Sabtu, 26 Maret 2016

Hollanda Savaşı'nın Yıldönümü Ya Da Açe’de Bir Medeniyet Mücadelesi / Commemoration of the Dutch War

Mehmet Özay                                                                                            26 Mart 2016

26 Mart 1873 Hollanda Savaşı’nın yıldönümü. Şayet bu tarihi vak’a Açe’de bir nebze olsun dikkat çekerken, Açe’nin salt bir Eyalet düzeyinde yer aldığı Endonezya Cumhuriyeti’nde ele alınmıyorsa bunda büyük bir eksiklik var demektir.

Bu savaşın bir ‘Beyaz’ ve ‘Yerli’ mücadelesine indirgenemeyeceğini en başta vurgulayalım. Bu savaşın karşılık geldiği tarihi, dini, ekonomik, toplumsal ve kültürel vechelerini dikkate almak Açe’nin 19. yüzyılın son çeyreğine girilirken üzerinde yükseldiği toprakların neye tekabül ettiğini anlamakla mümkündür. Sumatra Adası’nın kuzeyinde Açe topraklarında cereyan eden savaşın Hollandalılar açısından neye karşılık geldiğini sorduğumuzda, hiç kuşku yok ki, sömürgecilikten ‘emperyalizme’ evrilen bir Avrupa devletinin ihtiyaç duyduğu ekonomik ve de siyasi genişleme hedefiyle karşılaşılır.

Hollanda bir Protestan güç olmakla birlikte, temelde dini saiklerle bu savaşa girişmemekle birlikte, Açe istila girişmi dini referanslarından da bağımsız değildir. Açe noktai nazarında ise, savaş tam anlamıyla dini bir içeriğe ve de bütüne sahiptir. Açelilerin bu savaşı birkaç yıl gibi sürede değil, farklı değerlendirmelerle kırk ila yetmiş yıla varan bir sürece yayılmasında bu içerik ve bütünün sürekliliği olduğu fark edilir. Açe’de vatan ile din olgusunun ayrılmazlığı ile insanlık onuru ile özgürlüğün içiçe geçtiği derinlikli bir sosyo-politik ve dini algı, Hollanda gücüne karşı verilen savaşta başat unsurdur.

Açe toprağında, bu savaşın verildiği yıllarda, aynı coğrafyada yani Takımadalar ve Güneydoğu Asya’da örneğin bir Cava Adası’na ya da Malaya denilen topraklardaki önemli bir siyasi yapı olarak dikkat çeken Cohor Sultanlığı’na bakarak da değerlendirilebilir. Her üç bölgenin de kendine has özellikleri olduğunu göz ardı etmemekle birlikte, bu coğrafyaya tarihsel süreçlerde bakıldığında bu üç bölgenin sürekli karşımıza çıkan siyasi değerler olması hasebiyle karşılaştırmanın dikkate değer bir yönü olduğu da gerçektir.

Hollanda Doğu Hint Yönetimi’nin (VOC) sömürge topraklarında kalıcılığının simgesi olarak ortaya çıkan sömürge başkenti Batavya yani bugünkü Cakarta, Cava Adası’nın Hollanda sömürge yönetimi ile Hollandalı ticaret sınıfının güdümüne girdiğinin bir delilidir. Öte yandan, Cohor Sultanlığı, Riau-Cohor Sultanlığı’ndan koparılarak, İngiltere Krallığı’nın Singapur Adası’nda kurduğu siyasi ve ekonomik yapının güdümünde gelişen bir siyasi yapı olarak varlığını sürdürüyordu. Öyle ki, Cohor’da siyasi yapının en tepe noktasını teşkil eden ‘Temenengong-Maharaja ve Sultan’ unvanlarının yapılaştırdığı siyasi varlığın temellerinin de İngiltere Krallığı’nın nüfuzuyla kayda değer bir etkileşimi söz konusudur.

Öte yandan, Hollanda sömürge yönetiminin Açe topraklarına olan ilgisi ilk olarak 1873’te de ortaya çıkmış değildir. Bu anlamda, Açe Devleti’nin siyasi varlığına kast eden ve nihayetinde bunu fiili olarak ortadan kaldıran Hollanda istilasını 26 Mart 1873’den itibaren okumak ve anlamaya çalışmak yerine, iki Hollanda gemisinin 16. yüzyıl sonlarında Açe Devleti başkentine ticari anlaşma amacıyla gelmeleriyle başlatmak gerekir. Ardından modern dönemde ulus devlet kurulma aşamasında tıpkı diğer Takımadalar gibi Açe topraklarının da ne şekilde bir yeniden yapılaştırılmaya sürüklendiğini de unutmamak gerekir.


Bu vesileyle, sömürge tarihinin en önemli savaşlarından biri kabul edilen ve Açelilerce ‘Hollanda Savaşı’, ‘Kahpe Savaşı’ adlarıyla anılan bu savaşta mücadele ederek hayatını yitiren şehidlere, Hollandalıların uyguladığı soykırım düzeyinde saldırılara maruz kalan ve hayatlarını kaybeden yaşlılara, kadınlara ve çocuklara Allah’tan rahmet dilerim.

Selasa, 08 Maret 2016

Malezya’da Yükselen Çağrı / Rising Call in Malaysia

Cihan Kurtaran                                                                                          7 Mart 2016

Malezya’da bir yılı aşkın bir süredir gündemden düşmek bir yana, giderek gündemin tek maddesi haline gelen ‘fon’ ve ‘siyasi bağış’ sadece ulusal gündemi artarak meşgul etmiyor, uluslararası çevrelerin de dahliyle kar topu misali etkili oluyor. Fondan, “1 Malezya Kalkınma Fonu” (1MDB); siyasi bağıştan ise, bir Ortadoğu ülkesinden Malezya’ya yapılan bağış kastediliyor.

Bu gelişmenin gelip dayandığı nokta, muhalefetin tüm önde gelen temsilcilerinin bugün Kuala Lumpur’da bir basın toplantısında bir araya gelerek, içinde Başbakan Necib bin Razak’ın istifaya da davet edildiği 37 maddelik bir deklarasyonun açıklanması oldu. Deklarasyonu basına ve de kamuoyuna, ülkenin dördüncü başbakanı, doksan yaşına basmış, ancak siyasi enerjisinden pek bir şey kaybetmemiş olan Dr. Mahathir Muhammed açıkladı ve ilk imzayı attı. Bu deklarasyon hiç kuşku yok ki, Malezya Federasyonu’nun modern siyasi tarihine geçecek bir önem olduğuna kuşku yok. Bugüne kadar, ..

