Jumat, 03 Oktober 2014

Malezya’nın Toplumsal Yarası ve Sultan’ın Çıkışı / A Social Injure of Malaysia and The Criticism of A Sultan

Mehmet Özay                                                                                                                     3 Ekim 2014

Malezya’da ana akım siyasi yapıyı temsil eden ‘Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’na (UMNO) muhalefet yapmak cesaret işi ve aynı zamanda büyük bir ciddiyet gerektiriyor. Bu eleştiriyi yapan güçlerin bugün değilse bile, yakın bir gelecekte UMNO kulvarından yapılacak ciddi tepkilere hazır olması ve bunu göğüsleyebilmesi de gerekir. UMNO, bir siyasi yapı olarak, kendisini ülkenin kurucu gücü olarak görüp -ki bu husus, tamamlanması gereken unsurlarla birlikte, siyasi tarih açısından doğru gözüküyor- bu kurucu gücü ilelebed kullanma arzusu kimden gelirse gelsin neredeyse yapılan tüm eleştirileri olumsuzlayan bir yaklaşım sergilemelerine neden oluyor. Malezya’daki tabiriyle ortada ‘siyasi kibir’den söz etmek mümkün.

Geçenlerde ülkenin tarihsel olarak ‘önemli’ sultanlıklarından biri olan Perak Sultanlığı’nın başındaki kişiden böylesi bir eleştiri yükseldi. Sultan olma gibi ‘manevi’ boyutu ağır bastığı düşünülen, bununla birlikte ülke siyasi yaşamına müdahaleleri söz konusu olmayan bir yapıya mensup olan Perak Sultanı Nazrin Şah, diğer sultanlardan bu noktada ayrılıyor. Babası gibi meslekten hukukçu olan Nazrin Şah, birkaç ay önce babasının vefatıyla ‘tahtta’ çıktı. ‘Prens’ olduğu dönemde de sivil toplum yaşamında aktif olarak yer alıyor ve alanıyla ilgili çalışmalara imza atıyordu. Geçen süre zarfında ‘Acaba Nazrin Şah gene bu özelliğini sürdürecek mi?’ diye kendime sorup duruyordum. Bu sorunun cevabı gelmekte gecikmedi. Ancak Nazrin Şah’ın bu seferki çıkışı, ana akım medyanın ilk sayfasında yer almasa da, hükümet politikalarını doğrudan hedef almasıyla dikkat çekmesiyle oldukça şaşırtıcıydı. Bu çerçevede, henüz somut olarak bir tepki gelmemekle birlikte, hükümet çevrelerince pek de hoş karşılanmadığını açıkça söylemek mümkün.

Nazrin Şah, ‘Malezya Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu’nun 47. Kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada, ülkedeki zengin ve fakir kesimler arasında giderek artan uçuruma odaklandı. Bu iki sosyo-ekonomik kesim arasındaki ayrımın giderek artmakta olduğuna dikkat çekerken, ifadeleri arasında ‘Hükümet bu gerçeği inkâr etmemeli’ cümlesi bir tür tehdit içeriği ile ‘muhatabına’ gönderiliyordu. Üstüne üstlük, ‘ülke ayağa kalkmalı ve ne olup bittiğini anlamalı’ cümlesi ise, Malezya şartlarında hiç de alışıldık olmayan, siyasi muhalefetten dahi bu açıklık ve netlikte gelmediği dikkate alındığında son derece anlamlı bir mesajdı.

Gerçeği söylemek gerekirse, Başbakan Necib Bin Razak’ın -ki aynı zamanda Maliye Bakanı-, gelişmiş ülke seviyesine ulaşma noktasında sergilediği azimle birlikte, kapitalist ekonomik yapılaşmanın ve bunun sosyo-ekonomik sorunlarından bi-haber olduğunu söylemek mümkün değil. Öyle ki, Başbakan kısa bir süre önce sadece Malezya’da değil, bölgede yani ASEAN bağlamında hedefin zengin/yoksul ayrımında açılan aranın nasıl kapatılacağı konusunda kafa yorulması konusundaki demecini hatırlamak mümkün. Tabii ülke eko-politikaları denilince sadece Başbakanı tek başına düşünmemek lazım. Arkasında koskoca bir ‘UMNO’ yapısı ve bunun içindeki değişik güç odaklarını ve ülke için biçilen ‘büyük projeleri’ hesaba katmalı.

Sultan Nazrin’in açıklamalarına dönelim...

Konuşma yaptığı kurumun ‘Yolsuzlukla Mücadele’ olduğuna göre Nazrin Şah, bu konuda fakir/yoksul dikotomisinden öte, bu toplumsal gerçeğin bir sonraki safhası olarak değerlendirilebilecek bir başka toplumsal soruna dönüştüğünü ileri sürüyordu. O da, yoksullukla malul kesimlerin -en azından bu kesim içerisinde belli bir kitlenin- yolsuzluğa karıştıkları gerçeğiydi. Nazrin Şah’ın bu konuşması, birkaç haftadır ülke gündeminde önemli sıralarda yer alan çeşitli Gümrükler’deki üst düzey yöneticiler dahil önemli bir kadronun yolsuzluk haberlerinin hemen ardından geldi. Öyle ki, Nazrin Şah’ın sultanı olduğu Perak Eyaleti’ni Gümrük İşleri Müdürü’nün yolsuzlukta başı çekenlerden olmasının da Nazrin Şah’ın eleştirilerinin dozunda bir rolü olsa gerek. Tabii, Sultanı olduğu eyalette memurların görevlerini belirleyen, maaşlarını veren Sultan değil. Dolayısıyla Nazrin Şah’ın hedefinde bu işlerden sorumlu Federal Hükümet bulunuyor.

Yolsuzluk nedeniyle Gümrükçüleri hedef alan baskınların yanı sıra, 2009 yılından bu yana, ekonomiyi dönüştürme programları ile ülke vatandaşlarına umut dağıtan başta Başbakan Necib Bin Razak olmak üzere Hükümet’in de olduğuna kuşku yok. Nazrin Şah, Hükümet yetkililerince ortalama bir aile gelirinin 5900 Ringgit’i, yani yaklaşık 2000 Doları geçtiği yönündeki açıklamasını örnek gösteriyordu. Sultan, hükümetin ‘pembe tablolar çizen’ açıklamasını, gene ‘Yeni Ekonomik Model’ adı verilen yapıyla ilgili son verileri ele alan rapora dayandırarak olumsuzluyordu. Böylece son derece rasyonel bir çıkışa imza attığını sembolik olarak da ortaya koyuyordu. ‘Yeni Ekonomik Model’le ilgili raporda, ülkedeki toplam hane sayısının %80’inin aylık gelirinin 5000 Ringgit, yani 1600 Dolara tekabül ediyor. Ve bu oranın %40’ının geliri ise 2000 Ringgit, yani 600 Dolar civarında.
Bu ücret dağılımını dikkate alan Sultan, halkın önemli bir bölümünün ikinci bir iş peşinde koştuğuna ve bunun üretimde verimliliği düşürdüğüne vurgu yaptı. Bu kitlenin oranının ne olduğuna dair bir fikir ortada olmamakla birlikte yolsuzluğa bulaşanların da olduğu bir vakıa. Sultan’ın vurgu yaptığı ise, kamu ve özel sektörde üst düzey yetkililerin de ulaşmayı hedefledikleri yaşam tarzını yakalama arzusuyla yolsuzluklara bulaştıklarına dairdi. Bu söylemin hedefinde, memurların maaşlarını düzenleyen Federal Hükümet bulunduğunu söylemeye gerek yok.

