ne tür bir tecrübeye sahiptir? Aşağıda değineceğim...

Bugün gündemde önemli bir yer işgal eden anlaşmanın nasıl bir geleceği olacağı ve şayet 2016’ya başarıyla ulaşılması halinde Mindanao’yu nasıl bir yapılanma beklediği üzerinde kısaca duralım.

Öncelikle, benzer bir anlaşmanın yıllar önce (1996) yapıldığı ve o dönem anlaşmanın kısa sürede akamete uğramasına merkezde, yani Manila’da Kongre’nin anlaşmayı yasadışı ilân etmesi neden olmuştu. Bugün böyle bir tehlikenin söz konusu olmadığını ileri sürebilir miyiz? Bu tip çatışma bölgelerinde sorunun sürgit devamında salt özgürlükçü hareketlerin niyetleri değil, aynı zamanda, merkezde bu tür savaşlardan ‘nemalanan’ siyasi ve askeri elitin varlığı göz ardı edilmemelidir. Bu noktada, Manila’nın barış niyeti kadar, Manila’da hakim siyasi odakların da izlenmesi önem arz ediyor. Tıpkı Cakarta siyasetinde Megawati ile sembolleşen ultra-Cava milliyetçilerinin varlığının Açe Barışı’nı akamete uğratabilecek güçleri gibi, Manila’da da Joseph Estrada ve Gloria Arroyo’nun, başkanlık dönemlerinde kanıtlamaları şekilde -bu anlamda Megawati ekolü olarak adlandırdığım yöntemle doğrudan savaşa ağırlık vermeleri- Bangsamoro Barışı üzerinde ‘zar atabilecek’ çevreler mevcuttur. Unutmayalım, bir önceki barış anlaşmasına giden yola ‘taş koyan’ Kongre’nin bugünkü anlaşmayı onaylaması gibi bir zorunluluk halen önümüzde duruyor. Bu barış’ın, ne gibi bir statü ile gelmekte olduğunu ve bu statünün Bangsamoro’ya neler kazandırıp neler kaybettireceğini de sormakta fayda var. Gene Açe ile karşılaştırırsak Helsinki Barış Anlaşması’nın Açe’ye kazandırdığı ‘özerk yönetim’ ile Bangsamoro’ya verileceği ileri sürülen ‘yarı-özerk’ statüler neye tekabül ediyor acaba? Siyasi açıdan Açe’nin kendisine tanınan ‘özerklik’ hakkını nasıl kullanabildiği, hayata geçirebildiği kadar, Bangsamoro’ya sunulan ‘yarı özerkliğin’ bölge Müslümanlarının sorunlarının halli için yeterli olup olmayacağı da önemli.   

Malezya’nın ‘arabuluculuğu’nda gerçekleşen çerçeve anlaşmasından sonraki süreçte bu ülkenin nasıl bir rol oynayabileceğine değinmek gerekir. Halkının önemli bir bölümü Müslüman olan Malezya’nın, nasıl bir kimlikle Barış’a taraf olduğu üzerinde kafa yorulabilir. Öte yandan, Bangsamoro sorununun hallindeki ‘ilk etap’ başarısından sonra Bangsamoro’nun siyaseten nasıl bir yönelim sergileyeceği merak konusu. Özerkliğin gündemde olduğu bölge nasıl bir siyasi yönetime sahne olacak? Bu konuda Malezya’nın bir öngörüsü, bir projesi var mı? Yoksa Malezya, tarihinden ilhamla yeraltı ve yerüstü kaynaklarının kullanımının en temel noktalar kılındığı bir ekonomik açılımdan öte bir katkı payı sunabilir mi? Malezya medyasından izlendiği kadarıyla Malezya’nın ilgisinin ikinci noktada, yani ekonomik kalkınma odaklı bir yönelimde toplandığı görülüyor. Bunda da ‘aslan payını’ elbette ‘broker’lığın sağladığı cesaret ve de kimilerince ‘hak’ olarak düşünülebilecek şekilde ekonomik üretim araçları üzerinde kontrolü ele alma niyeti izhar ediliyor. Bangsamoro’nun ekonomik anlamda kendine yeter olması elbette önemli. Ancak bu önem, ekonomik değerlerin Müslümanlar arasında paylaşımı, siyasi yönetim mekanizmasi, hukuki varlıklar vb. veya daha net ifade edecek olursak bunca yıl mücadelenin verildiği değerlerin hesaba katılıp katılmayacağını herkes kendine sormalı.

Bu safhada bölge dışına çıkarak farklı bir yapılanmanın mümkün olup olamayacağını değinelim. Bugüne kadar Mindanao ve çevresine ilgi göstermiş kurumlar olabilir. Bu ilginin boyutları elbette tartışılabilmelidir. İlgi ve alâkanın bölge Müslümanlarının tarihi, siyasi ve kültürel unsurları ile ne denli örtüştüğü, bir başka deyişle ilgi ve alâka göstermeye çalışan çevrelerin bölgeyi anlama noktasında nasıl bir çaba ve gayret içerisinde oldukları önemlidir. İlişki salt bununla da sınırlı değildir. Bangsamoro halkının karşı karşıya kaldığı siyasi ve askeri muhalefetin neye tekabül ettiğinin hesap dışı bırakılması, bölgenin anlaşılmasında kafaları aydınlatmaya değil, aksine daha da karıştırmaya neden olacaktır. Evet Bangsamoro’ya barış geldi! Ancak bu barış, -kimilerinin çokça atıf yapmağı üzere-, atalarının, 16. yüzyıl başlarında İspanyol sömürgecilerin topraklarına ayak basmasından önce önemli bir siyasi egemenlik güttüğü Bangsamorolular için ne anlam ifade ediyor? Bangsamoro’nun ‘ne olacağı’, kim veya kimler eliyle ‘varolacağı’, hangi siyasi, ekonomik ve kültürel iddiayı taşıdığı gibi soruları da gündeme taşıyor. Barış’ın gölgesinde ekonomik pastadan ne kadar çokdilim kaparımın hesabını yapanlar olacaktır kaçınılmaz olarak. Ancak gerek Mindanaolu Müslümanlardan gerekse ilgili çevrelerden yukarıda yöneltilen soruların cevabını aramaya yönelik çabaların da bir an önce gündeme getirilmesi gerekiyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=236930