Dr. Mahathir’le yan yana oturan ve aralarında siyasi partileri, sivil toplum kuruluşları başkanları ve temsilcileri, Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO)’dan dışlanan bakanlar ve partililerin de olduğu birbirinden farklı renkteki muhalefet kanadını birlikte hareket etmeye sevk eden gelişme, sadece Başbakan’ın da aralarında bulunduğu kişi ve çevrelerin birtakım maddi çıkar ilişkilerine yönelik toplumsal şikayetle ilintili değil. Bundan da öte, muhalefet tarafından ülkenin yönetim tarzı ve geleceğini etkileyebilecek denli önemli addedilen Başbakan ve hükümete yönelik güven kaybı olduğu görülüyor. Deklarasyona imza atan ve basın toplantısında biraraya gelen siyasetçilere ve sivil toplum liderlerine bakıldığında, olağan zamanlarda pek de barışık olmayan simalar olduğu görülür. Ülkede önemli toplumsal gösterilere öncülük eden Bersih (Temiz Toplum) hareketinin kurucularından ve bir dönem Kuala Lumpur Barosu Başkanlığı da yapmış olan Ambiga Sreenevasan; eski Adalet Bakanlarından Zaid İbrahim; UMNO içerisindeki tepkilerinden ötürü partiden dışlanan uzunca bir süre partinin genel başkan yardımcılığı görevi, Başbakan yardımcılığı ve Milli Eğitim Bakanlığı yapan Muhyiddin Yasin; Kedah Eyaleti Başbakanlığı görevinden istifa eden veya daha doğrusu ettirilen Mukhriz Mahathir; Enver İbrahim’e en yakın isimlerden Halkın Adaleti Partisi’nden ve Selangor Eyaleti Başbakanı Azmin Ali; ülkedeki Çin siyasal hareketinin önemli adı olan Demokratik Eylem Partisi (DAP) Genel Başkanı Lim Kit Siang; Malezya İslam Partisi’nden görüş ayrılıkları nedeniyle ayrılarak ‘Amanah’ partisini kuran milletvekillerinden ve bu partinin genel başkanlığını üstlenen Muhammed Sabu da katıldı. Bu isimler ve temsil ettikleri toplumsal kesimlerin endişesi o denli büyük olmalı ki, biraraya gelerek ortak bir deklarasyonla Malezya toplumunun karşısına çıkarak bu harakete destek isteyebiliyorlar. Çünkü geçen kısa süre zarfında ‘aynı hedefe’ yönelik eleştirilerle gündeme gelen tüm bu isimler ve toplum kesimleri bir ara Dr. Mahathir’e yönelik olarak ‘Bu senin eserin’ deme cesaretini göstermişti. Dr. Mahathir de aslında bir tür kabullenişle uzun başbakanlık dönemini sona erdirdiği 2003 yılından bu yana ülkeyi ‘emanet ettiği’ kişilerin ehil olmadığına varacak söylemle bir anlamda ülkenin kısa tarihine dipnot düşüyordu. Bu bağlamda, ülkenin iyi yönetilmediğinden hareketle Başbakan’ı hedef alan söylemi nedeniyle polis tarafından sorgulanacak kadar bir ‘tehdit’ unsuru olraak görülen Dr. Mahathir, “Gerekirse Enver İbrahim’le aynı koğuşumu paylaşırım” demesi, acaba geçmişte  Enver İbrahim’le ilgili bir yerlerde hata yapıp yapmadığını da sorguladığı izlenimi veriyor.

Bugüne kadar önce birkaç milletvekilinin eleştirileriyle başlayan 1MDB sorgulaması, Parlamento Kamu Harcamaları Komisyonu, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu, Başsavcılık gibi karar merciinde olan en önemli kurumlarınca soruşturmaların açılmasına konu oldu. Bu süreç aynı zamanda bu kurumlarda bir takım ‘görev değişikliklerini de’ getirmesiyle, toplumda yasa devletine ve hukuka duyulan güveni zedeledi.

Çok etnikli ve dinli bir toplumsal yapının hakim olduğu ve ulus devlet yapılaşmasının sorunlu olduğu Malezya’da kitleleri birbirine kenetleyecek yegâne bağın ekonomik gelişmişlik olduğu neredeyse ortak bir algı olarak gündeme taşınıyor. Son bir buçuk yıldır giderek artarak pek çok siyasi ve toplumal çevrenin gündeme taşıdığı yolsuzluk söylemleri kadar, bunun da tetiklemesinden hareketle ekonomik gelişmeye vurulan darbe kitleleri gelecek kaygısına itiyor. Bu kaygı, aslında ülkenin kısa tarihine bakıldığında salt bir ekonomik kaygı olmakla da kalmıyor. Bu durumun, ırklar arası ekonomik farklılaşmadan etnik ve dini farklılaşmalara ve toplumsal çatışmaya doğru bir etkileşim göstermesinden endişe ediliyor.

Bir de işin öte vechesinden bakalım. Bu noktada, “Acaba Başbakan Necib bin Razak nerede hata yaptı mı yaptıysa nerede?” sorusunu sormalıyız. Çünkü ortada olup bitenler sadece kalkınma fonu veya kişisel banka hesabına yatan meblağlarla sınırlandırılırsa sorun pek de anlaşılmaz. Bu bağlamda, 2009 yılı Nisan ayında başbakanlık koltuğuna oturan Necib bin Razak’ın 2013 yılına kadarki siyasi söylemi ile bundan sonraki arasındaki farka kısaca değinmek gerekir. Reform söylemiyle iş başına gelen Necib bin Razak, -çeşitli muhalefet çevreleriyle yaptığımız söyleşilerde de gündeme getirildiği üzere- aslında Malezya kamuoyunu şaşırtmıştı. Bu şaşkınlık sadece 1999 yılından itibaren ‘reform çağrısıyla’ birlik olma yolunda önemli adımlar atan muhalefet çevrelerinde değil, kırsal eğilimlerin beslediği ve değişimden ziyade statükoya odaklı UMNO saflarında da şaşkınlığa neden olmuştu.

Reform sözcüğünün büyülü bir siyasi terminoloji olması kadar, hakikaten Malezya siyaseti ve toplumu için acil bir ihtiyaç olduğunu Necib bin Razak’ın fark ettiğini düşünmek mümkün. Endonezya, Filipinler hatta ASEAN’ın Hint-Çin’indeki kimi ülkelerin de bile gündeme gelmekle kalmayan şu veya bu ölçüde pratiğe döküldüğüne tanık olunan değişim bir türlü Malezya topraklarında ortaya çık/a/madı. Bu söylemle birlikte sömürge döneminden kalan ve zaman zaman gündeme getirdiğimiz ‘İsyana Teşvik Yasası’ gibi yasaların kaldırılması, toplumsal barış adına azınlıklara yönelik bazı yardımların gündeme gelmesi gibi özellikleri saymak mümkün. Ancak 5 Mayıs 2013 genel seçimlerinde UMNO ve de Başbakan arzu ettiği sonucu alamaması yukarıdaki söylemin de değişmesine neden oldu. Tabii bu gelişmeyi sadece seçim sonucuna bağlamak yerine, UMNO içerisinde sadece Başbakanla sınırlı kalmış bir reform söyleminin ayaklarının yere basmadı. Hangi siyasi kadrolarla ve entellektüel donanımla bu işi yapacağı şüpheli olan UMNO nihayetinde içinden çıkardığı statüko arzusundaki yerel ve ulusal liderlere teslim oldu yeniden. 2013 Mayıs’ından itibaren ‘eski düzene’ yönelen Başbakan’ın adının 2015 yılıyla birlikte 1 Malezya Kalkınma Fonu’nun kötü yönetimi ve bu fondan kendi şahsi hesaplarına paraların aktarıldığı iddiasıyla anılması bugünkü ‘geniş muhalefet bloğunun’ oluşmasına neden oldu.