Aslında bunun ardında, Malezya’da ‘seremonilerin’ yoğun olduğu bir toplumda bu türden faaliyetlere giden harcamaların sadece devlet, saray, soylular ve zenginlerle sınırlı olmadığı dikkate alındığında, halk arasında en azından sosyo-ekonomik yapı itibarıyla içinde yer almadığı ve almasının mümkün olamayacağı bir hayat standardı özlemine konuşlananların sayısı yolsuzluk olgusunun ciddi bir yer aldığını ortaya koyuyor.

Bu mevcut durumun 2020 kalkınmış ülke hedefine ulaşmayı zorlayacağını üstü kapalı olarak ifade eden Sultan, aynı zamanda, öyle ki, ‘Sultan’ olmanın da verdiği bir cesaretle “İslam’ın aşırılıklardan kaçınılması” konusundaki öğüdüne atıfta bulunuyor. Dr. Mahathir Muhammed’in başbakanlığı dönemine denk gelen ‘Neo-Liberal’ politika uygulama furyasının Malezya’da yankı bulmasından bu yana gelişme gösteren ekonomik ilişkilerin Malezya toplumunu getirdiği bir nokta bu aslında. Bununla birlikte, seküler dünyanın ekonomik dehşet içeren sistemi kapitalizme eklemlenmiş bir toplumunda ortaya çıkan pek çok sorun arasında sadece biri olan ‘varsıl/yoksul’ ayrımını ‘İslami prensiplerle’ çözme açılımı da aslında birbiriyle uyuşmayan iki dokuyu eklemleme çabası değil mi acaba?  


Bir de, ‘Ortada sosyal bir hastalık var. Toplum doktorları ve cerrahları bu hastalığın üstesinden gelmeli’ diyen Sultan herhalde kapitalizmin hakim olduğu Batı toplumlarında da benzer sorunların olduğunu ve bunların pek de öyle Batılı ‘toplum doktorlarınca’ çözülmüşlüğüne dair elde bir veri de olmadığını bilmiyor değildir. O zaman Malezya toplumundaki bahsi geçen sorun nasıl çözülecek?

Rabu, 01 Oktober 2014

Endonezya’da 1965 Darbesinin Yıldönümü / The Anniversary of the 1965 Coup in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                    1 Ekim 2014

30 Eylül gecesini 1 Ekim’e bağlayan gece yarısı Endonezya’da yaşananlar -diğer benzeri ülkelerde olduğu gibi- sadece bir iç hesaplaşma değil, dönemin yani Soğuk Savaş yıllarındaki uluslararası ilişkileriyle doğrudan ilintili bir bağlamı vardır. Ülkeyi ‘toplumsal karatma’ atmosferine sürükleyen 30 Eylül gecesi gerçekleşen askeri darbe, bir dönemin kapanması ve yeni bir dönemin açılması ile sınırlı da değil elbette. Bu darbe ve sonrasında, Endonezya’nın hangi siyasi ve toplumsal yapılanmaya ‘itildiği’ ve uluslararası çevrelerce nerede konuşlandırıldığı kadar, Çin’den sonra ikinci büyük Komünist Partisi’nin varlığı ile bu süreçte hangi Müslüman çevrelerin ne şekilde rol aldıkları üzerinde düşünülmeyi hak etmektedir.

Bugüne kadar darbenin nedeni olarak öne sürülen altı üst düzey ordu mensubunun katledilmesi muamması bugüne kadar çözülememişken; hayatlarına kastedilen yüzbinlerce insanın ve yakınlarının -ki öldürülenlerin sayısını kimi araştırmacıların çalışmalarında 1.5 milyona kadar çıkmaktadır; öldürülenlerin yakınları da hesaba katıldığında bu gelişmeden etkilenen kitlenin önemli bir sayıya ulaştığı görülür- adalet önünde hak arayışlarına yer verilmemişken; bu darbe sonrasında Suharto rejiminin icraatlarına yönelik çabalar ortaya konmamışken; yüzbinlerin kıyımında aktif veya pasif rol Müslüman kitlelerin -ki bunları temsil eden cemaat yapısı bugün de önemli bir sosyo-dini organizasyon olarak varlığını sürdürmektedir- kendi iç hesaplaşmalarını yapmamışken Endonezya’nın bugünkü siyasi konumu anlamlandırılması güçtür.

Bu darbenin ardından gerçekleştirilen ve toplumun bir bölümüne yönelik ‘rejim hıncına’ bir kısım halk katmanlarının da katılımıyla ülkenin modern tarihinde önemli bir kıyım yaşandı. Generallerin öldürülmesinden sorumlu tutulan komünist parti değil di sadece bu süreçten payını alan. Partinin kapatılması, üst düzey yöneticilerinin tutuklanması ile de süreç bitmedi. Bu parti yöneticileri şayet soruşturmalara dayalı olarak suikastlerden sorumlu tutulmaları, adalet önüne çıkartılmaları ve haklarında ‘adil’ bir karar verilmiş olsaydı, sadece bu kişilerin ‘bireysel hak ve onurlarına’ değil, toplumsal barışa da çok büyük katkı yapılırdı. Bu anlamda, o dönem ve sonrasında Güneydoğu Asya’yı kasıp kavuran zulümler zincirinde Endonezya yer almaz, aksine diğer ülkeler ‘adaletin’ tesisinin nasıl olacağını ortaya koyarak örnek bile gösterilebilirdi.

Ancak böyle olmadı...

Ordu tarafından oluşturulan korku ve sindirme psikolojisi ile ‘toplumsal nefret’in birleşmesi yüzbinlerce insanın hayatına mal oldu. Bu tip ülkelerde sadece resmi güvenlik güçleri vazife almaz. Ordu ve polis gücünün yanı sıra, adına ‘milis’ denilen devletin ihtiyaç duyduğunda ‘arazide’ her türlü ‘kapasitesiyle’ harekete geçirebileceği, sayısı kesinlikle resmi olarak bilinmeyen bir güç 30 Eylül gecesini takip eden süreçte önemli bir işlev gördü. Tabii rejimi yönlendirme kabiliyetindeki kişi ve kurumların suçu üzerine yıktığı kesim ile, bu kesimin şikayet edildiği toplumsal gruplar arasındaki ideolojik ve toplumsal fark, milisler ve resmi makamların göz ardı etmediği bir gerçekti. Suçlanan kesim, yani komünist partisi ve partiyle şu veya bu şekilde ilintisi olmuş veya olduğu var sayılan kitlelerdi. Bu grubun geniş toplum kesimlerinde şikayet edildiği yapılar ise geniş Müslüman kesimdi. Bu bağlamda, seküler bir devlet yapısı olmasına rağmen, devletin kilit noktalarındaki karar mercileri geniş Müslüman kesimleri nasıl harekete geçirebildiğini yüreklilikle sormak gerekir. Adalet olgusundan yoksun bir seküler devlet mekanizmasının ve bunun uluslararası bağlamlarının oluşturduğu propaganda Müslüman kitlelerin nereye süreklendiğini ortaya koymaktadır.