Jumat, 30 November 2012

ASEAN Dönüm Noktasında


Mehmet Özay                                                                                                          26 Kasım 2012
Geçen hafta Phnom Penh’de gerçekleştirilen 21. ASEAN Zirvesi ve buna endekslenmiş Doğu Asya Zirvesi, dünyanın önemli gündem maddesini teşkil ediyordu. ASEAN adı verilen briliğe mensup üyeler için bu toplantının önemi 1 Ocak 2015 tarihine kadar hayata geçirilmesi plânlanan ‘Asean Topluluğu’na giden yolda önemli bir virajın alınmasıydı. Bu viraj Birlik’in bugüne kadar görmezden geldiği ‘insan hakları’ konusunda bir çerçeve anlaşmasına imza atılması şeklinde somutlaştı.
İmzalar atılmasına atıldı da, şimdi asıl iş bunun gereğini yerine getirmek. Çünkü bugüne kadar bu hususu göz ardı eden üye ülkeleri, aşağı yukarı herbirinin benzer sorunlar karşısında benzer ‘suçlar’ işlemeleri dolayısıyla gözardı edilegelen ‘insan hakları’ zannedilmesin ki, yarısı Müslüman, önemli bir bölümünün Budist, görece azınlık kısmının da Hıristiyan olduğu Birlik halklarının siyasi temsilcilerinin canla-başla çalışmaları sonucu ortaya çıkmış değil.
Öte yandan, altına imza atılan ‘insan hakları’ belgesi, bugüne kadar özellikle iki önemli devlet adamının öncülüğünde ve de sözcülüğünde dile getirilen ve bu anlamda siyasi literatüre çoktan geçmiş olan ‘Asya Değerleri’nin akibetinin ne olduğunu hiç kimsenin sormamış olması da oldukça şaşırtıcı. Düne kadar, Batı’nın yönelttiği ‘insan hakları’ eleştirilerine gözlerini kapayıp ‘Asya Değerleri’ne omuz verenler ve de ‘Bizim değerlerimiz farklı’ görüşünden hareketle Batı’yı alabildiğine eleştirenlerin ve de destekçilerinin tabiri caizse sırra kadem basması nasıl bir dönüşümle karşı karşıya olduğumuzu ya da olacağımızı dikkatlere sunuyor.
Aslında bu gelişme üye ülkelerin siyasi duruş olarak önemli bir paradigma değişimine konu olduklarını ortaya koyuyor. Öte yandan, Birliğe üye ülke yöneticileri ‘insan hakları’ anlaşmasına imza atarken acaba ne tür ‘ikilem’ yaşadıklarını sormak gerekir. Her görüşten birey ve grupların haklarının korunacağını garantiye alan bu Anlaşma’nın gerçeklikte nasıl bir görüntü ortaya çıkaracağını merakla bekliyoruz. Bırakın modern/post-modern özgürlükçü grupları, az buz değil, yüzlerce etnik  yapının mağduriyetine konu olan bölgede siyasiler acaba bu yükün altından nasıl kalkacak?
Adı Güneydoğu Asya ile sınırlı olmakla birlikte, katılımcıları ve bu anlamda kapsam alanı dikkate alındığında hiç de yabana atılacak bir girişim değil açıkçası.
Uluslararası ilişkiler bağlamında değerlendirildiğinde, ABD ve bölgedeki -ki ASEAN ülkeleriyle sınırlı kalmayıp, bünyesinde Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda’nın da olduğu- müttefiklerinin gövde gösterisi şeklinde algılanmaya matuf bir hazırlık olarak kabul edilebilecek girişim sadece siyasi bir oluşum olarak değerlendirilmemeli.
Yeri gelmişken, ABD-ASEAN siyasi ilişkilerin ‘stratejik ortaklığa’ evrileceğinin mesajının da verildiğini hatırlatalım. Bu vesile ile gündemi teşkil eden liderler arasındaki ikili ve genel kurul toplantılarının, bölge ülkelerinin ekonomik işbirliğinden küresel ekonomik işbirliğine uzanan bir ilişkiler silsilesine konu olduğuna dikkat çekmek gerekir. Bölge ülkelerini arkasına almış görüntüsü çizen ABD, Obama’nın demeçlerinde ifadesini bulan yeni bir siyasi-ekonomik küresel girişimden bahsediyordu. Nedir bu girişim? Kimi çevrelerin beklentisinin aksine, ABD ile Çin arasında yaşanacak bir Post-modern Soğuk Savaş dönemi değil, aksine, ABD-Çin ilişkilerine her anlamda yeni bir ivme kazandıracak tasarımlarla ilgilidir. Obama, ‘Adalar’ krizi nedeniyle Çin’in üzerine gitmek yerine Amerika ekonomisini ve halkını derinden etkileyecek orta ve uzun vadeli ekonomik ilişkiler ağının ilk ilmiklerini atıyordu. ABD ile Çin arasında sadece Pasifik değil, aynı zamanda, bir dünya görüşü farkı olsa da, uzmanlar bu farkın ‘yatırım’ ve ‘ticaret’le daralacağı görüşündeler. Zaten Obama da, görüşmeler sırasında bu ‘daralmayı’ sağlayacak unsurlar üzerinde duruyordu.
Dünyanın gelişmiş ekonomilerinde yaşanan tıkanıklıkların aşılmasında üçüncü dünyanın gelişmekte olan veya henüz küresel kapitalist ekonomi modeline adepte olmakta ‘gecikmiş’ ülke ve bölgelerinin bu tıkanıklığın aşılmasında katalizör işlevi göreceği aşikâr hale gelmiştir. Başta ABD olmak üzere Japonya, Kanada, Avustralya ve AB gibi ülke ve bölgesel kuruluşların Güneydoğu Asya-Pasifik-Doğu Asya üçgeninde kurmakta oldukları ‘ağ’ elbette bu tıkanıklığın aşılmasına matuf girişimler olarak dikkat çekmektedir. Bununla birlikte, söz konusu bu üç bölgede onyıllar öncesinde neşet eden ve şu veya bu şekilde bugüne kadar devam eden cunta, diktatör, otokrat yönetimlerin halklarıyla olan sorunların aşılması da liberal-kapitalist demokrasilerin hükmetmek istedikleri acil bir alan olduğu da görülmektedir. Söz konusu gelişmekte olan Üçüncü Dünya ülkelerinin küresel kapitalizmin acımasız rekabet kulvarında yer almalarında salt sahip oldukları ucuz işgücü, zengin yer altı ve üstü kaynakları, ehlileştirilmeye fevkâlade müsait Batılılaş/tırıl/mış elit tabakasının kafi gelmediği kapitalizmin ağababalarınca ve öncü kurumlarınca dile getirilmektedir. Bugün Kamboçya’da, Myanmar’da, Endonezya’da, Vietnam’da, Laos’da, Bangsamoro’da dahil olmak üzere Filipinler’de beklentiler bu halkların ivedilikle tüketimci ekonomi skalasında yerlerini almasıdır.
Nasıl ki, IMF Genel Direktörü Christine Lagarde çok kısa bir süre önce Malezya’daki ekonomik gelişmelere dikkat çekerek, 97-98 Güneydoğu Asya krizi sonrasında gösterilen ‘progresif’ ekonomik girişimler neticesinde Malezya ekonomisinin sadece “ihracata yönelik” bir ekonomik olmakla kalmadığını, bundan da öte, yerli tüketime devinim kazandıracak politikalarla şekillendirdiğinden övgüyle bahsediyordu, hiç kuşku yok ki, en azından ASEAN içinde dünyaya ‘gözlerini’ yeni açmakta olan ülkeler için bir kılavuz işlevi görecektir. Bu yaklaşımda kendini açıkça ortaya koyan olgu şudur: artık, çok uluslu şirketler, bu coğrafyalarda Batı’nın ultra-kapitalist sınıflarını doyurmaya değil, yerli halkların da, henüz aynı tüketim hırsıyla olmamakla birlikte giderek artan bir eğilim ve ivmeyle benzer sosyo-ekonomik oluşumlara zemin hazırlamakta ve bu yönde bir gayret içerisindedirler. Zaten Avro bölgesi krizi süresince Malezya’nın ve Endonezya’nın büyüme rakamlarının ‘yüksek artı vermesinin’ ardındaki gerçek, bu ülke maliyecilerinin de ortaya koyduğu üzere iç tüketimdeki artışa dayanıyordu. Bu yönelim ve yönlendirme sayesinde Batılı liberal ekonomiler “soluklanacak” yeni bir güç ile ileriye -her neye tekabül ediyorsa- doğru hareket edebilme kabiliyetine sahip olacaktır. Bugün gelişmiş ekonomilerin yıllık 3.3 gibi bir düzeyde olduğu -ve bu anlamda ‘sistemin tıkanma sendromu geçimekte olduğu şeklinde de yorumlanan- büyüme oranlarına mukabil, örneğin başta Endonezya, Malezya, Türkiye, Brezilya gibi gelişmekte olan, Üçüncü Dünya’nın ve de önemli bir bölümünün adına İslam dünyası denilen bütün içerisinde yer aldığı düşünülebilecek ülkelerin ve düşük kalkınma pörtföyünde yer alan, ancak ümitvar bir gelecek imkânına sahip ülkelerin varlığı bir ‘garanti’ olarak gözleri kamaştırmaktadır. Çünkü bu ülke ve bölgeler, gene Batı ekonomi standartlarıyla değerlendirildiğinde aşılması ve bu çerçevede küresel bir sorun olarak telâkki edilen ‘kapitalizm açlığıyla’ yüzyüzedirler. İşte bu nedenledir ki, ‘küresel kalkınma’nın motoru ‘hizmete’ hazırlanmaktadır.
Bu nedenle değil midir ki, Çin’in ekonomik kalkınmacı politikaları karşısında, çözümü Güneydoğu Asya/Pasifik/Doğu Asya üçgeninde kurulacak yeni ittifaklarla yüzyılın dönüşüm plânı gündeme getirilmektedir. Obama’nın ASEAN zirvesinde üzerinde durduğu önemli hususlardan biri bu üç bölge kadar, küresel ekonomileri de doğrudan etkileme potansiyelini içinde barındıran Güney ve Doğu Çin Denizi’ndeki ‘Adalar’ sorununun halline yönelikti. Yukarıda dile getirdiğimiz üzere Obama’nın bu konudaki ‘soğutma’ çabaları görülse de, toplantının sonuç bildirgesi hazırlanmasında Adalar krizini içeren maddeye dair özellikle Filipinli yetkililerin karşı çıkışı, Birlik’in geçen Haziran ayındaki toplantısında yaşanan krize yol açtığı görüşünü dillendirenler bile oldu.
Bu süreç, Batı ekonomi sistemi ve terminolojisine göre tasarımlanmış yoksulluk sınırından orta sınıf denilen sadece ekonomik olarak değil, zihniyet ve düşünce olarak da epeyce bir evrime maruz kalmış kitlelerin ortaya çıkarılması gayretidir. Bu gayret içerisinde Batılı/uluslararası değerler muvacehesinde insan hakları, demokrasi, özgürlükçü söylemin yeri de elbette ekonomideki değişim sürecini tamamlayan kombinasyonda güçlü ögeler olarak yerini aldığına kuşku yok.  
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=236492