Dr. Mahathir Muhammed’in basın toplantısında Malezya toplumunun bu hareket içerisinde yer alması ve destek vermesi çağrısının temel hedef kitlesi kuşkusuz ki UMNO. Malezya’da bugün sorulan soru, 2009 yılında Ahmed Badawi’nin yerine Necib bin Razak’ın geçmesinde rolü olan Dr. Mahathir’in, yanında muhalefetin tüm renklerini almış olarak bugünkü Başbakan’ın görevinden uzaklaştırılmasında ne kadar etkin olacak.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/357405/malezyada-yukselen-cagri

Minggu, 28 Februari 2016

Filipinler’de Marcos Rejimi / The Era of Marcos in the Philippines

Cihan Kurtaran                                                                                      25  Şubat 2016

Filipinler’de  Marcos döneminin sona erişinin 30. yılı. 25 Şubat 1986 tarihinde modern dünya tarihine diktatör lakabıyla geçen Marcos’un televizyonda yaptığı konuşmada “Duruma hakimiz” cümlesi son açıklaması olmuştu. Böylece 1965 yılında başlayan Marcos rejimi, ‘Halk Gücü’ adı verilen sivil hareketle sona erdi. Marcos ise sürgünde yaşadığı Hawaii’de 1989 yılında hayatını yitirdi. Halk hareketi o günden bu yana Filipinler’de toplumsal yenileşmenin çabasını sergilerken, bir başka yenilenme de Marcos ailesi içinde yaşandı. Marcosu diktatör hatta Asya’nın Hitler’i lakabıyla anılmasına sebep olan ise 1972 yılında ilân ettiği sıkıyönetim oldu.

Marcos sonrası dönem sadece Filipinler için değil, bölgedeki değişim sürecinin de bir parçasını oluşturuyordu. Nato ve Varşoa Paktları arasında gerçekleşen Soğuk Savaş yıllarının Güneydoğu Asya’daki karşılığı olarak baş gösteren gelişmeler zinciri, 1986 yılı Filipinlerde Marcos için son anlamı taşıyordu. Endonezya, Tayland, gibi uzun erimli, ordu destekli ve iktidarların belli aileler arasında paylaşıldığı bölge ülkeleri sıralamasında bu nedenle Filipinlerin de bir yeri bulunuyor.

‘Marcos rejimi’ derken, var olan yönetimsel ve karizmatik gücünü her noktada kullanan bir siyasiyi anlamamak gerekir. Bunun ötesinde, ailevi ve yakın ilişkilerden eko-siyasi ve askeri elite veya bir başka ifadeyle ekonomi ve cunta kronilerine doğru yayılan bir ilişkiler silsilesi karşımıza çıkar. Örneğin, bölgenin en büyük ülkesi konumundaki Endonezya’da da gözlemlendiği üzere ‘diktatörler’ dönemlerinin baskının doğurduğu bir tür ‘disipliner’ toplum oluşumu, kimi çevreler tarafından ‘siyasi’ ve ‘toplumsal’ istikrar olarak değerlendiriliyor. Bu istikrarın anlamı iktidarda değişim değil statüko, ekonomi de ise bir tür kalkınmacılıkla birlikte herkese, karınca kararınca yeten ve bize kast sistemi bölüşümünü hatırlatan bir gelir düzeyinin olması geliyor.

Kalkınmanın temelde iktidar aygıtının çeşitli kollarındaki insan gücünün birdenbire aydınlaşmışlık ruhuyla üretken ve verimlilik ortaya koyması değil, dönemin şartlarının bir gereği olarak tüm çıkar ilişkileriyle kapıda bekleyen uluslararası kurumların ülkeye akıttıkları dolarlarla ilintilidir. Ve özellikle bu süreçte, ekonomik kalkınma noktasında, iktidar sürecine eklemlenen aile/ler, siyasi ve ordu elitine ayrılan payın oranı, elbette ki geniş halk kitlelerinkiyle karşılaştırılmayacak boyutlarda gerçekleşiyordu.
Filipinler’de ortaya çıktığı üzere, bu sözde kalkınmacı yıllara arka çıkan ise, -askeri üsler meselesinde olduğu üzere- Amerikan müdahaleciliğinin varlığını güçlü bir şekilde hissettirmesidir. Adına kalkınmacılık denilen olgunun ise, istikrar ve süreklilikten uzak dönemlik bir enerjinin açığa çıkışı olarak değerlendirmek gerekir. Yoksa, aradan geçen onca zamana rağmen, bugün dahi, 9 Mayıs’ta yapılacak başkanlık seçimlerinde aday olan beş siyasetçinin gündeminde ‘yoksulluk’ ilk sırada almaması gerekirdi.
 
Filipinlerde devlet başkanı Marcos’u görünür kılan unsur, eşi Emilda’nın yaşam tarzı dersek yanlış söylemiş olmayız. On yıllarca yoksullukla mündemiç bir toplumda, iktidar aygıtının başında olmakla aç gözlülük ilişkisini ortaya koyan Emilda’nın yaşam tarzı, bireysel bir hazzın, siyasalın ötesinde toplumsal bir yozlaşmaya dönüşümünün adıdır aynı zamanda. Bu bireysel tarz, toplumda ‘onun gibi olmak’ psikolojisine yenilen kitlelerin olan biteni meşrulaştırması ise, aradan geçen onca yıla rağmen ‘Marcos ailesinden’ tek bir ferdin bile ‘adalet’ karşısına çıkartılamamış olmasıdır.

Bunda şaşılası bir taraf yok. Çünkü Marcos’lu uzun yıllarda, diğer kurumlar gibi adalet kurumuna da biçilen rol, meyvesini -tıpkı Suharta ve ailesine karşı açılan neredeyse tüm davalar gibi- sonuçsuz kalmaya mahkum bir durum ortaya koyarak veriyor. Öyle ki, yolsuzluklar tarihinde kayda değer bir yeri olacak şekilde, bugün dahi ülke içi ve dışında sayısı yüzü bulan davada Marcos ailesinin haksız sahip olduğu ve milyar dolarla ifade edilen hesabı sorulmaya çalışılıyor.

Süreçte, iktidar kaybının izleri yavaş yavaş silinmesinin ardından aile fertleri ulusal politikada yeniden rol aldılar. Örneğin, Imelda Marcos kongre üyeliğini, kızı Imee Marcos ise valilik görevini sürdürmesi kanıksanmışlığı ortaya koyuyor. Oğul genç Ferdinand Marcos ise, 9 Mayıs’ta yapılacak başkanlık seçimlerinde başkan yardımcısı adaylığı için başvuruda bulundu.