Endonezya Cumhuriyeti, 1945 yılındaki kuruluş temelleri, şartları ve bütün tartışmaları ile dikkate alındığında modern bir ulus devlet olma yolunda Cava Adası elitinin seküler ideolojisinin, yani Cava Milliyetçiliğinin bir ürünü olarak doğmuştur. Geniş bir coğrafyayı kaplayan ülkede, Cava milliyetçiliğinin İslamla ilintisi de sorgulanmayı hak edecek denli önemlidir. Ancak benzer ülkelerde gözlemlendiği gibi, seküler milliyetçilik olgusu ile din -bu bağlamda Müslümanlık- sömürgecilik döneminin sona erdirilmesi süreçlerinde içiçe geçmiş dinamik yapılardır. Sömürgeciler şu veya bu şekilde anavatandan ‘fiziki’ olarak çıkartıldıklarında yeni bir karar mekanizması ortaya konmuştur ki, bunda Endonezya Müslüman liderlerinin, entellektüellerinin, siyasetçilerinin katkısı göz ardı edilemez. Bu sürece rağmen, sadece geniş Müslüman kitlelerine değil, bu ülkenin tüm etnik ve dini farklılıklarına adaletle hizmet verecek bir yapı oluşmamış, oluşturulmamıştır.

Bunun neden oluşturulamadığını, kuruluşundan 1965 yılına kadar ülkeyi yirmi yıl boyunca yöneten Sukarno’nun izlediği birbirinden farklı siyasi yaklaşımlarda bulmak mümkün. Tabii bu husus burada yer verilemeyecek kadar detaylıdır. Bu çerçevede, kısaca değinilmesi ve sorulması gereken husus, Sukarno ülkenin yapılaşmasında İslamla bağlantılı unsurlara ne kadar yer verip vermediğiyle alâkalıdır. Yirmi yıllık süreçte sadece Açe’de değil, Batı Cava ve Sulawesi’de aktif olarak İslam Devleti kurma çabalarına Sukarno’nun başında bulunduğu merkezi hükümetin tepkisi ortadadır. Bir diğer husus, gene bu dönemde mevcut siyasi yapı içerisinde hareket kabiliyeti geliştirmeyi öncellemiş ve bunu Masyumi adıyla siyasi partiyle pratiğe geçirmiş yapının da akibetinin de dikkatlice incelenmesi gerekir. Şu kadarını söylemekle iktifa edeyim ki, dönemin umut vaad eden bu siyasi harekitinde sonun başlangıcına imza atan çevreler, 30 Eylül sonrasında komünist cadı avında aktif rol alanlarla aynı çevreler olması tarihi bir tesadüf olamaz. 

1965 yılı 30 Eylül’ünü takip eden günler, haftalar ve aylarda, ordunun psikolojik harekat biriminin, basının vb. kurumların ortaklığıyla geniş Müslüman kitleler ‘komünist tehlikesi ve tehdidine’ karşı harekete geçirilmişlerdir. Sadece milisler değil, sıradan Müslüman bireyler, gruplar yanı başlarındaki komşularının belki de akrabalarının ‘komünistlikle’ ilişkilendirilmesi ‘şaiyasına’ dayanarak şiddette aracı kılınmışlardır. Bu süreç, Sukarno’nun adına din dediği, ancak hangi din olduğu pek de bariz olmayan ‘kutsal yapı’sı, Cava milliyetçiliği ve komünizmle flörtüne dayalı siyaset anlayışında son anlamı taşıyordu. Bu sürece noktayı koymaya ‘itilen’ dönemin askeri istihbaratın başı Suharto ise, komünist partiye atfedilen general kıyımının ardından harekete geçirdiği kitlelerin başında ‘Müslümanların’ olması dikkat çeker.

Suharto döneminde sivil yönetim ve sivil yaşam adına neler ortaya konmuştur? Kısaca değinelim...

Darbe lideri Suharto kısa bir süre sonra sivil idarenin başına geçtiğinde icraatı, içinden doğup çıktığı orduyu siyasetin tüm organlarında başat yere taşımak oldu. Suharto’nun ‘Yeni Düzen’ adını verdiği sistem içerisinde kısa sürede, üniformalarını çıkaran ve yerine takım elbiselerini giyen ordu mensuplarının toplumsal yapıda militarizasyonu başlatıldı.Ordu kurumuna biçilen ulusun güvenliği rolüne dayanarak, ülkede yapılan ‘demokratik’ seçimler sonunda oluşan meclise ordudan belli sayıda asker ‘doğrudan’ atanmaya başlandı. Bu dönemde, çok sayıda ordu mensubu bürokrat olarak değişik kurumlara atanmaya başlanmıştır. Ordu bu uygulamayı destekleyecek argümanlar bulmakta zorlanmamaktadır. Bu gerekçelerden önde geleni “halk bize güveniyor” mottosudur. Doğal olarak bu durum, bütün bir hükümetler döneminde devam edip gidecek olan asker kadrosunun varlığını geleneksel hale getirmiş ve sivil bürokrasinin oluşumunun önündeki en önemli engellerden biri haline gelmiştir. Öyle ki, 1970’lerin sonlarında merkezi hükümetin yarısı ve eyalet valiliklerinin de üçte ikisinden fazlasını ordu tarafından atanan askerler oluşturuyordu. Yerel düzeydeki yöneticilerin %56’sı da askerdi. Bürokrasinin %78’i generallerden; bakanlıklardaki üst düzey bürokratların %84’ünü askerler oluşturuyordu. Askerlerin bürokraside üstünlükleri sadece ülke içerisinde değil, aynı zamanda büyükelçiliklerde de dikkat çekici boyuttaydı. 1977 yılındaki rakamlara bakıldığında büyükelçiliklerin hemen hemen yarısının askerlerden oluştuğu görülür.

Güler yüzlü general Suharto’nun siyasi egemenliği 1998 yılı Mayıs ayında sona erse de, bugün ortaya koyduğu anlayış yeni bir vecheye bürünmüş olarak varlığını sürdürmektedir. Bugün, başkanlık seçimlerinde kaybeden üvey oğlu general Prabowo Subianto kaybetmenin verdiği hırsla babasının dönemine özgü uygulamaları gündeme getirmeye soyunmaktadır. Gene çok ilginçtir ki, Prabowo’ya bu süreçte destek olan sözde İslamcı çevreler 1965 sonrasındakilerle benzerlik arz etmektedir. 



Senin, 29 September 2014

Hong Kong’da Neler Oluyor? / What’s Happening in Hong Kong?

Mehmet Özay                                                                                                              29 Eylül 2014

Yedi milyonluk Ada şehrinde halkın demokrasi talebine merkezi hükümet ve atadığı validen polis müdahalesi. 

Bir süredir Hong Kong’da yaşayan ‘sivil itaatsizlik’ yönelimli gösterilere polisin sert müdahalesi sadece Ada’da değil, bölgede şok etkisi yarattı. 1997 yılından bu yana gerçekleşen en şiddetli gösteriler olarak tanımlanan gelişmeler geçen hafta sonuna doğru üniversite öğrencileri dersleri boykot edip sokaklara dökülmesiyle büyüdü. Öğrencilerin dağılması beklenirken, hafta sonu ise öğrencilere daha öncede meydanları dolduran ‘Merkezi İşgal’ grubunun katılımıyla gerilim bir kat daha arttı. Hükümet binaları çevresini kuşatan sayısı elli bini bulan göstericiler polisin ‘dağılın’ uyarısı yerine, taleplerini daha güçlü ve kararlı bir şekilde dile getirmeyi yeğledi.