Kamis, 29 November 2012

Endonezya’da Yüzyıllık Hareket: Muhammediyye (II)


Mehmet Özay                                                                                                                  26 Kasım 2012
Muhammediyye Hareketi’nin kökleri itibarıyla neye tekabül ettiğini anlamak için içine doğduğu Hollanda Sömürgeciliği gözardı edilemeyecek bir gerçeklik alanı sunar. Hollandalıların özellikle ülkede inşa etmeye çalıştıkları eğitim projesi karşısında, Hareket güçlü bir kimlikle topluma liderlik etme kapasitesine sahip, toplumda sömürgeci eğitim sisteminin bir ürünü olan seküler eğitimden geçmiş aydınlar karşısında bir yapı oluşturacak eğitimli bir Müslüman aydın sınıfı oluşturmayı hedefliyordu (Soebardi-Lee 1985: 190).
Hareket’in gerek köklerinin yer aldığı gerekse klasik sultanlık çevresiyle ilişkileri bağlamında Cogcakarta üzerinde kısaca durmuştuk. Bu hususa biraz daha değinmekte fayda var. Modern dönemde bu yönetimin Cava’nın diğer kadim sultanlıklarından öne çıkan bir özelliği olduğu görülür. Bu anlamda tarihi ve kültürel devamlılığı kadar, bugün siyasi bağlamda görece bir güç unsuru olduğu görülür. Cogcakarta Sultanlığı, bağımsızlık ilanının akabinde 1947 yılında özerklik tanınmış (Heryanto 2006: 66) ve geleneksel yönetimi sergileyen sultan aynı zamanda, doğrudan vali olarak da atınmaktadır. Muhammediyye Hareketi’nin bu özerk yapı içerisinde varlığını sürdüren Sultanlıkla ilişkisi, Hareket’in burada doğmuş olmasıyla doğrudan ilintilidir.
Hareket’in yüzyıllık seyri içerisinde salt kendi başına bir olgu olarak değil, her bir dönemi birbirinden farklılık gösteren Hollanda Sömürgeciliği, Sukarno ve Suharto dönemleriyle son 15 yıllık süreyi kaplayan siyasi ve toplumsal reform sürecinde siyasi yönetimler ve güç odakları ile girdiği ilişkilerle yeni şekillenmelere konu olmuştur. Bu husus, modern dönemde ortaya çıkan sivil toplumcu veya siyasi İslamcı hareketlerin kaçınılmaz etkileşimlerinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Öte yandan, yukarıda zikredilen bu ‘dış unsurlar’ kadar, ülkede neşet eden çeşitli ‘Sarekat Islam’ (SI), ‘Masyumi’ gibi sömürge öncesi ve sonrasında bu topraklarda önemli rol icra eden İslamcı hareketler bağlamında da etkileşimleri kayda değer bir hususdur. Elbette bu dönemleri ve Hareket ile bağlantıları detaylı araştırmaları gerektirmektedir. Bununla birlikte, ilki erken döneme, ikincisi bağımsızlığın hemen akabindeki gelişmeler muvacehesinde iki  hususa kısaca değinmekte fayda var.
SI’ın ilk dönemlerinde kurucu unsurlar, özellikle başta Muhammediyye olmak üzere diğer İslami kurumlarla iyi ilişkiler geliştirme gayreti içindeydi. SI’ın merkezi komitesi Solo’dan  -Muhammediyye’nin de merkezi olan Cogcakarta’ya  taşındığında, Hareket’in kurucusu Ahmed Dahlan hareketin burada kurumsallaşmasına yardımcı olmuş ve 1916 yılında da söz konusu hareketin dini istişare kurulu üyesi olarak rol aldı (Soebardi-Lee 1985: 197). Muhammediyye Hareketi’nin çıkış noktası kültürel saha iken, SI’ınki ağırlıklı olarak siyasal hedefler güdüyordu. Bu nedenle Ahmed Dahlan, SI içerisindeki siyasal hareketlere karışma yönünde tavır sergiliyordu (Van Niel 1970: 110).
Bununla birlikte, genel bir ifade ile söylemek gerekirse Muhammediyye Hareketi, modern Endonezya siyasi tarihinde ülke Müslümanları arasında siyasi bir cephe oluşturulamamasında ‘taraf’ olmakla dikkat çeker. 1945 yılındaki bağımsızlık ilanıyla, Hollanda’nın uluslararası anlaşmalar çerçevesinde Endonezya bağımsızlığını tanıyacağı 1949’a geçen süre zarfında ve daha sonra ülkenin geniş Müslüman kesiminin eğitim ve refahı için çeşitli çalışmalar yapmış olan Muhammediyye gibi milyonlarca üyeye sahip önde gelen İslami cemaatler ve bunların uzantıları olan partiler kendi aralarında birlik tesis edemeyerek ülke siyasetinde öncü rol oynama şansını bir türlü yakalayamamışlardır. Masyumi çatısı altında kısa süren bir birliktelikten bahsedilse de bunun uzun erimli olmamış ve 1950’li yılların başlarında yapılan ilk seçimlerden sonra hayal kırıklığına neden olmuştur.
Bu ilk dönem örneklerinden sonra, Hareket’in modern tarihinin uzun anlatısına yer vermek yerine, sonun başlangıcı kabul edebileceğimiz Sukarno ve özellikle de Suharto’lu yıllar ve sonrasında neler olup bittiğine bakalım. Siyasal İslamı hareketleri ülkede kısıtlama konusunda tüm imkânları kullanmada her türlü çabayı sergilemiş, seküler ve Cava milliyetçiliğinin öncüsü olarak tanınan bu iki devlet başkanının Muhammediyye’ye ‘yakınlık’ duymaları ve ‘alternatif’ bir kulvar olarak gündemde tutmaları ilginç bir ilişkiyi ortaya koymaktadır. Özellikle, Suharto dönemine konu olan 70’li/80’li yıllardaki ‘modernleşme’ süreçleri, Hareket’in kök suyundaki ilkelerle örtüşmesi nedeniyle siyaset alanında dinamik bir unsur olarak yer almasa da, siyasi otoritenin kanatları altında yer bulması için kafi bir sebepti.
Suharto’nın son yıllarında, o dönem Hareket’in lideri konumundaki Amin Rais siyasi güç merkeziyle bir ‘ittifak’ çabası içine girdiği gözlemlenir. Nihayetinde, gözlemcilerin dile getirdiği üzere, Suharto’nun üvey oğlu mesabesindeki -ve de kendisinin de uygun bir isim olarak gördüğü- Habibi’nin başkan yardımcılığı ihtimalinin doğmasıyla yeni kabineye ‘Muhammediyye” mensuplarının dahil olacağı ihtimaliyle rejimle ‘uzlaşmacı’ bir yönelim sergileyerek nasıl ‘pragmatik’ yaklaşım sergileneceğinin bir örneğini ortaya koyuyordu. Rais’in bu pragmatikliği, halkı Müslüman olan diğer birtakım ülkelerdeki benzer liderlik pörtföylerinde de görüldüğü üzere, siyasi arenada bulamadığı desteği ve ‘mükâfatı’ Mietzner’in (2009: 159, 161) ileri sürdüğü üzere ordu ile temasa geçerek bulma arayışı sergilemiş olmasında yatar. Muhammediyye gibi köklü bir organizasyonun lideri olarak siyaseten ve de sivil toplumculuk bağlamında bir ‘sağa’, bir ‘sola’ yaslanma çabası, kimilerince ‘şartların teşekkülü olarak yorumlanabileceği gibi, temelde bir ‘duruş’ ve ‘zaviye’ kısırlığını ortaya koymaktadır.
Suharto’nun gidişatının kesinleştiği aylarda, ‘uluslararası kesimlerin’ ajandasında bir ‘alternatif’ olarak neşet eden Amien Rais, ayağına gelen bu fırsatı nasıl değerlendirmesi gerektiğini açıkça ortaya koymuş ve yukarıda dile getirilen ‘duruşsuzluğun’ kaçınılmaz uzantısı olarak soluğu Amerika’da almıştır. Elbette, Amerika için alternatifsizlik söz konusu değildir... 30 Eylül/1 Ekim 1965’deki girişimiyle Suharto, nasıl devlet başkanlığının yolunu açacak ışığı görerek hareket etti/rildi/yse, fazla değil aradan geçen yaklaşık 40 yıllık sonra aynı Suharto’nun yerinden edilebilmesi için güçlü bir sivil toplumcu Müslüman Hareketi’n lideri aynı göreve soyundurulmakta sakınca görülmemiştir. Elbette burada şöyle bir düşüncede geliştirmek mümkün. İslamcılık veya İslam sathındaki duruşla, modern siyasi platformda rol alma veya kapma arasında fark vardır ve bu fark doğacak “operasyonel kaynakları” (Mietzner 2009: 162) kullanabilme becerisiyle değerlendirilebilir düşüncesinden hareketle Amien Rais epeyce bir Makyavelist projeksiyona tabi olmuştur.
Siyasi ve sosyal reform çabalarının yoğunlaştığı son döneme gelindiğinde, Hareket’in ‘alternatifleriyle’ karşı karşıya kaldığı gözlemlenmektedir. Ülkenin yeniden yapılaşmalara konu olan sadece siyasi arenası değil, sosyal alanlarındaki siyasi İslamın giderek dikkat çekici bir yönelim sergilemesi Hareket’in yeni dönemde karşı karşıya kaldığı rekabet, çatışma vb. bağlamlarda yeni mücadele alanı olarak değerlendirilmektedir. Doğrudan Hareket’in siyasi partisi olarak ilan edilmese de, Amin Rais örneğinde olduğu gibi, Hareket’e mensup önemli şahsiyetlerin siyasi partilerdeki varlığı ve bu partilerin siyasi arenadaki güç yarışında geldikleri nokta bunu kanıtlamaktadır.
Geçirdiği tarihi süreçler, ilişkiler çerçevesinde araştırmacılarla vahhabicilik kadar modernist, yer yer liberal İslamcı adlandırmalara da konu edilmesi, Hareket’in bugünkü lideri Din Shamsuddin’in dile getirdiği üzere geçen süre zarfında pek çok dönüşümlere ve değişimlere konu olmasıyla yadsınacak bir durum değil, aksine sosyal realitenin bir gereğidir. Son dönemdeki gelişmelere dikkat çekildiğinde, Hareket’in bir başka yönelime kucak açmasının olanaklı olduğunu ifade edebiliriz. 