Aslında Marcos ailesinin siyaset sahasında ‘yeniden dirilişi’, kendi başına bir aklanma çabası da değil.  Yukarıda değinildiği üzere, yirmi yıllık süre zarfında baba Marcos’un çevresinde kümeleşen tikel kişiler ve sosyo-politik çıkar gruplarının aradan geçen süre zarfında ülkenin önde gelen dinamiklerinden olmaya devam ettiklerini gösteriyor. Ve bu gruplar lider karizmasının gölgesinin ailenin diğer fertleri üzerine yansımasından hareketle yeni bir sürecin toplumsal dimanosu faaliyet gösteriyorlar. Söz konusu bu kitle, baba Marcos dönemini ‘altın dönem’ olarak adlandırırken, bunun kendileri nezdindeki karşılığının maddi çıkarlarla örtüştüğünü açık/gizli izhar ediyorlar.


Marcos rejiminin sona erişinin 30. yılında, iktidarının son günlerine yaklaşan Devlet Başkanı Aquino, -ki babasını 1983’de faili meçhul cinayete kurban gitmişti- “Marcos sonrasında ‘ülkenin onur ve haysiyetini’ yeniden kazanması için otuz yıl geçmesi gerekiyordu” açıklaması dikkat çekicidir. 

Rabu, 24 Februari 2016

Malezya’da “Sultanlıklar” Neye Tekabül Eder? / The Meaning of ‘Sultanates’ in Malaysia? http://www.dunyabizim.com/Manset/23196/malezyada-sultanliklar-neye-tekabul-eder.html

Adil Yurtkuran                                                                                                                            24 Şubat 2016

Günümüzde Malay dünyasının bir bölümünü oluşturan “Malezya Federasyonu” adıyla anılan ülkede on üç eyaletten dokuzunda ‘sultanlar’ varlığını sürdürüyor. Malay Yarımadası’ndaki bu sultanlıklar güneyde Singapur Adası’na komşu Cohor ile Malaka Boğazı’nın kuzey sahili boyunca uzanan Negeri Sembilan, Selangor, Perak, Kedah ve Perlis; Doğu Çin Denizi’ne bakan doğu tarafında ise Pahang, Terengganu ve Kelantan’dan oluşur.

Bu sultanlıkların, bölge tarihinde kayda değer bir yeri olan Malaka Sultanlığı’nın varisleri olduğu söylenegelir. Portekizlilerin, Hindistan üzerinden Doğu Adaları’na açılma sürecinde 1511 yılında Malaka şehir devletini ele geçirmelerinin ardından, önce Cohor adıyla kurulan siyasi yapı, zamanla bölge Müslümanlarının çeşitli alt etnik oluşumlar bağlamında zamanla sayısı dokuzu bulan sultanlıklar şeklinde organize olmalarına neden oldu.

Bu dokuz sultanlığın varlığının neye tekabül ettiğine dair kapsamlı bir bilgi sahibi olmak bir yana, bizdeki varlıklarının ‘uzaktan bir seda mahiyetinde’ dahi olduğu şüphelidir dersek yanılmış olmayız. Öyle ki, bu ‘Sultanlıkların’ 16. yüzyıl başlarından 20. yüzyıl ortalarına kadar gündemde olan uzun sömürgecilik döneminde farklı ‘sömürgeci güçlerle’ ne türden ilişkiler geliştirdiklerine ve nasıl olup da uzun sömürgecilik süreci sonrasında ‘yeniden’ modern dünya içerisinde rol alabildiklerine dair bilgimiz de yok denecek kadar sınırlıdır. Bu dokuz sultanlıktan adı sıkça duyulan da Cohor’dur ve bu Sultanlık bağlamında ortalıkta dolaşan hususlar da, bazı çevrelerce kolaylıkla manipülasyona indirgendiğinden, ‘Cohor ve çevresinde’ olup biten önemli gelişmeleri anlama çabasına girişildiğini söylemek de güçtür. Bu bağlamda dikkat çekilmesi gereken, “Peki bu sultanlıkların siyasi varlıkları neye tekabül ediyordu, farklı sömürgeci güçlerle ne türden ilişkiler geliştirmişlerdi, bağımsızlık öncesinde verilen mücadelelerde nerede konuşlanıyorlardı ve bağımsızlık sonrasında da modern ‘ulus devlet’ içerisinde ne şekilde yer aldılar ve almaya devam ediyorlar?” sorularıdır.

İşte bu çerçevede, kısa bir süre önce yayınlanan bir esere dikkat çekmek istiyorum. Donna J. Amoroso’nun, başlığını “Gelenekselcilik ve Sömürge Malayasında Malay Yönetici Sınıfının Ortaya Çıkışı” şeklinde çevirebileceğimiz eseri, ABD’de, Güneydoğu Asya çalışmalarının öncü akademi merkezlerinden Cornell Üniversitesi’nde 90’ların ortalarında tamamlanmış doktora tezinin gözden geçirilmiş baskısından bahsediyorum. Yukarıda dile getirdiğim hususlara ve sorulara, arşiv belgeleri başta olmak üzere birinci el kaynaklara dayanarak açıklık getirmeye çalışıyor.

‘Amoroso’ ismi Malay sömürgecilik tarihi konusunda çalışanların pek de duydukları bir isim değil. Ancak ‘merhumenin’ doktora çalışmasının yayınlanmasıyla, bu alanda önemli bir boşluğu doldurduğuna ve isminin literatürde şu veya bu şekilde yer alacağına kuşku yok. Amoroso’nun bu eser yayınlanana kadar ilgili akademi çevrelerinde yer almamasının önemli bir nedeni, mesaisini araştırma ve yayıncılık konusundaki eğitimlere ayırmış olması.

2014 yılında basımı gerçekleştirilen Donna’nın bu çalışması, Singapur Ulusal Üniversitesi ve Malezya Stratejik Enformasyon ve Araştırma Geliştirme Merkezi’nin ortak yayını. Toplam yedi bölüm ve 276 sayfadan oluşan bu çalışma siyaset bilimi, antropoloji, din sosyolojisi, tarih, sömürge sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, uluslararası ilişkiler gibi sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında Malay dünyası okumalarında yer alacak mahiyette.

Eserin başlığında geleneksel Malay yönetiminin ‘ortaya çıkışı’ denilmekle birlikte, tarihin bir döneminde kalan bir siyasi ilişkinin ötesinde, bugüne kadar uzanan bir yapılaşma gündeme taşınıyor. Bu bağlamda, yazarın temel araştırma sorununun, bugünkü Malezya Federasyonu’ndaki dokuz sultanlığın siyasi ve toplumsal karşılığını anlama çabasıyla hareket ettiği görülüyor. Bu araştırma, sadece adına ‘Malezya Federasyonu’ denilen ülkenin tanınırlılığıyla sınırlı değil. Aksine, erken dönem Malay sultanlıkları idaresi, siyasi elit ile halk kesimleri arasındaki ilişki kadar, İslam dünyasında sömürgecilik ve ‘Müslüman yönetimler’ arasındaki bağın anlamlandırılmasına katkı yapması bakımından da dikkat çekicidir. Tam da burada, İslam dünyası/tarihi/medeniyeti gibi kavramlar gündeme taşındığında İslamlaşma süreçlerini değişik bölgelerinde erken dönemlerden itibaren tanıklık ve tecrübe etmiş olan Malay dünyasının ‘es geçildiğini’ bir kez daha hatırlatmakta fayda var.