Ada’nın geleceğinde söz sahibi olma noktasında halk ile yönetim arasındaki anlaşmazlıkda güvenlik güçlerinin varlığının açıkça ortaya çıkması ve kullanılan göz yaşartıcı bombalarla bir başka safhaya evrilmiş oldu. Dünyanın en gelişmiş ekonomik faaliyetlerine konu olan Hong Kong da  böylece polis gücüyle tanışmış oldu. Vali Leung Chun-ying televizyondan yaptığı konuşmada gösterileri yasadışı olduğunu söyleyerek bir anlamda göz dağı vermeye devam etti. Benzer bir açıklama Hong Kong ve Macau Özel Yönetimi Başkanlığı’ndan geldi ve gösterilerin yasa dışı oluşuna dikkat çekilerek, ‘düzenin korunması’ çabalarına destek verildiği açıklandı.

Gösterilerin nedeni, halkın kendi valisini kendisinin seçmesi yani serbest seçim talebinden kaynaklanıyor. Çin merkezi yönetimi ise bu talebi dikkate almayarak, Ada’yı yönetecek kişinin kendi isteği doğrultusunda olmasındaki ısrarcı. 1200 kişiden oluşan ve Çin-yanlısı olduğu iddia edilen komite aday tespiti yapıyor. İşte bu, halkın önemli bir kısmının kabul etmediği ve demokratik bulmadığı bir girişim olarak adlandırılıyor. Bu bağlamda, Ada halkı, en azından bir bölümü ise 2017 yılında yapılacak atamayı reddederek, halkın kendi valisini seçmesi talebiyle gösteriler yapıyor.

Ada’da gerginliğin artmasında iki temel neden bulunuyor. İlki Temmuz ayında Devlet Başkanı Xi Jinping’in ‘Beyaz Rapor’ adı verilen çalışmada, 50 yıl süreyle Hong Kong’a ‘bağışlanan’ otonom hakkın geri çekildiğinin vurgulanmasıydı. Ardından, tıpkı Tayland’da gördüğümüz üzere, kısa bir süre önce muhalefete karşılık rejim yanlılarının meydanları doldurması oldu. Bu süreçte, Beijing yönetiminin kararına muhalefet edenlerin etkinliğinin giderek azaldığı yönündeki haberler, Ada’nın geleceğiyle ilgili karamsar görüşlerin ağırlık kazanmasına neden oldu. Aynı dönemde, İngiltere eski sömürgesi Hong Kong’da ‘demokratikleşme’ sürecinden yana tavır almasıyla Çin yönetiminin tepkisini çekti.

Hong Kong’un dünyaca ünlü şirketlerinin bulunduğu caddelerinde ve meydanlarında bunlar olurken, akıllara 1989 yılındaki Tiannanmen Meydanı vak’ası geliyor ister istemez. Zaten o dönemde, Hong Konglular, yönetim yapısı içinde yer alacakları Çin’e karşı Tiannanmen Meydanı’nı dolduran öğrencilerden yana taraf olmuştu. Hong Konglular şimdi benzer bir tabloyu Ada’da bizzat kendileri yaşıyor. Öyle ki, polis göstericilerin dağılmama kararı üzerine, ‘Askeri güç’ kullanma tehdidinde bulunması dikkat çekiciydi.


Çin’in güler yüzlü başkanı Xi Jinping’in gösterilerin şiddetle engellenmesi karşısında nasıl bir yol izleyeceği merak konusu. Bir yanda insan hakları, demokratikleşme söylemi ile gerek Çin içerisinde gerekse Batı’dan gelen talepler, öte yandan Hong Kong gibi küresel kapitalizmin atar damarlarından birinde ekonomik düzenin olası bir felci Çin yönetimini önemli kararlar almaya itebilir. Tabii bu kararların Hong Kong kadar, Çin ve küresel ekonomi ve hak taleplerine verilecek doğru cevap olup olmayacağını zaman gösterecek. 

Minggu, 28 September 2014

Tayland: Güneydoğu Asya’nın “Hasta Adamı” / Thailand: ‘A Sick Man’ of ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                                 28 Eylül 2014

Tayland siyaseti tüm zaafları ve açmazlarıyla birlikte sadece Güneydoğu Asya’nın değil belki de Asya kıtası içinde ‘hasta adam’ lâkabıyla anılmayı hak ediyor. Bu noktada siyasi gözlemcilerin neredeyse ortak bir kanaatte olduğunu söylemek mümkün. Bir yandan bölgede ‘aktif’ sömürgeleştirilmeye maruz kalmamış bir ülke, öte yandan dünya Budizmi’nin en önemli ayaklarından birini oluşturmasıyla dikkat çeken ve çevresindeki komşu ülkeler gibi çok etnikli/çok dinli bir yapıya sahip olup azınlıklar gibi bir sorunu devasa boyutlarda yaşamayan -Patani’yi bu kategori dışında ele almak gerekir- Tayland, monarşi ile halkın yönetimi arasında bir açmazı tecrübe ediyor. Bu tecrübe elbette yeni değil. Dönemin siyasi çalkantıları/gelişmeleri içerisinde yer bulan ve 1932 yılında monarşiye karşı girişilen müdahalede parlamenter sisteme geçilse de, süreç daimi olarak monarşiye odaklanmış bir siyasi yapı üretti. Monarşi’nin ordu-siyasi elitler ile kurduğu tarihsel ittifak modern dönemde adına parlamenter demokrasi denilen dönemin ‘hakkıyla’ ortaya ortaya konulmasının önündeki engeli oluşturdu. Bugünden bakıldığında ‘1932 Hareketi’nin acaba ‘içerden bir müdahale’ olup olmadığını da akla getirmiyor değil. Daha açıkça ifade edersek, monarşinin toptan devrilmesi yerine, ‘ileriyi’ görebilen saray ve çevresinin siyasi evrime ön ayak olması şeklinde yorumlamak mümkün.

Darbeler ülkesi olmaklığın getirdiği özellik nedeniyledir ki, Tayland, yukarıda dile getirdiğim şekilde hâlâ ‘hasta adam’ olgusuyla anılan bir ülke özelliği sergiliyor. Geniş bir coğrafyaya sahip, Doğu Çin Denizi, Bengal Denizi gibi iki farklı deniz yoluna açılan sınırları, kuzeyinde Çin güneyinde Malay Müslüman dünyası ile etkileşimi bu ülkeyi sadece ekonomik anlamda değil, sosyal ve kültürel dünyasını da zenginleştirecek unsurlar olarak dikkat çekiyor. Bu potansiyel maddi imkânların pratiğe dökülmesinde Tayland’da 1980’li yıllardan başlayan bir ‘kalkınma’ olgusundan bahsedilebilir. Aslında Tayland gibi bir ülkede yakinen tecrübe edildiği üzere, ‘kalkınma’ gibi bir kavramın çok da iç açıcı olmadığını söylemek gerekir. Kalkınmanın toplumda hedef birlikteliği, var olan ahenk düzeyini azamiye çıkarma arzu ve isteği ile içinde bulunduğu coğrafyaya ve dünyaya modellemeler sunma kabiliyeti gibi hususlar dikkate alındığında Tayland’ın pek de bu bağlamlarda esamesi okunmuyor.