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=236398

Senin, 26 November 2012

Obama’nın Myanmar Ziyaretinin Anlamı


Mehmet Özay                                                                                                                 15 Kasım 2012
Barack Obama'nın ikinci başkanlık süreci sembolik anlamı oldukça güçlü ve Amerika'nın gelecek dönemde materyalize edilebilecek en önemli dış politikalarından birine kapı aralamaya matuf bir geziyle başlıyor. Obama'nın 19 Kasım'da Myanmar'ı ziyaret edecek olması, Amerikan tarihinde bir ilk özelliği taşımasıyla gezinin sembolik anlamını ortaya koyuyor. Birkaç yıl önce, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un kaleme aldığı bir makalede ilân ettiği Asya Yüzyılı'na Amerikan yönetiminin geçen süre zarfında giderek artan bir şeklide önem vermesi, belki de Amerika seçimlerinde Obama'ya yönelen ilginin etkin faktörlerinden biri olarak zikredilmeye değer. Ortadoğu, Afganistan savaşlarından sadece psikolojik olarak etkilenmemiş, aynı zamanda, doğrudan ekonomiye etkisini de hayatlarında birebir tecrübe eden Amerika halkının, yönetimin yeni dış politikasının aynı oranda psikolojik ve de ekonomik cazibesine karşılık vermesi oldukça rasyonel bir çıkış gibi duruyor.
Peki Myanmar açısından bu ziyaretin anlamı nedir? Aşağıda değineceğimiz üzere, 1948'deki bağımsızlığın ardından, dönemin Başbakanı U Nu'nun önderliğinde, Soğuk Savaş'a taraf olanların baskılarına boyun eğmeyerek 'Bağlantısızlar Grubu'nun önemli üyeleri arasında ve bu anlamda 1955 Bandung Konferansı girişimcileri arasında yer almış olan Myanmar, ancak aradan geçen süreçte ve  de özellikle de son gelişmeler ışığında bakıldığında, kendi iradesinden daha çok dünyanın güç odaklarının yönlendirmesine konu olan bir ülke profili çiziyor.
Modern dönemde, Amerika'nın Myanmar'la olan ilişkilerinde dikkat çeken bir hususu hatırlatmakta fayda var. 1960'dan itibaren kendini dışarıya kapatmış Myanmar, 1970'li yılların ikinci yarısı, kalkınmış ülkelerin ilgisine giderek daha yoğun bir şekilde mazhar olurken, sosyal ve ekonomik geri kalmışlığın aşılmasında Dünya Bankası'nın ve Japonya, Almanya, Fransa, Avustralya, Kanada'nın yanı sıra ABD'nin  girişimleri sermaye aktarımı, dış teknik yardım ve ekipman desteği şeklinde gündeme gelmişti. Ancak bu süreçte Burma yönetimi sosyalist ekonomi politikalarından taviz vermeme yaklaşımı, batılı kurumların ve ülkelerin 'yardım' programlarının palyatif bir düzeyde kalmasına neden olmuştu.
Amerika'nın Asya Açılımı'na dönerek son dönemdeki gelişmeleri irdelemekte fayda var. ABD'nin ASEAN ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) üzerinden bölgeye dair plânlamalarını, tekil bir girişim olarak Myanmar üzerinden girişimleri ucuz işgücü ve hammadde gibi klasik yatırım fonksiyonları ve 'henüz bakir bir pazar' niteliği taşıması bağlamında salt ekonomi alanı ile sınırlandırmak mümkün değil. Aynı şekilde, bu nüfuzun Hindistan ve Çin gibi iki önemli kültür havzasının etkisinde varlık sürmüş bölgenin, sömürgecilik dönemini paranteze alarak, uzun geçmişinde pek de görülmemiş önemli dönüşümlere ve değişimlere kapı aralayacağını da öngörebiliriz. Öncelikle bu unsurlardan ilkine göz atalım. Amerika'nın her nereye giderse oraya tüm değerleri ve projeleriyle eğildiği bilindiğinden, Myanmar özelinde de aynı yönelimin hakim olacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Bu çerçevede, bir yandan Myanmar demokrasisini yoluna koymada 'destek' olurken, bunun karşılığı olarak da ekonomik işbirliği, özellikle de yatırımlar noktasında Çin ve de şimdilik arka plânda yer alan Hindistan'a karşı güçlü bir açılım olacağına kuşku yok. Bu gücün bölgedeki önemli destekçilerinin varlığı da unutulmamalı.
Obama'dan günler önce, Amerika Savunma Bakanlığı'ndan üst düzey yetkililerin ziyaretinde Amerika'nın 2013 yılı başlarında Tayland'da gerçekleştireceği "U.S.-Thai Cobra Gold" adıyla bilinen Asya'nın en önemli askeri tatbikatına Myanmar'ın gözlemci olarak katılımının hazırlıkları yapıldı. Bu katılımın birkaç anlamı var. İlki, Myanmar'ın son iki yılı bulan reform sürecine ABD yönetiminin üst düzeyde 'onay' ve 'destek' verdiğidir. Bir diğeri ise ABD'nin Güneydoğu Asya'daki aktif müttefik ülkelerine Myanmar'ın da katılması anlamına geliyor. Bu bağlamda, Cakarta'dan, Singapur'a, Kuala Lumpur'dan bir yanda Bangkok'a öte yandan Manila'ya çizilen ittifak haritasının Naypyitav'a ulaşması, Malaka Boğazı'ndan Doğu'ya doğru Sunda Boğazı üzerinden Güney Çin Denizi'ne bağlayan küresel öneme sahip su yollarını, bu sefer Malaka Boğazı'nın Batı'sından Bengal Körfezi'ne taşıma ve böylece bölgeyi bir çembere oturtarak koruma ya da savunma bloku oluşturması elbetteki gündeme getirilebilir. Bu Güneydoğu Asya ittifak blokunun öncelikli hedefi Çin'in kaçınılmaz ekenomik ve de territoryal genişleme siyasetini hedeflediği aşikâr.