Eserin başlığıyla ilgili bir hususa değinmek istiyorum. Bu eserle gündeme taşınan ve varlığı bugün devam eden ‘siyasi gelenekselcilik’ olgusunun, modern bir ulus devlet yapılaşmasına konu olan Malezya Federasyonu için bir tezat teşkil ettiği iddia edilebilir. Öte yandan, ‘uzaktan bir bakışla’, modern bir ‘ulus devlet’ içerisinde ‘sultanlık’ gibi dini/geleneksel bir yapının varlığının Müslümanlar için kulağa hoş gelen bir yanı da yok değil. Ancak bu ‘hoşluğun’, neye tekabül ettiği veya bir ‘boşluğu’ doldurup doldurmadığı da pek üzerinde durulan bir husus değil.

Bu çerçevede, 1786 yılında başlayan uzun erimli İngiliz sömürgeciliğinin Malay Sultanlarının varlığını koruma kadar, bu dini/siyasi yapılara yön ve biçim vermede sergilediği ‘müdahalecilik’, eserde soluk kesici bir mahiyette ele alınıyor. Adına ‘dolaylı’ denilen bu müdahalecilik, Malay toplumlarına ‘sınırlı’ alanda tanınan bir tür otonom yapıdan müteşekkildir. Dini bir içeriğe denk gelen veya İngilizlerce öyle anlaşılan veya anlamlandırılan ‘Sultan’, yerli topraklarda bir kontrol mekanizması hükmünde karşılık bulmuştur. Bu kontrol, Malay toplumlarının dinle bağdaşıklıklarını ‘yönetmeye’ matuf, bir tür idari mekanizmadan ibarettir. Öte yandan, mülkiyet hakları, ticari serbestiyet, sermaye akışı gibi idarenin diğer alanları ise, İngilizlerce ‘gönüllü olarak’ üstlenilmiştir (s. xxiii). Sömürge yönetiminin ‘geleneksel eliti’ koruma ve kollama vazifesi, temelde Malay toplumunu yönetebilmenin bir aracı kılınmıştır. Bu noktada, Malay toplumunun ‘liderlerine’ yönelik İslam öncesi dönemden getirilen ve ‘yarı uluhiyete’ tekabül eden ‘sıkı bağlılık’ (s. xxv), kuşku yok ki İngiliz yönetiminin gözden kaçırmadığı bir gerçekliktir. Tabii idarenin bu şekilde paylaştırılması, Malay toplumundaki bir başka siyasi gerçeklikten, yani Malay yöneticiler için siyasi meşruiyetin zeminini ‘toprak’ değil, kontrol altında tutulan insan gücü oluşturmasından besleniyordu (s. 45).

Şimdi böylesi bir yapıyı güncelleme gereği duyan İngilizlerin, tüm toplumsal ve siyasal devrimlere rağmen, kendi Adaları’nda korumayı yeğledikleri monarşinin, Malay dünyasındaki sultanlıkların formelleştirilmesinde rolü olduğu söylenebilir. Öte yandan, ana monarşi hanedanlığından vazgeçebileceği -ki bunu ‘Cohor ve Perak özelinde’ görmek mümkün-, İngiliz sömürge yönetimi yeni hanedanlıklar üretmekte de zorlanmamış, monarşi kurumunun yeniden yapılaşmasında bizatihi aktif rol almıştır (s. 34, 53). Öte yandan, neredeyse belli başlı tüm sultanlıklardaki hanedanlık kavgalarında ‘aracı’ rolü oynayan İngilizler, belirleyicilik hususunda ellerinden geleni yapmaktan da geri kalmamışlardır. Ancak bu ‘dış müdahaleye’ rağmen, Malay toplumlarında ‘lidere’ bağlılık olgusunda değişme rastlanmaz. Bu anlamda, İngilizlerin ‘acaba toplumdan bir tepki gelir mi?’ yollu çekincelerinin olduğunu söylemek de güç. Aksine halkın ya geleneksel hanedanlık veya ‘icad edilmiş hanedanlık’ olsun liderlere bağlılığı şu veya bu şekilde ‘sömürge efendilerine’ bağlılığın da bir tür garantisi olması sömürge yönetimince kabule şayan bir durum olduğuna şüphe yok (s. 97).

Singapur Adası merkezli kurulan İngiliz sömürge yönetiminin Malay Sultanlarının bireysel varlıklarını korumanın ötesinde, onlar üzerinde Malay topluluklarını ‘sevk ve idare’ etmede araçsallaştırması sürecinde, ‘sembolik’ değerler üzerinden yol aldığı görülür. Bu bağlamda her bir sultana tahsis edilen ‘İngiliz Danışmanlar’ın (Resident) ‘rehberliğinde’ ‘sultanlık kurumunun’ yeniden inşası gerçekleştirilir (s. 80). Bu inşa süreci, sultanlar üzerinden Malay toplumuna ulaşmanın adı da olur. Takvime bağlanmış bir dizi ritüel, sultanları toplumsal görünürlüğünü modern bir evreye taşırken, halk nezdinde de var olan bir “İslami yönetim” olgusuna kani kılar. Aslında burada, önceki süreçlerde pek de böyle işlemeyip işlemediğine bakılmaksızın, İngiliz aklının bir ürünü olarak Sultanlık kurumu ‘dinle temasa yapılan başat bir vurguyla’ siyasetin dışına itilmiştir. Nedense sultan ile gelenek ve din arasında kurulan ilişkide -din özelinde- ‘alimler sınıfı’ gibi bir kurumun varlığı İngilizlerce dikkate alınmadığı gibi, Sultanlar tarafından da ‘alimlerle ilişkilerin’ varlığı ortaya konulmaz. Tabii burada İngiliz sömürge yönetimi için dikkat çekilen husus, yukarıda kısaca söylemeye çalıştığım gibi, Malay Yarımadası’nın ‘yönetiminin paylaşımı’nda Sultan’ın payına düşenle İngilizlerin payına neyin düştüğünün hesabıdır.

Tabii, ‘Sultanlar’ demişken, bu geleneksel yapının yirminci yüzyıl ilk yarısında iki savaş arası ve sonrası dönemin bölgedeki siyasi hareketleriyle bağlantısı yadsınamaz. Eserde bu dönemle ilgili görüşler çerçevesinde ‘sultanların mı’ yoksa, özellikle sömürgeciliğe karşı başlatılan aralarında sosyalist, İslamcı ve milliyetçi kesimlerin kesiştiği siyasi hareketlerin mi başat rol oynadıkları sorusuna cevap bulmak mümkün. Bu bağlamda, İngiliz sömürge yönetiminin Malay Yarımadası’nı bir yandan kendi başına ayakta durabileceği bir Malay milliyetçiliği, öte yandan diğer antropolojik anlamda Malay topluluklarının da içinde yer aldığı Doğu Takımadaları’nın da eklemleneceği Pan-Malay ruhuna karşı ‘Sultanları’ ve içinde yer aldıkları siyasi yapılaşmayı bir tür koz olarak kullandığı hatırlanmaya değer (s. 169).  Bu sürecin, örneğin çevre ülkelerdekine benzer geniş bir halk hareketiyle eski rejim yerine, dönemin özelliklerine matuf bir siyasi yapılaşmayi getiremeyişi de üzerinde hassaten durulmayı gerektiriyor. Bu süreci,1942’deki Japon işgali ve işgal üzerinden bölgede zaten bir şekilde yeşermiş olan milliyetçiliğin kuvvet kazanmasıyla birlikte değerlendirmek gerekir. Ancak ‘hikayenin’ burada bitmediği ve Japonya’nın devre dışı bırakılmasından sonra eski sömürgeci İngilizlerin bölgeye girişiyle yeni bir siyasi modele kapı aralanır.