Kaldı ki, henüz doğru dürüst anayasası olmayan bir ülkeden bahsediyoruz. Sayısı yirmiyi bulan darbe ve darbe benzeri müdahaleler, ülkede sivil siyaset ve kurumlarının ortaya koyduğu bir anayasadan bahsedilemiyor. Bunun yerine, gücünü Tay kozmolojisinden alan kraliyet kurumu/saray ve buna eklemlenen ordu ve bürokratik yapı ile elitler arasında bir sözlü anlaşmadan bahsedilebilir. Bu sözleşmenin pratikte ülkenin nasıl yönetileceği konusuna verebildiği pratik bir cevap da yok.

Tabii Tayland monarşisi dendiğinde, bu yapının yarı-kutsal bir niteliğe büründüğünü, öte yandan Hindistan/Sri Lanka ve Çin Budist gelenekleri arasında kendine özgü bir yeri olduğunu ifade edelim. Kadim monarşi geleneği süreçte Budizmi koruyan bir kurum olarak hizmet verirken, benzer şekilde monarşi de Budizmin kutsallığından kendine pay almaya başladı. Bugün, modern Tayland’ın içinden çıkamadığı ikilem temelde bu. Son dönemde ortaya çıkan muhalefet hareketine karşılık, Monarşiye karşı gelmenin dinsel bir inanç bağlamında ‘aykırılık’ olacağından hareketle bu kuruma yönelik bağlılığını sürdüren güçlü yapılar olduğu bir gerçek. Bunun başında ordu, siyasi elit geliyor. Yingluck Shinawatra hükümeti son gösterilere direnirken, kimi gözlemciler ordunun tarafsızlığına atıfta bulunuyordu.

Ancak 22 Mayıs’da gerçekleşen darbe, ordunun, dün gibi bugün de, gücünü aldığı monarşiye bağlılığını sergilemekte olduğunu ortaya koyuyor. Bunu salt darbe girişimine bağlamıyorum. Darbecilere davetiye çıkartan sözde muhalefet grubunun lideri Suthep Thaugsuban herhangi bir yargılamaya konu olmazken -ki örneğin Yingluck da buna cesaret edememişti-, ülkenin mevcut sistemi içerisinde seçimle iktidara gelen Yingluck Shinawatra ve bakanlar aynı yapı tarafından mahkemeye çıkartılabiliyor. Tabii Suthep gibi muhalefet kanadını temsil edenlerin bu ‘sivil’ güçlerini nereden aldıkları sorusu önemli. Aslında Suthep’in monarşi yanlısı Demokrat Parti’de başkan yardımcılığı görevini yaptığını daha önceki çeşitli yazılarda dile getirmiştim.

Bununla birlikte, Kral’ın ilerlemiş yaşı ve hastalığı nedeniyle ülke siyasetine doğrudan müdahalesi söz konusu değil. Ancak kralın biyolojik olarak sağlıklı olsa da, tek başına hareket etmediği, bir siyasi mekanizma olarak krala danışmanlık yapan bir komite bulunuyor. Bu komitenin üyelerinin de eski ordu mensupları, siyasiler olduğu dikkate alındığında Saray’da sözü geçen kitle ile sokakta ‘sivil’ muhalefet yaptığını söyleyen Suthep ve benzerlerinin oluşturdukları bloğun ‘sağlamlığı’ ortaya çıkıyor. Suthep, ‘seçilmiş’ Başbakanı ve hükümetin görevden alınıp, yerine ‘atamayla’ getirilen bir Başbakan ve meclis istiyordu. Ve istediği de oldu. Kadim dönemlerde kralın bir bölgeye vali ataması gibi bir atama diyebiliriz buna. Bugün hasta yatağında Kral bunu yap/a/mıyor, ancak kral adına ülkeyi yönetme azmi ve gücünü kendinde bulan ordu yapıyor. Sistem aynı şekilde işliyor, sadece aracılar farklı.

Geçen yıl 31 Ekim’de gösteriler başladığında, Bangkok caddelerinde hayat felç olduğunda az da olsa ‘sivil savaş’ tehlikesinden bahsediliyordu. Dönemin Başbakanı Yingluck -daha doğrusu abisi Thaksin Shinawatra- taraftarları sokağa dökülme egzersizleri yapıyordu. Sivil savaş çıkmadı. Ancak ordu, siviller üzerinde yine baskısını ortaya koyarak sivil yaşamı yeniden yönlendirme, çeki düzen verme ‘görevini’ üstlendi.


Tayland, 1932 yılından bu yana 84 yıllık modern tarihinin en kara günleri yaşıyor. Ülke siyasi yapısı üzerinde egemen güçler bu duruşlarıyla ne ülkeye ve halkına, ne ülkenin üyesi olduğu ASEAN’a ne de genel anlamıyla küresel sisteme bir umut vaad edebiliyor. 

Jumat, 26 September 2014

Endonezya’da Suharto Dönemini Hatırlatan Bir İcraat / An Act Reminiscent of Suharto Era in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                   26 Eylül 2014

Dünyayın en kalabalık Müslüman nüfusuna ev sahipliği ve üçüncü büyük ‘demokrasisi’ olmakla öne çıkartılan Endonezya’da on beş yıldır süren reform sürecinin önemli kazanımlarından biri olan yerel yöneticilerin halk oyuyla seçilmesine olanak tanıyan yasa Parlamento’da dün yapılan bir oturumda kaldırıldı. Bu karar sivil bir darbe niteliğinde etki yaptığını söylemek mümkün. Bu darbe sadece ülkenin prematüre demokrasisine değil, yeni başkan Joko Widodo’ya vurulmuş bir darbe.

Bu değişiklikle, 2004 yılından itibaren uygulanmakta olan ilçe, il belediye başkanları ile valilerin halk oyuyla seçilmesinin öne kapanmış oldu. Son on yıldır Başkanlık koltuğunda oturan Susilo Bambang Yudhoyono’nun görevini tamamlamasına günler kala, mevcut parlamentoda alınan bu karar sadece Yudhoyono dönemine kara bir leke olarak düşmedi. Aynı zamanda, 1998 yılı Mayıs ayında 32 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kalan ve bir yazımda kendisini Modern Kral olarak adlandırdığım Suharto’lu yılların ardından başlatılan reform sürecinin de geri tepmekte olduğunun emaresi olarak dikkat çekiyor.

Yasa değişikliğine neden olarak öne sürülen ‘seçimlerin masraflı’ oluşu söylemi herhangi bir rasyonalite taşımıyor elbette. Böylesi bir söylem yerine, bürokratların, siyasilerin, yerel yöneticilerin yolsuzluk suçlamalarına konu olmadan neredeyse bir günün bile geçmediği ülkede, dev bütçeli projelerin şeffaf, hesap verilebilirlik vb. ile hayata geçirilebilmesinin yolunu arayıp bulma çabasının sergilenmesi beklenirdi. Ancak bunun yerine, halkın yanı başındaki yöneticiyi belirleme hakkını gasp etmekde karar kılındı. Parlamento üyelerinin bu icraatı da, aslında gizli/açık bir tür yolsuzluk örneği olarak ülke siyasal günlüğüne kaydedilmiş oldu.