Myanmar ordusunun da, kuruluşundan bu yana sürekli dış yardıma muhtaç olduğu dikkate alındığında, ordu üst düzey yönetiminin bu yeni gelişmeler ışığında Amerika'dan gerek teknik, gerek malzeme ve donanım desteği almaktan oldukça memnuniyet duyacaktır. Bu destek, Çin'den veya Kuzey Kore'den gelen yardımlarla kıyaslandığında büyük bir farkı ortaya koyuyor. O da, Amerikan'ın askeri desteğini sunmada cömert davranırken, karşılığında ülke ekonomilerini doğrudan etkileyen ve küresel pazar oluşumlarına şu veya bu şekilde katkı sağlayan söz konusu ülke vatandaşlarına, halklarına yönelik baskı, insan hakları ihlâlleri vb. olguları masaya şart olarak koymasında yatıyor.
Peki Çin bu gelişmelerden nasıl etkilenir diye de sormak gerekir. ABD-Myanmar ilişkisininin Çin'i etkilemesi 20. yüzyıl boyunca Çin'in Myanmar üzerinde oynadığı rolde elbette ki bir değişim anlamı taşıyor. Bu rol, Çin'in bir dönem siyasi ideolojisini ihraç edeceği bir arka bahçe niteliğindeki Mekong Vadisi Havzası'ndaki varlığını da etkileyebilecek boyutta. Bu ideoloji ihracı yerel komünist partiler üzerinden yürütülürken, öte yandan askeri ve ekonomik yatırım ve belli ölçülerde yaptırımlarıyla bölge ülkelerini kendine bağımlı kılma amacını taşıyordu. Bu ilişki, Myanmar ordusunun ülkedeki etnik azınlıklarla sürgit devam eden savaşında üstünlük kurmasıyla yakından bağlantılıydı. Kurulan ilişkinin 'tek boyutluluğu' Myanmar ordusunun Çin'e mutlak bağımlılığı şeklinde bir algıya yol açması nedeniyle, Amerika'nın bölgeye nüfuz çabasının dengeleyici rolü üzerinde duranlar da olabilir. Myanmar yönetimi her halükârda dışa bağımlılığın getirdiği sancıyı yaşamaya devam ederken, en azından yeri geldikçe kartları karma işinde bir rolü olmasının avantajını elinde tutacaktır.
Aslında Güneydoğu Asya özelinde gündeme gelin itiş kakış yeni değil. Öncelikle bunu ortaya koymakta fayda var. II. Dünya Savaşı öncesinin İngiliz Sömürge Krallığı'nın hakimiyet ve sorumluluk alanındaki bölge, savaş sonrasının şartları gereği yerini ABD'ye terk etmişti. Bölge ülkeleri, bir yandan komünist blogun kendi sahalarına doğrudan nüfuzunu engelleme adına ABD ve Batı ile stratejik ortaklıklarını sürekli gözetirken, aslında bir yandan da Çin'in giderek güçlenen ekonomik yapısının kapsam alanı içinde olmaktan da olabildiğinde istifade etmeyi amaçlıyorlardı. Bölge ülkelerinin siyaset ehlinin kabiliyetine bağlı olarak ABD ve Çin çekişmesinden azami ölçüde istifade edebildiklerini düşünmek bile mümkün. Bu anlamda ortaya çıkan üçlü ilişkinin, ki bu ABD-Çin ve bölge ülkeleri bağlamı olarak düşünüyoruz- tek yönlü, hiyerarşik değil, zamanla gelişen koşulların bir zorlaması ya da doğurduğu imkânlar ölçüsünde çok yönlü ve kapsamlı boyuta evrildiği yönündedir.
Bunca lafın ardından, sıra şu soruyu sormaya geldi: Acaba Obama'nın, yıllarca ABD öncülüğünde insan hakları ihlâlleri nedeniyle siyasi, ekonomik yaptırımlara maruz kalmış Myanmar'da son aylarda giderek daha çok görsel platformlarda yer alan Rohingya Müslümanlarının ahvaline dair bir çıkışı olacak mı? Bugün evleri yakılan, işlerlerine, okullarına gidemeyen ve tüm bunlara neden olarak da ülke vatandaşı olarak tanınmayan, bundan daha da önemlisi ülkenin 130 civarındaki etnik unsuru arasında yer verilmeyen Rohingya Müslümanlarının son derece plânlı programlı bir şekilde yurtlarından sökülüp atılmalarına Obama yönetimi nasıl karşılık verecek? Aslında Rohingya Müslümanlarının mağduriyetine yirmi yılı aşkın süre önce ABD nasıl karşılık vermişti sorusuyla başlamak gerekir. 1989'dan itibaren dönemin Myanmar hükümeti iç-göç programıyla Arakan Eyaleti'nde Rohingya Müslümanlarının çoğunlukta olduğu kuzey bölgelere Burma Budistlerini yerleştirme projesini 'başarıyla' yerine getirirken, yeni yerleşimlerin Müslümanlara ait evleri ve topraklarını gasp ederken ve nihayetinde zulmün doruğa vardığı 1991 yılında Myanmar ordusu marifetiyle 145.000 Rohingyalı Müslüman Bengaldeş'e zorunlu göçe tabi tutulurken ve tıpkı bugün yapıldığı gibi Budist Myanmar yönetimi Rohingyalıların 'dışarlıklı göçmenler' olduklarını, bu nedenle mal-mülk sahibi olamayacakları gibi Myanmar'da yaşamaya da yasal olarak haklarının olmadığı (Charney 2009: 184-5) iddiaları karşısında, ABD öncülüğündeki Batılı kurum ve kuruluşlardan bir tepki gündeme gelmiyordu maalesef. Şayet böyle bir tepki uluslararası kurumlar ve tekil ülkeler aracılığıyla –ki burada adına İslam ülkeleri denilen bütünü es geçmememiz gerektiğini belirtelim- ortaya konmuş olsaydı, son yıllarda Rohingyalıların teknelerle okyanusta ölüm/kalım mücadelelerine ve de son aylarda ana vatanlarında maruz kaldıkları katliamlara tanıklık etmeyecektik belki de.