Eserde, 1946 ve 1957 yılları arasında bağımsızlığa giden uzun süreçte Malay Yarımadası’nda siyasi hareketlerden biri olan Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’nu (UMNO) harekete geçiren siyasi akıl ve bu aklın geleneksel elitle olan bağı da ele alınıyor. Bu anlamda, 58 yıldır Malezya’da iktidarda olan UMNO’nun varlığının Sultanlık kurumlarının varlığının devam etmesiyle kopmaz bir bağı olduğu gündeme taşınıyor. Bu husus, hiç kuşku yok ki, UMNO’yu 1930’lardan itibaren ortaya çıkmaya başlayan Malay ulus bilinci çevresinde örüntülenen siyasi hareketlerden ayıran bir durum.  

Ancak eserin tamamı okunduğunda 2. Dünya Savaşı sonrasında UMNO özelinde -yeniden- başlayan milliyetçilik hareketi ile, 1957 yılında gelen bağımsızlık ve sonrasında ‘sultanlıkların’ kazandıkları meşruiyetin temellerinin sömürgecilik döneminde atıldığına dikkat çekiliyor. Dolayısıyla ortada İngiliz sömürge yönetim aklının ortaya koyduğu bir tür siyasi yeniden-yapılaştırmanın Malay Yarımadası’nda uzun erimli bir proje çerçevesinde gündeme geldiği görülür. Arada kopuşlar, Malay İslamcı ve entellektüel çevrelerinin dayandıkları ideolojik yapılaşmalar ve bu anlamda ortaya konan eğitim ve yayın faaliyetleri, İngiliz ‘icadı’ gelenekselci siyasi elitin varlığı karşısında bir sınırlılığı da içinde taşır.

Malay sultanlıklarının varlığının bugün de sürdüğü dikkate alınacak olursa, konunun tarihin karanlık dehlizlerinde kalmadığı, aksine dünden bugüne ve bugünden düne oldukça sıkı bağdaşıklıkların olduğu görülür. Malay dünyasının Malezya kesimindeki hikâyeyi anlama çabasına devam edelim.

http://www.dunyabizim.com/Manset/23196/malezyada-sultanliklar-neye-tekabul-eder.html

Sabtu, 20 Februari 2016

ABD-ASEAN Zirvesi’nin Anlamı / The Meaning of the US – AEAN Summit

Cihan Kurtaran                                                                                                19 Şubat 2016

15-17 Şubat tarihleri arasında Kaliforniya Sunnylands’de yapılan ABD-ASEAN zirvesi, ASEAN sınırları dışında gerçekleşen bir organizasyon olmasıyla tarihe geçti. Zirve’de tek eksik, hükümet çalışmalarının sürdüğü Myanmar’da halen devlet başkanlığı koltuğunda oturan Thein Sein’in zirveye katılmamasıydı.

Bu zirvenin, Başkan Obama’nın iki dönemlik başkanlığında tarihe ‘başarı’ hanesi olarak geçecek icraatlarından biri olduğuna kuşku yok. Bu zirveye gelmeden önce en son buluşmanın, geçen Kasım ayında Kuala Lumpur’daki ASEAN Zirvesi’nde olduğunu ve Başkan Obama “istikrar, barış ve kalkınmanın” önemine dikkat çeken bir konuşma yaptığını hatırlıyoruz. Bu bağlamda, Sunnylands zirvesi geçen yıl plânlansa da, aslında temelleri Hillary Clinton’ın ‘Asya Çağı’ kavramsallaşmasını dile getirdiği, ilki 2007 ikincisi de 2011’deki iki önemli makalesine dayanıyor. Clinton’ın Foreign Affairs dergisindeki “21. Yüzyıl’da Güvenlik ve Fırsatlar” ve “Amerikan’ın Pasifik Yüzyılı” başlıklı makaleleriABD’nin bölgede gerçekleştireceği inisiyatiflerin ipuçlarını veriyordu.

Tabii ‘Asya Çağı’ kavramını bütün bir Asya coğrafyası için değerlendirmek yerine daha öze inerek, Doğu ve Güneydoğu Asya olarak belirlemek gerekir. En azından bu iki bölgenin kalkınmacı bağlamlarda geniş Asya kıtasına öncülük ettiğini dikkate almak gerekir. ABD’nin bu yüzyılda gelişmelerin merkezinde olacağını ‘haber verdiği’ bu makalelerinden sadece görece kısa bir süre sonra gerçekleşen ‘Sunnyland Zirvesi’, ABD’nin bölgeyle ilişkilerinde geldiği noktayı oldukça somut bir şekilde ortaya koyuyor.

ASEAN, üye ülkeler arasında daha çok ekonomik bağların öne çıktığı bir yapı. Bunu pekiştiren ise, geçen yıl sonunda ilân edilen ASEAN Ekonomi Birliği oldu. Ancak bu bloğa üye ülkelerin siyasi yapılaşmaları birbirinden farklılık göstermesine rağmen, ABD yönetiminin bu farklı siyasal yönetimlerle sürdürdüğü ilişkilerde sergilediği performans, onu ‘başarılı’ bir aktör’ olarak ortaya çıkarıyor. Bir yanda Bruney’de Sultan; Kamboçya’da otuz yıldır iktidardaki komüsint parti lideri; Malezya’da bir yılı aşkın süredir başı kimi yolsuzluklarla anılan Başbakan; Myanmar’da askeri rejimden sivil rejime ve demokrasiye geçiş süreci; Tayland’da askeri cuntan  yönetiminin güç temerküzü gibi birbirine taban tabana zıt rejimlerle aynı masaya oturabilmek ve bu siyasi yapıları ve liderlerini aynı masa etrafında toplayabilmek kuşku yok ki geniş bir stratejik referansın ürünü.

Üç gün sürecek toplantılarda, ABD’nin ASEAN ile ticari ve yatırım ilişkilerini artırma yönünde argümanla hareket ederken, beklendiği şekilde Çin’le ilgili bazı siyasi açıklamalarda şu veya bu şekilde gündeme taşındı. Bununla birlikte, Obama’nın özellikle Güney Çin Denizi konusundaki açıklamalarının tehditvari bir yönü olmadığı, aksine ASEAN liderlerinin görüşünü dile getirdiği imajının son derece belirgin olduğu bir yaklaşım sergiledi. Bölgedeki Adalar krizinden hareketle sorunların ‘konuşalarak’ çözülmesi yönündeki talep aslında tastamam ASEAN’ın hem Çin’e hem de ABD’ye daha önce sunduğu görüşlerin tekrarı mahiyetinde. Bu noktada, ev sahibi ABD’nin ‘şahin’ bir duruş sergilemediği gibi, hem Çin hem de ABD ile ilişkilerinden taviz vermek istemeyen ASEAN’ın konuya yaklaşımının da belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.