Aslında mevcut parlamentonun böylesi bir kararı alması için ne gibi bir ‘gerçekçi’ gerekçesi vardı diye sormak gerekiyor. Çünkü 9 Nisan parlamento seçimleri ardından, 9 Temmuz’da başkanlık seçimi ülkede yeni bir döneme girildiğini gösteriyordu. Bu dönemin hiç kuşku yok ki, belirleyici ismi Solo (Surakarta) Belediye Başkanlığı, ardından Cakarta Valiliği yapmış olan Jokowi’dir. Yaklaşık bir buçuk yıldır süren Başkanlık seçimleri yarışında ismi sürekli ön plânda olan ve nihayetinde seçim yarısında ipi göğüşleyen Joko Widodo halkın umudu olarak öne çıkıyordu. Görev devir tesliminin yapılacağı 20 Ekim tarihine az bir süre kala Ulusal Parlamento’nun ülkedeki mevcut demokratik yapılanma üzerine kara bir gölge olarak düşen kararın gerekçesi 9 Temmuz Başkanlık seçimiydi.

Başkanlık yarışının iki numaralı ismi, eski general, Suharto’nun üvey oğlu ve ülkenin en zengin ‘politikacısı’ Prabowo Subianto’nun seçimi kaybetmesinin ardından ortaya koyduğu reaksiyon, dün Parlamento’daki kararın alınmasının başlangıcını teşkil ediyor. Prawobo, seçim sonuçlarına itiraz etmiş, üstü kapalı bir şekilde taraftarlarının ‘sabrının taşabileceğini’ öne sürerek toplumsal kaosdan bahsetmiş ve konu Anayasa Mahkemesi’nde uzun süren bir görüşmenin ardından verilen kararla bu itiraza temel teşkil eden iddiaların yeter güçte olmadığına karar verilmişti. İşte bu kararın ardından Prabowo rakibinin elini sıkıp, Parlamento’da ülkenin önemli sorunlarının çözümü için mesai harcamak yerine, pek de gelişkin olmayan ancak umut vaad eden bir tür demokratik seçim sürecini ortadan kaldırmaya matuf bir icraatın öncülüğüne soyundu.

Prabowo, başkanı olduğu Büyük Endonezya Partisi (Gerindra), başkanlık sürecinde ittiak kurduğu partileri de yanına alarak, ‘belediye başkanları ve valilerin’ halk tarafından seçilmesini içeren yasayı değiştirme sürecini başlattı. Ve Suhartolu yıllara dönüş olarak yorumlanan karar dün yapılan parlamento görüşmelerinde 135’e karşı 226 oyla kesinleşmiş oldu. Gerindra’nın bu girişimin ardında Prabowo’nun seçimi bir belediye başkanına kaybetmesinin rolü büyük. Son on yıldır devlet başkanlığına hazırlanan Prabowo, bireysel bir hıncın ötesinde aslında damarlarında dolaşan Suhartoculuk kibrini ortaya koymuş oldu.

Herkes, 20 Ekim’de başkanlık  değişimine hazırlanır; Jokowi ve yardımcısı Yusuf Kalla yeni kabine üyelerini tespitle meşgul olurken, parlamento sadece ülke gündemine değil, ASEAN içerisinde de yankı bulacak bir girişimle meşguldü. Çünkü 9 Nisan ve 9 Temmuz seçimleri, Myanmar’da, Kamboçya’da, Malezya’da, Taylan’da kaoslara şu veya bu şekilde neden olmuş seçim süreçleri karşısında bu dev ülkede başarılı bir seçim sınavı verilmesi, kayda değer bir itibarın oluşmasına neden olmuştu.


Parlamento’da alınan bu karar, Jokowi’ye Başkanlığı öncesinde büyük bir süpriz olduğu kadar, Başkanlığa fiili olarak başladıktan sonra da Parlamento’daki ‘güçlerle’ sıkı bir mücadele içinde olacağının ipuçlarını veriyor. Jokowi’yi başkanlığa taşıyan, kendisini aday olarak gösteren Endonezya Demokratik Mücadele Partisi (PDI-P) ve görece siyasi desteği az partilerin desteğinin yanı sıra, muhalefet bloğunu oluşturan ülkenin önemli partilerinin destekçilerinden de kısmen oy almış olmasıydı. Ancak, Endonezya siyasi yapısında Başkan’ın önemi kadar, nihai karar mekanizmasında Parlamento’nun onayı işte önümüzdeki sürecin Jokowi açısından epeyce zorlu geçeceğinin ibarelerini oluşturuyor.

Rabu, 24 September 2014

ABD’nin Asya Yüzyılı ve Yeni Eksen Arayışları / Asian Century and the Search for New Axis

Mehmet Özay                                                                                                                  24 Eylül 2014

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Hindistan’a yaptığı resmi ziyaret, bu yüzyıla biçilen ‘Asya’ vurgusunu güçlendirir nitelikteydi. Ancak bu gelişmeyle dikkat çeken husus, Asya vurgusunda belirleyici gücün ABD mi, yoksa bölge güçleri mi olacağı yönünde odaklanıyor. Bir tezatı açıkça içinde barındıran bu durum, Asya Yüzyılı vurgusuna ABD kadar Çin ve Hindistan’ın da rol alabileceğini gösteriyor. Öyle ki, bu ziyaretin ortaya koyduğu gelecek vaadini Hindistan Ulusal Güvenlik Danışmanı’nın, ‘yörünge sıçraması’ kavramında ortaya koymak mümkün.

Bununla birlikte, Çin-Hindistan ilişkilerinin bugün başlamadığı gibi, bu iki ülkenin tarihsel ve kültürel olarak bölgede oynadıkları rol de yabana atılacak gibi değil. Örneğin, bu ziyaretten sadece birkaç ay önce Beijing’de yapılan üst düzey bir törenle Çin-Hindistan (ve de Myanmar) arasında Beş İlke adıyla anılan barışçıl birliktelik sözleşmesinin 60. yılı kutlamaları vardı. Savaş sonrası gelişmelerinde doğan Beş İlke’ye dayalı yapı, Batı-Doğu yani ABD-Sovyetler Birliği özelinde doğan ve başat mücadele sahası Avrupa kıtası olan ‘Soğuk Savaş’ yılların, Güney-Doğu ve Güneydoğu Asya’daki güçleri, ya doğu/batı bloğundan birine yakınlaşan veya adına ‘bağlantısızlar’ denilen oluşumun ipuçlarını da içinde barındırıyor. Bugün Xi Jinping’in Hindistan ziyaretinin, böylesi bir yapının altmışıncı yılına denk gelmesi de oldukça anlamlı. Son dönemde ise. Prematüre de olsa, bunun küresel boyuttaki karşılığı ise BRICS’deki birliktelikte bulmak mümkün.