Minggu, 25 November 2012

Endonezya’da Yüzyıllık Hareket: Muhammediyye (1912-2012)


Mehmet Özay                                                                                                                  20 Kasım 2012
Muhammediyye modernist bir hareket olarak Malay dünyasının bugün Endonezya Takımadaları olarak bilinen coğrafyasında tam bir asır önce hayata geçirilmiş önemli bir projedir. Malay dünyasının ‘puritenleri’ unvanını taşıyan bu hareketin kurucusu ve hareketin geçirdiği evreler üzerine pek çok akademik çalışmanın yapılmış olması, örneğin Alfian, Noer, Barton, Peacock, Yegar, Federspiel vd., gerek Endonezda gerekse belki de daha çok Batılı ülkeler için hareketin doğurduğu önemi ortaya koyması açısından önemli. Günümüzde vahhabicilik kadar modernist, yer yer liberal İslamcı adlandırmalarına da konu olan bu hareket, doğduğu günden bu yana Endonezya Takımadaları’nın ilk modern hareketi olarak tarihe geçmiş ve bugüne kadar varlığını etkin bir şekilde sürdürmüştür. Sahip olduğu üye sayısı dikkate alındığında ülkedeki Alimler Birliği (Nahtad’ul Ulama)’dan sonraki ikinci büyük sivil hareketidir. Modernist düşüncenin Endonezya Takımadalar’ındaki, özellikle de Cava Adası’ndaki temsilcisi konumundaki Muhammediyye Hareketi, Barton’un (2002: 6) dile getirdiği üzere, sosyolojik kökenleri itibarıyla, mensuplarını küçük ve orta büyüklükteki kasaba ve şehirlerden gelen alt orta sınıfların yani, Müslüman tüccarların ve memurların oluşturduğu bir sosyal birlikti. Bugün bu sosyal yapılanmasının pek de değişmediğini ancak çeşitlenerek farklı bağlamlara büründüğünü söyleyebiliriz. Az değil, yaklaşık otuz milyonu aşkın üyeyi aynı kalıba koymak mümkün olmadığı gibi, sosyolojik olarak da tıpatıp eş birimler halinde algılamak yanlış olur.