Bu noktada ABD açısından zirvenin en önemli yapıcı yönü ASEAN ile ekonomik işbirliğine daha da ağırlık vermekti. Bunun hem var olan ABD-ASEAN ekonomik işbirliği hem de ASEAN üyelerinden Vietnam, Malezya, Singapur ve Bruney’in bu ayın başında Yeni Zelanda’da nihai olarak imzalanan Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’na (TPPA) taraf olmalarının da rolü var. Tüm eleştirilere ve ABD dahil bazı üye parlamentolarında onanmayı beklemesine rağmen, ABD’yi Birlik’le ekonomi işbirliği alanında teşvik eden önemli husus, 42 trilyon dolarlık bu ticaret işbirliğine dahil olmak için, özellikle Endonezya ve Filipinler devlet başkanlarının istekli oluşlarıdır. Endonezya ASEAN ekonomisi içerisinde ilk sırayı aldığı ve Filipinler’in Aquino iktidarı döneminde kayda değer atılımlar yaptığı ve ABD’nin bölgedeki geleneksel müttefiki konumunda olduğu unutulmamalı. Bu ikiliye eklenecek üçüncü ülke ise Tayland.

Tayland’ın da ABD ile yakın ilişkileri olduğu bilinmekle birlikte, bir türlü ‘sivil demokratik değerleri’ uzun erimli olarak hayata geçirmemiş olması ABD’nin bu ülkeden arzu ettiği verimi almasına engel oluyor. En son olarak 2014 yılı Mayıs’ın yaşanan askeri darbe ve ardından kurulan asker kökenlilerin atındığı başbakan ve meclis ümit vermediği gibi, ABD tarafından eleştirilere hedef oluyor. Bu nedenle, askeri rejimin varlığı bu sürecin ne şekilde işleyebileceği konusunda belirsizliğe yol açıyor.

ABD’nin başta bu üç ülke olmak üzere diğer ülkeleri de TPPA’ya hazırlanmaları noktasında özellikle ticari mevzuatlarını gözden geçirmeleri konusunda teşvikine tanık olunacaktır. Zaten, bir süredir olduğu gibi, zirve sırasında da Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo’nun ‘dış yatırımların önünü açacak yasal süreçlere hız verilmesi’ konusundaki vurgusuna tanık olundu.

ABD yönetimince ‘yüzyılın ticaret anlaşması’ olarak adlandırılan TPPA içinde yer almak için diğer üye ülkeler de tüm çabayı sarf edecektir. Bu noktada ilgili ülkelerin, ABD’nin ‘ticari değerlerini’ göz ardı edecek bir yaklaşım sergilemeleri beklenmiyor. Aksine, tüm çekincelerine ve bilinmezlerine rağmen, bu yeni açılım içerisinde yer almak ulusal ekonomi stratejilerinin bir parçası haline gelecektir. ASEAN’ın önde gelen ülkelerinin TPPA bloğunda yer almalarıyla birliğin Laos, Kamboçya ve Myanmar gibi küçük ekonomilerinin de aynı ekonomik yapılaşmaya konu olmasında kayda değer bir rolü olacaktır. ABD yönetiminin ilk etapta Cakarta, Singapur ve Bangkok’da açmayı plânladığı merkezler vasıtasıyla bölge ülkelerini TPPA yapılanmasında yer alacak şekilde alt yapı hazırlıklarında ilgili ülkelere ‘yardımcı’ olmayı hedefliyor.

Bu bölgeyi ABD için ekonomik cazibe merkezi kılan husus 620 milyon nüfusa, orta sınıflaşmaya veya tüketimciliğe ulaşma konusunda engel tanımayan geniş bir iş gücüne, 2.6 trilyon hacmindeki  ekonomiye sahip olması gibi özelliklerdir. Buradan hareketle ABD’nin bölgeye yönelik ilgisinin yeni başlıyormuş gibi de algılanmamalı.  Böyle bir sav, ABD’nin bölgeyle 20. yüzyıl boyunca girdiği ilişkilerin göz ardı edilmesi demek olur. Aksine, ASEAN’ın kuruluşu öncesi ve sürecine göz atıldığında başat aktörün ABD olduğu görülecektir. Güneydoğu Asya hiç kuşku yok ki, Doğu Çin Denizi’nden başlayıp bir yandan Kızıl Deniz’e, öte yandan Güney Afrika’ya uzanan Hint Okyanusu su yolunu küresel bir ticaret ve güvenlik denizi anlamına getiren bir coğrafya. Bu coğrafyanın Soğuk Savaş dönemindeki karşılığı, bir ‘istikrar’ olgusundan, iki bloktan hangisinin yanında yer alacağıyla alâkalı bir süreçti. Bu bağlamda, özellikle bölgenin coğrafi ve nüfus olarak en önemli ülkesi Endonezya, Filipinler ve Tayland’da gerçekleştirilen darbeler ve ABD yansılı başkanların, hükümetlerin iş başında oluşu bölgenin Batı-Doğu ayrışmasındaki yerine de ışık tutmaktadır.

ABD’nin bölgeyle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ilgisi kimi zaman azalma eğilimi gösterse de hiçbir zaman sona ermedi. Bu yüzyıl başında da bölgesel ve küresel gelişmeler bağlı olarak yeni bir strateji ile Güneydoğu Asya ülkeleri ile ilişkiler derinleştiriliyor. Sunnyland Zirvesi bu anlamda iki döneminin sonuna yaklaşan Obama yönetiminin geldiği noktayı göstermesi açısından dikkat çekicidir.