Ev sahibi Nahendra Modi’nin demecinde yer alan “iki ülkenin birlikte çalışmasının dünyada kalkınma ve ilerlemede önemli kapılar açacaktır” cümlesi, Asya Yüzyılı vurgusunda ABD’nin tek aktör olmadığına işaret ediyor. Bunun yanı sıra, ABD dışında söz söyleme kabiliyetinde olduğu iddiasındaki güçleri ortaya koyuyor.

ABD’nin Asya Yüzyılı söylemiyle ne kast ettiğine kısaca bir bakalım. Söz konusu vurguyu, Hillary Clinton 2011 yılı Kasım ayında yayınlanan makale ile yapmıştı. Clinton özelinde ABD’nin bu çıkışında, Obama yönetimiyle birlikte Ortadoğu ve Afganistan’daki uzun yıllara yayılan savaş dayatmacılığının sona ermesi ile Çin’in bizzat ABD eliyle gelişme gösteren ekonomik kalkınmışlık sürecinin bizatihi ABD’yi esir alacak boyutlarının uç vermesiyle alâkalı. Bu çıkışlar, bölgede kimin ‘ön’ alacağıyla ilintili. Salt ekonomik gelişmişliğiyle öne çıkan bir Çin değil, ‘paranın’ getirdiği bir tür zorunlu silahlanma ve yayılmacılık hissi uyandıran bölgesel atraksiyonlarıyla alâkalı.

Bu yüzyılla ilgili Asya vurgusu öne çıkarken, ABD’nin önceliğinin bütün bir Asya’yı kapladığının düşünülmesi de mümkün değil. Zaten Clinton’un makalesinde vurgu Asya-Pasifik bölgesine. Yani, koca bir Asya kıtasından ziyade, ABD’nin batısındaki deniz sınırını oluşturan Pasifik’in öte yakası, yani Doğu ve Güneydoğu Asya özelinedir. Asya-Pasifik’in, ABD’nin önümüzdeki yüz yıllık politikasında odak bölge özelliğine çıkartılmasında, okyanus sınırının öte ucunda var olan Çin’in bu sınır üzerinden esneme hareketleri sergilemesi bulunuyor. Ancak girişte dile getirildiği üzere, başta enerji olmak üzere küresel emtianın değiş tokuşunda aktarma organı rolü oynayan Hint Okyanusu ve çevresinin güvenliği Doğu ve Güneydoğu Asya sularından ayrı değerlendirilmiyor.

ABD’nin bölge üzerinde yapılaştırıcı tasarımına karşılık Çin’in uluslararası politikalarında yeniliklere gittiğine dair ciddi işaretler var. Bu bir anlamda, ABD Asya Yüzyılı söylemini ‘çerçeveleme’ çabası olarak da değerlendirilebilir. Bunun son örneği, Xi Jinping’in Hindistan’a yaptığı ziyaret. İki ülke arasında 4000 kilometre uzunluğunda sınırın bulunduğu Himalayalardaki çatışmalara kadar varan teritoryal anlaşmazlıklarla koşut giden bu ziyaret, Çin gibi ikili sistemle yönetilen bir ülke ile, bağlantısızlar kulübünün önemli üyesi Hindistan’ın küresel ilişkileri tekelinde yürütme gayretindeki ABD’ye karşı birarada olabilecekleri vurgusuyla öne çıktı.

Bu iki ülkenin biraraya gelişlerini ‘süpriz’ olarak değerlendirmek hatalı olur. Her şeyden önce, yukarıda kısaca değinilen Savaş sonrası koşullarındaki anlaşmanın ötesinde, şu tarihi geçmişi hatırlatmakta fayda var. Çin ve Hindistan sadece bugünkü sınırlarını oluşturdukları coğrafyada değil, Güney, Doğu ve Güneydoğu Asya’yı içine alan geniş bir coğrafyada dini-kültürel yapıları ile yapılaştırıcı rol oynamış iki önemli blok. Her iki yapının Hıristiyanlık ve İslam öncesi, ki bölgeyi konuşurken İslam ve Hıristiyanlık sıralaması daha uygun, dini/kültürel rolleri ile, Batı Asya’dan Doğu Asya’ya uzanan ve deniz ve su yolları ile nüfuz edebildikleri yerlere kadar ilerleyen birer medeniyet unsuruydular.

Bu son ziyaret vesilesiyle, söz konusu bu iki ülkenin, ekonomik temelli gelişmeye odaklı etkileşimlerini farklı alanlara kaydırabilme kabiliyetlerine sahip olup olmayacakları sorusunu sormak gerekiyor.

Selasa, 23 September 2014

Malezya’da Sömürgecilik ve Ulus-Devlet Sorunu (2)

Mehmet Özay                                                                                                                   23 Eylül 2014

Malezya’da ulus-devlet sorunu bağlamında ‘vatandaşlık’ olgusu önemli bir yer işgal eder. Bu önemi hemen yazısın giriş bölümünde bir uzman görüşüne atıfla ortaya koyalım. Barolar Birliği Anayasa Komisyonu üyelerinden bir avukatın dile getirdiği üzere “Anayasa’da vatandaşlık ile ‘özel etnik yapı’ ayrımı Malezya anayasasını diğer ülke anayasalarından ayırmaya kafi bir özellik taşıyor. Buna ilâve olarak, vatandaşlığı, aynı hedef ve idealler etrafında biraraya gelmiş toplumsal grup olarak ele alacak olursak, bunun Malezya sosyolojisindeki yerinin tartışmaya epeyce açık olduğu görülür.

Malaya topraklarında, etnik ve tarihi kökenleri farklı toplum kesimlerinin biraraya getirilmesi sömürgecilik döneminde bir proje olarak gündeme gelmedi ve getirilmedi de. İngiliz sömürgesi yönetim biçimini tanımlamada çok yaygın bir şekilde kullanılan böl/yönet metodunun aslında Malaya’da uygulanabilecek ne gibi bir temele sahip olup olmadığı sorgulanabilir. Çünkü ortada ‘bölünebilmeye’ müsait toplumsal yapılarla ilgili ciddi bir sıkıntı söz konusuydu. Öyle ki, bu topraklarda hakim unsur olan Malay kitlelerin ‘kırsal’ yaşama bağımlılıktan kurtulma gibi bir çaba içerisinde olmamaları; aksine bu kırsala bağımlı yapıyla organik ilişkileri ve de her bir Malay alt grubunun ait olduğu ‘sultanların’ gölgesinde yaşam sürmek zorunda kalışları -veya buna gönüllü iştirakleri-, onları sonradan gelişme gösterecek göçmen kitleleri ile ilişkilerinde sınırlayıcı etkisi olan ‘kasıtlı bir eylem’ olarak anlaşılmalıdır.

Çin’in güneyinde kır toplumuna mensup kitlelerin hayata sarılabilecekleri yeni bir mekan arayışıyla göç eden ve değişik alt-etnik gruplara mensup Çinli kitlelerin zaten birlikte olma gibi bir özellik taşımıyorlardı. Bunun somut göstergelerinden biri, alt-etnik gruplara aiditeyin bir unsuru olarak tezahür eden ve diğerlerinden ciddi bir ayrışmaya neden olan ‘dil farklılaşması’ydı. Kırsalından çıkmayan Malay ile, madencilik sektörüne eklemlenen Çinli göçmen karşısında İngiliz sömürge yönetimi ekonomik gelişimi hedeflemesi çerçevesinde ihtiyaç duyduğu tarımsal işgücünü Hindistan ve Sri Lanka’dan (Ceylon) karşılama gereği duyuyordu.