Geniş kitleleri içinde barındıran bu Hareket’in pratikte neye karşılık geldiği de önemli elbette. Aşağıda detaylı bir şekilde değinmekle birlikte kısaca Hareket’in paradigm boyutunda iki temel açılıma sahip olduğunu söyleyebiliriz. İlki kurucu babası Ahmet Dahlan’ın yeşerttiği bir girişim olarak okullar, yetimhaneler ve hastaneler gibi sosyal kurumları bir kefede yer alırken, Dahlan’dan sonra ikinci kurucu baba olma ünvanını taşıyan Hacı Resul’ün daha kavramsal çerçevede yaklaşımının bir sonucu olarak dini-ideolojik yapılanmaya önem veren ve bu anlamda ‘puriten’ yönelimleri ağır basan bir oluşum olarak karşımıza çıkar. Peki bu hareketin siyasi arenadaki karşılığı neye tekabül eder? Üye veya sempatizan sayısına bakıldığında siyaseten çok güçlü bir yapı izlenimi verebilir. Ancak gerçekte, tıpkı diğer önde gelen İslami yapılanlar gibi Endonezya Cumhuriyeti siyasetinde başlangıcından bugüne kadar ‘güç’ anlamında varlık gösterip gösteremediği şüphelidir.

Hareket’in Endonezya için ne anlam ifade ettiği üzerinde duralım kısaca. Öncelikle, Ortadoğu İslamı’ndan etkilenimleri dikkate alındığında Hareket tarihsel bir devamlılığa işaret eder. Tarihin erken dönemlerinden itibaren İslamiyeti Takımadalar’a taşıyan unsurlar ve akabinde yerli halklar arasından neşet eden alim, mutasavvıf vb ilim ve ahlâk erlerinin varlığı bölgeye Hint-Çin medeniyetlerinden sonraki en önemli izleri bırakmıştır. Özellikle bu ikinci süreç, yani yerli unsurların İslamlaşma süreçlerindeki katkıları halkların dili, kültürüne yakınlıkları nedeniyle çok daha dikkat çekicidir. Bu süreçler sömürgeciliğin bölgede varlık göstermeye başladığı 16. yüzyıl başlarından itibaren çeşitli etkileşimlerle varlığını sürdürmüştür. 19. yüzyıl ikinci yarısına gelindiğinde klasik sömürgecilikten radikal emperyalizme evrilme, özellikle Takımadalar’da Hollanda yönetiminin ‘Etik Politika’ adıyla görünürde ‘güleryüzlü’ ancak derinlerde sömürge topraklarını dönemin kapitalist ilişkiler ağına göre yerli toplumlarını ve kaynaklarını kökten dönüştürücü politakasını hayata geçirdiği bir dönemdir. Öyle ki, bu süreç, sömürge yönetiminin Takımadalar’daki Müslümanların ‘Hac farizalarını’ yerine getirmelerine kadar varan engellemelerle Müslüman kitlelerin ‘buğz’una hedef olmuştur. Müslüman toplumlar bir yandan Batılı sömürgeci ilişkilerin özellikle eğitim, yasa ve idari mekanizmalar vasıtasıyla sekülerleşme süreçlerine hız katarken, buna Müslümanların kendi iç dinamiklerini hareket geçirmelerine mani olacak yaptırımlarla bir başka darbeyi vuruyordu. İşte bu yoğun siyasi ve ideolojik baskı altında tıpkı benzerleri gibi Ahmed Dahlan da ilmi çalışmalarda bulunmak maksadıyla Kutsal Topraklar’a hicret etti. Cava’ya dönüşünde 1912 yılında temellerini atmasıyla bugüne kadar devam edecek bir Hareket’in tetikleyicisi oldu.

Yaşadığı dönemin koşulları, özellikle de siyaseten dinamik iç ve dış unsurları dikkate alındığında, Muhammediyye Hareketi ‘bir siyasi hareket midir?’ diye sormak gerekir. Amacın, var olan kaynaklar üzerinde azami kontrolle  Müslümanların toplumsal varlıklarını devam ettirme olduğu ve sömürge yönetiminin sadece siyasi değil, giderek askeri varlığıyla da Müslüman kitleler üzerindeki baskısını artırdığı dönemde Muhammediyye Hareketi’nin, sömürge yönetimine tabiri caizse kafa tutacak siyasi bir model olarak ortaya çıktığını söylemek güç. Hemen burada bir parantez açarak, Hareket’in böylesi makro siyasi amaçla toplumsal platformda yer almadığının bir diğer göstergesini, kuruluşundan birkaç yıl sonra karşısına alternatif bir hareket olarak Alimler Birliği Hareketi’nin (1926) çıkmasında buluruz. Bununla ne demek istiyoruz açıklayalım. Muhammediyye Hareketi’nin sömürge yönetimine karşı bir ‘siyasi’ karşı duruş olmak yerine, Ortadoğu’da yeşermekte olan Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani ekolünün izleğinde modernist İslami hareketin, özellikle de Müslüman toplumlarda eğitim kavramından, içeriğinden etkilenimleri söz konusudur. Bir başka deyişle, modernist oluşumun öncülerinin ‘eğitim’ faaliyetleri bağlamındaki görüş ve kanaatleri Ahmet Dahlan’ın Endonezya’da Hollanda sömürge varlığı karşısında ‘at oynatacabileceği’ bir alan olarak, bir anlamda ithâl bir akıma yol açmıştır.

İşte tam da bu noktada, bölgedeki İslami anlayışların birbiriyle ilişkisi -belki de çatışması demek daha doğru- ortaya çıkar. Muhammediyye Hareketi’nin temel hedeflerinden biri, kahir ekseriyeti ‘Müslüman’ olan Cava toplumunda varlık süren İslam dini düşünce ve pratiğinin, İslam öncesi animist ve Hindu/Budist Cava kültürü ile etkileşimine son vermek  ve ‘hurafe’ olarak adlandırılan unsurların İslam dini düşünce ve pratiğinden arındırılmasıdır. Takımadalar’da, özellikle de Cava Adası’nda köklü bir geçmişe sahip geleneksel İslami eğitim kurumlarının liderlerinin birliğine atfen zikredilen Nahdat’ul Ulama’nın birkaç yıl sonra Muhammediyye’nin, yukarıda dile getirilmeye çalışıldığı üzere, dini alana dair görüşlerinin kabul edilemezliğinden hareketle bu toprakların asli unsuru olmaklığın verdiği güvenle, gene ‘modern’ bir eylem biçimine evrildiği dikkat çeker. Burada elbette, Muhameddiyye ile Alimler Birliği arasında başgösteren özellikle İslamlaşma bağlamındaki çatışma, çekişme, rekabet süreçlerini hatırlatmakta fayda var. Yukarıda Muhammediyye ‘siyasi bir hareket midir?’ darken kastedilen aslında budur.