Farklı etnik kitlelerin bir araya gelemediği böylesi bir şema içerisinde İngilizlerin ‘bölme’ gibi bir çaba içinde olmasına da gerek yoktu. Bugün dahi süren bu bölünmüşlüğe tarihi perspektiften bakan entellektüel/akademisyenlerin ‘bizi bu hale getiren İngilizler’ demelerinde pek bir anlam aramak mümkün değil. İngilizlerin bu topraklarda ortaya koyduğu icraat, tarihi koşullar çerçevesinde oluşan ve kitlelerin ‘etkileşimsizliği’ üzerine bina edilen yapıyı yönetmekten ibaretti ve böyle de yaptılar.

Peki 2. Dünya Savaşı sonrasında neler olup bitti? Vatandaşlık konusundaki tartışmalara bağımsızlık öncesinde başlandığına kuşku yok. Çünkü İngiliz milletler topluluğuna bağlı kurulacak yeni bir ulus-devletin üyelerinin kimler olacağına karar verilmesi önemliydi. Yapılan pek çok tartışmaların ardından, İngilizlerin öncülüğünde üç etnik yapı yani Malay-Çin ve Hint toplumu temsilcilerinin anlaşmasıyla üç etnik yapının yeni ulus-devletin vatandaşları olmasına karar verildi. Böylece, etnik yapı ayrımı gözetilmeksizin belli şartlara haiz olan herkese vatandaşlık stasüsü verildi. Aslında buna mecbur kalındı. Çünkü bu bir ön şart olarak İngilizlerce masaya getirilmişti. Bu noktada, Malay çevrelerinde bu şarta muhalif seslerin de yükseldiğini not edelim.

Her bir etnik grubun liderleri/elitleri arasındaki sözlü anlaşmaya dayalı ‘toplumsal sözleşme’nin ülke toplum yapısına nasıl yansıdığı aslında bu vatandaşlık olgusunun Malaya topraklarında neye tekabül ettiğini de ortaya koyuyor. Bu çerçevede, Malayların ‘iktidar’ olgusuyla eşleştirilmeleri, diğer ‘vatandaşları’ ülkede misafir konumunda görülmesine neden oldu. Aslında bu ‘misafirlik’ olgusu, aradan geçen zaman zarfında ortadan kalkmış da değil. Kimi Malay politikacılarının bu olguyu şu veya bu şekilde kimi zaman kullanmaları ‘misafir vatandaşlar’ca bir aşağılanma şeklinde algılandığı da vakidir.

Tam da bu noktada, ulus-devlet kavramını gizleyen bir ayrım ortaya çıkmış veya çıkartılmış oluyor. Asli vatandaşlar ile -ki bu aslilik açıkça Federal Anayasa’da yer almasa da, büyük kitleler bağlamında ‘gizli/açık’ bir gerçeklik olarak ‘bumiputra’ (Anayası’nın 153. Maddesi), yani ‘vatanın asıl sahipleri’ kavramıyla yer etmiştir- bu yapıya şu veya bu şekilde eklemlendirilmiş ‘misafirler’ arasında ne türden bir ülke ve hedef birliğinin sağlanacağı ise bugüne kadar çözümlenmeyi bekleyen önemli bir soru. Çoklukla dile getirildiği üzere bunun cevabının ‘ekonomik kalkınmada’ bulunduğu görülür.

Hâl böyle olunca, adına ulus-devlet denilmesi gereken yapı içerisinde geniş kitlelerin ‘vatandaş’ olarak nerede durduğu sorunsalıyla karşılaşılıyor. Çünkü, kendilerine ‘bumiputra’ diyenler vatandaşlığı ‘Malaylılıkla’ eşdeşleştirirken, özellikle diğer etnik yapıların siyasi liderleri, entellektüelleri ve sıradan halk katmanları ‘Malezyalılık’ kavramına sığınıyorlar. Mevcut iktidar kalıpları içerisinde bakıldığında, Malay iktidar odakları da ‘Malezyalılık’ söylemini gündeme getirmiyor değiller. Ancak kurulan ilişkinin başka boyutlarda seyrettiği de bir gerçek. Bu kavrama atıflar olsa da, içeriğinin neye tekabül ettiği konusunda da tartışmalar söz konusu.

İşin içine, burada kimilerince seküler olduğu ifade edilen bir ülkede ‘vatandaşlık’ olgusunun anayasal bir teminat olup olmadığını tartışmaya açacak şekilde din ile, bumiputra ilişkisi bağlamında dile getirecek olursak, ‘Müslümanlıkla’ bağının kurulduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu yapı içerisinde bir diğer handikapmış gibi gözüken ise, örneğin ülkede diğer etnik yapıların dışında görece az bir kitleyi oluştursa da Hindistanlı Müslümanların varlığı, bu kitleyi ‘bumiputra’ yapmaya yetmiyor. Çünkü aranan bir başka şart ‘Malay’ olmak. Bu bağlamda, Müslümanlık ile Malaylılığın eş anlamlı kullanılmış olduğu aşikâr bir durum. Mevzuya hakim olanların “ Sabah ve Sarawak’daki yerli kabileleri arasında Müslüman olmayan unsurlar da ‘bumiputra’ sınıflamasına dahil” diyeceklerini işitmek güç değil. İşin komplikasyonu burada bitmiyor. Bu ise başka bir hikâye...


Şimdi ortaya çıkan bu yapı içerisinde ‘Malaylılık’ asli ve üst kategori olarak ‘vatandaşlık nosyonun’da yer alıyor. Peki o zaman, bağımsızlık öncesinde Çin ve Hint kökenlilere niçin ve ne tür ‘vatandaşlık’ verildi sorusu haklı bir şekilde sorulmayı bekliyor. Bu sorunun cevabını ülkenin yetiştirdiği önemli sosyal bilimcilerden Dr. Chandra Muzaffer’le bir görüşmemde almıştım. Sayın Chandra, o dönemde, yani bağımsızlık öncesinin koşullarında biri şehir ekonomisini, diğeri tarım ekonomisini üstlenen bu iki etnik unsurun yeni kurulacak ‘ulus-devlet’ sınırlarına dahil edilmemesi nasıl bir toplum/nasıl bir devlet ilişkisinin hedeflendiğiyle alâkalıdır. Bu cevabın devamında, bugün halen yürürlükte olan ‘Malaylara yönelik imtiyazlar/ayrıcalıklar’ tasarımının, yukarıda zikredilen bağımsızlık öncesindeki ‘misafir azınlıkların’ sahip olduklarıyla kıyaslamasına dayandığı ifadesi ortaya çıkar. Tabii görünürde eğitim/geniş anlamıyla bürokrasi/yönetimi içine alan ayrıcalıklar ile Malaylılık ilişkisi, diğerlerinin yerini sorgulamaya kafi geliyor. Bu çerçevede, ‘Malaylar’ ile ‘misafirler’ arasında mevcut duruma dair reaktif ve savunmacı tarzda gelişen ilişki türü bugüne kadar varlığını sürdürüyor. Gene Dr. Chandra’ya müracaatla bu yapının, kuşkusuz bir entegrasyon sorunu olarak sürekli güncellendiğine tanık olunuyor.