Hareket’in temel hedeflerinden biri, Cava kültürüne hakim animist veya Hindu/Budist geçmişten gelen unsurların ayıklanması olsa da, kültürel değerler olarak yaslandığı yegâne unsur Cava kültürü olmakla bir anlamda ikircikli bir ilişki sergilemiştir. Örneğin Ahmet Dahlan’ın bir insan teki olarak veya kitlevî oluşumun yeşerdiği maddi ve manevi ortam olarak dayandığı kültürel değerler de aynı Cava özelinde değerlendirilmektedir. Bu husus bizzat Ahmet Dahlan’ın Cava’da, bugüne kadar varlığını sürdüren, Cogcakarta Sultanlık çevresiyle ilişkilerinde dikkat çekmektedir. Cava köklerine bağlılık kadar, harekete yön veren Batı Sumatra’daki ‘Padang (Minangkabau) faktörü’ unutulmamalıdır. 1920’lerin sonlarına doğru dönemin şartları çerçevesinde Cava dışına açılma ihtiyacı ve belki de zorunluluğu çerçevesinde yerelden ulusala geçişin izleri görülür. Bu sürece damgasını vuran ise Haji Resul adında Padang’lı bir alimdir… Burada Hareket’i tüm boyutlarıyla tartışmak mümkün olmamakla birlikte, Dahlan ile Resul arasında Hareket’in paradigmatik yönelimini etkileyecek önemli farklılıklar olduğunu söylemek yetinelim.

Hareket’in özellikle eğitim faaliyetleri ile anılmasının nedeni de gayet açık. Çünkü Hollanda yönetimi, eğitimi seçkinlere has kılmasıyla geniş toplum kesimlerini bu anlamda ‘cehalete’ terk etmesi karşısında bir tepkidir Ahmet Dahlan’ın hareketi… Bu çerçevede, Sömürge yönetiminin eğitim olanaklarından istifade edemeyen kitlelerin çocuklarına eğitim vermeyi amaç edinmiştir. İkinci hareket alanı olarak sağlık vb. sektörleri seçmesi bir anlamda ülkede sivil toplumcu hareketin ilk nüveleri olarak değerlendirilmeye adaydır. Ancak burada bölge halkının ‘pysche’sını de dikkate alarak, Hareket’in ‘sosyal hizmet’ olgusu üzerinden varlık göstermeyi yeğlediği aşikâr. Bu ‘sosyal hizmet’ olgusunun nasıl olup da Alimler Birliği gibi bir alternatifi doğurduğu da üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir olgu. Kısaca, bu bir anlamda kutuplaşmanın temellerinin her ne kadar hareketin köklerinin ‘sosyal hizmet’ ağları ile kurulduğu görülse de, Takımadalar’daki geleneksel İslami anlayış üzerinde dönüştürücü bir etkiye taraf olduğu da okunabilmelidir.

Yukarıdaki görüşleri ileri sürerken, Muhammediyye Hareketi’nin Hollanda karşıtı bir nitelik taşımadığını söylemek istemiyoruz. Aksine, böylesi bir karşıtlığı içkin olması dolayısıyla ‘milliyetçi hareket’ sınıflaması içinde bile değerlendirilebilecek unsurlar taşır. İş ‘milliyetçilik’le hesaplaşmaya geldiğinde, modern dönemde Cava seküler milliyetçiliği kadar, Cava menşeili Muhammediyye Hareketi’nin İslami yaklaşımının köklü Cava kültürüyle etkileşimi de hararetli tartışmalara kapı aralayacak özelliklere sahiptir. Bu çerçevede, Hareket’in, Clifford Geertz’in “senkretik” olarak adlandırdığı Cava dini yaşam tarzına ne kadar müdahale ettiği veya onu dönüştürmeye çalıştığı ile bu yaşam tarzı ve bu tarzın toplumsal platformdaki temsilcileri, örneğin Cogcakarta Sultanı, ile ne türlü ilişkiler geliştirildiği de önemli konulardandır.

Bu anlamda, 1945 sonrası bağımsız Endonezya Cumhuriyeti’nin yer yer ‘sol tandaslı’ seküler, ağırlıklı olarak da rotasını Amerika’ya ayarlamış ‘sağcı’ seküler yönetimin ülkenin ‘birliğini’sağlama yaklaşımında sergilediği her türlü düşünce ve eylem ikliminde karşılaştığı zorluğu ve çatışmayı benzer şekilde Muhammediyye Hareketi’nin de taşıdığını söyleyebiliriz. Bu Muhammediyye Hareketi ile merkez siyasi yapılanmanın aynı kefeye konmasından ziyade, özellikle Hareket’in kültürel benzerlikler, yakınlıklar hususunda ‘Cavalı kimliği’ ister istemez ön plâna çıkarmasında yatar. Bu etkileşim, Cava dilinde, ‘her kılıç kendi kınına uyar’ şeklinde ifade edilebilecek ‘curiga manjing warangka’ deyimiyle ortaya konmuştur. Buradaki kılıç (curiga) Muhammediyye Hareketi’ne, kın (warangka)’da köklü Cava kültürüne gönderme yapar (Burhani 2006: 3).

Bu çerçevede bir hatırlatma yapmanın yeridir. Türkiye’den veya Ortadoğu’dan bakıldığında Endonezya Takımadaları’ndaki çeşitliliği görebilmek oldukça zor. Bu zorluğunu gerek bu bölgeye şu veya bu şekilde yolu düşenler ile, masabaşı akademisyenlerinin tutumunda görmek ve tanık olmak mümkün. “Onlar da Müslüman” diyerek Cava kültür havzasının üretmiş olduğu İslami anlayışın, Takımadalar’daki irili ufaklı onlarca kültür topluluklarınca kabul edilmesinin istenmesi veya buna zorlayacak girişimlerin ortaya konması bölgedeki etnik ve kültürel çeşitliliği anlamama ile açıklanabilir ancak. Sözü geçen ‘büyük kültür topluluklarının’ Cava eksenli yapılanmalarla kıyaslandığında tarihte oynadıkları dikkat çekici rollerin de unutulmaması gerektiğini ve bu noktada, J. Furnivall’ın Güneydoğu Asya toplumlarına hasrettiği ‘çoğulcu toplum’ yaklaşımını hatırlatmakta fayda var. 

Türkiye’de ne kadar bilindiği şüpheli olan bu hareket, sahip olduğu sempatizan sayısı, maddi varlıkları ile göz kamaştırabilir kimileri nezdinde... Ancak bu ‘sayısal’ çoğunluk dikkate alındığında dünyanın ikinci büyük ‘oluşumu’ unvanını taşımakla birlikte, Endonezya’nın on yıllarca sürgit devam eden en temel sorunları karşısında ne gibi açılımlar sergilediği konusunda eleştirel çalışmalara ihtiyaç var. Yıllarca diktatörlükle yönetilen, bugüne kadar bu rejimin etkisinin şu veya bu şekilde sürdüğü ve ülkenin özellikle de her köşesine ağını ören yolsuzluklar zinciri karşısında ne tür politikalar geliştirdiği, bunları ülke yönetimine ‘sahibi’ veya ‘destekçisi’ olduğu siyasi partilerle ne kadar gündeme getirdiği, pratikte ne gibi çözüm önerilerini başarıyla gerçekleştirdiği vb. sorular elbette önemli. Yoksa sahip olduğu ‘sosyal yardım faaliyetleri’ birilerinin çarkını döndürmede ister istemez aracı olma gibi bir tehlikeyi de içinde barındırıyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=235617