Senin, 15 Februari 2016

Çin ve futbol / China and Football

Cihan Kurtaran                                                                                               15 Şubat 2015
Çin’de futbol kulüplerinin transfer politikaları küresel piyasalara hareket getirmeye devam ediyor. Son dönemde, aralarında Türk futbolcuların da olduğu bir grup futbolcunun rekor transfer bedelleriyle Çin’e taşınması, bu sürecin devam edeceğinin de bir göstergesi. Çin futbolunda ‘çıkış’ olarak adlandırılan bu eğilimin salt “futbol sevgisi”yle açıklanması mümkün değil. Devlet teşkili ve yatırımlarıyla önemli bütçelere kavuşan kulüplerin dev transferleri ülkenin küresel görünürlüğünde yeni bir alan olmaya aday.
Çin, özellikle 2000’li yılların başından itibaren Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğiyle başlayan süreçte küresel kurumlarla işbirliğini geliştirirken, bir yandan da ekonomik kazanımını siyasi ve askeri alanlarda da sergileme eğilimi gösterdi. O dönem, örneğin 1998’de Çin ulusal futbol takımı dünya sıralamasında 51.ydi. Futbolda söz sahibi olmasa da, Çin’in yüzme, jimnastik gibi sportif branşlarda dikkat çekici bir hususiyeti vardı.
Ekonomi ve askeri alanda gözlemlendiği üzere maddi ilerlemeciliğe endekslenmiş ulusal politika, son dönemde bu açılımını futbolda da sergileme eğilimi sergiliyor. Bu anlamda, Çin futbolunda son dönemde “flaş transferlerin” gündeme gelmesinde, 2013 yılında Devlet Başkanlığı koltuğuna oturan Şi Cinping’in bu spor branşına verdiği özel önem yadsınamayacak boyutta. Öyle ki, gene bugün büyük transferlerle anılan bazı kulüplerin doğrudan devlet desteği alması da, kuşkusuz ki ‘devlet politikasının’ bir ürünü.
Bugünlerde adı transferlerle öne çıkan Şanghay kulübünün bundan sadece on yıl önce kurulduğu hatırlandığında böylesi kısa bir geçmişe rağmen, başarıyı ‘kısa yoldan’ edinme çabası elde edilen maddi servetten başka bir şeyle izah edilemez. Kulübün bu kısa tarihinde bile son üç yılını ülkenin ‘birinci ligi’nde sürdürmesi de bu ‘olanaksızlığı’ ortaya koymaya yetiyor. Ancak kulübün bugün dev transfer meblağlarını gözden çıkarmasının temel nedeni arkasında ‘devlet desteği’nin olması. Bu da, yukarıda dile getirdiğim ‘devlet ideolojisinin’ sportif etkinliklere doğrudan nüfuzuyla paralellik arz ediyor.
Başkan’ın ekonomik kalkınmayı istikrarlı bir şekilde sürdürme, yolsuzluklarla mücadele ve orduyu reorganize etme gibi reformcu olarak adlandırılan politikalarının yanı sıra, sporun en popüler yanını oluşturan futbolla Çin’i küresel anlamda adından söz ettirecek ülke konuma getirmek istemesinin anlaşılır nedenleri bulunuyor. Yani komünist rejimle idare edilen, ancak ekonomisinde de bir o kadar liberalizmin kanatları altına sığınan Çin, tıpkı Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1 Ekim 1949 ilânından sonra ‘modern Çin’in göstergelerinden biri olmasına karar verilen futbol olgusunda olduğu gibi, bugün de Çin ‘devleti’ futbolu yeniden keşfetmek denmese de, futbolla dünya piyasalarına giriyor.
Bu bağlamda Çin bu işi niçin yapıyor sorusunu da sormakta fayda var. Çin, dünyanın ikinci büyük gücü olmasına rağmen, örneğin ABD gibi kendini küresel kamuoyuna kabul ettirecek boyutta ‘kültürel donanımlarının’ olmaması veya var olan geleneksel/kültürel yapılaşmaları küresel boyutlara taşıyacak araçlardan mahrum oluşu, ülkeyi ister istemez kısa yoldan bir ‘popülerlik’ rekabetine sevk ediyor.
Tabii bu noktada tümüyle ‘karamsar’ olmaya gerek yok. Futbol’un her ne kadar yukarıda dile getirildiği üzere, 5000 yıl öncesinde Çin’de başlasa da futbolu 19. yüzyıl sonlarından itibaren bir ‘piyasa’ya dönüşümü, yani bir kapitalist sistem tasarımı olarak vücudiyet bulması akıllara Max Weber’in doğu toplumlarının kapitalistleşme süreçlerinde rolü var mıdır, varsa bu nereye kadardır şeklinde açımlanabilecek sosyolojik sorgulamasıyla da bağlantılı.
Çin futboluna yeni bir ivme kazandırması kadar, uluslararası futbol piyasasını da doğrudan etkilemeye yönelik son dönemdeki transfer çıkışları, Çin’in ekonomik kazanımlarının doğrudan bir görünümü mahiyetindedir. Öyle ki, ülkenin doğu ve güney sahili boyunca uzanan ve son otuz yılda önemli ekonomik kalkınma hamlelerine konu olan şehirler kendi futbol takımlarıyla sadece Çin’de değil, uluslararası arenada da boy gösterme yarışında. Bu yarışın ‘ekonomik’ anlamda neye tekabül ettiğini ise, herhalde Çin Süper Ligi takımlarının bu kış sezonunda dünyada transfere en çok para harcayan kulüpler olmasından başka hiçbir şey açıklayamaz.
Çin futbol kulüplerinin devam edeceğe benzeyen bu son transfer atağının ülkede yeni bir tüketim kültürünü ateşlemeye matuf bir yanı da var. Özellikle ülkenin doğu ve güney eyaletlerindeki orta ekonomik kalkınmışlık düzeyi orta sınıflaşmayı artırması bu kitlenin tüketim endeksinin de yükselmesi anlamına geliyor. Bu yönde bir eğilimin emlâktan turizme, eğitimden spora kadar çeşitli alanlara doğrudan yansıma gösterdiğine bir süredir tanık olunuyor.
Ancak Çin’deki bu ‘futbol aşısı’nın ülkenin genç nüfusu üzerinde ‘tüketimin’ ötesinde bir açılıma olanak verip vermeyeceği ise şimdilik tahmin etmek zor. Benzer bir sürecin 2002 yılında Japonya-Güney Kore ortaklığında gerçekleştirilen Dünya Kupası sonrasında da rastlanmıştı. Doğu Asya’nın bu iki ülkesinde futbola dönük yatırımlar uluslararası futbol arenasına futbolcu ihracını da gündeme getirmişti. Akıllara gelen birkaç örneği saymak gerekirse Manchester United’da oynayan Güney Kore’li bunlardan biri. Ancak ‘tek çiçekle bahar gelmeyeceği’nden hareketle Güney Kore’nin uluslararası futbol pazarında ne gibi bir esamesinin okunduğu da tartışılır.
Futbol’un tıpkı endüstrileşme gibi dünyanın bir yerinden alınıp bir diğer yerine monte edilecek ve aynı ‘olumlu’ sonucun alınacağı bir alan olarak düşünmemek için yeterli kanıt var. Bu bağlamda Avrupa kulüpleri içinde bile ‘all stars’ları toplayan kulüp/lerin başarı skalasında bekleneni veremedikleri veya mütevazi bütçelerle ancak uzun erimli kulüp politikalarıyla başarılarına başarı katan kulüpler olduğu vakidir.
Bu çerçevede ‘futbol kültürünün’, yeşerdiği veya yeşermesi beklenen ülkenin sosyo-kültürel dinamiklerinden bağımsız olduğu söylenemez. Çin gibi hâlâ ideolojik olarak ‘komünizmin’ sınırları içerisinde yer alan ‘ekonomisi’yle kapitalizme kapı aralamış bir ülkenin sportif faaliyetleri hangi çerçeve içine oturtacağı da başlı başına ele alınması gereken bir konu.

Senin, 08 Februari 2016

Myanmar’da Yeni Bir Dönem / A New Era in Myanmar

Cihan Kurtaran                                                                                                  8 Şubat 2016

Myanmar’da 8 Kasım’daki genel seçimler sonrasında yeni meclis ilk oturumunu 1 Şubat’ta yaptı. Yarım yüzyıl sonra ilk ‘sivil meclis’in görev sürecinin başlaması anlamına gelen bu tarihi olay nedeniyle bir süredir olduğu gibi dünyanın gözü yine Myanmar’daydı.

İki meclisli temsiliyetin olduğu ‘Myanmar Demokrasisi’nde’ önce ‘Temsilciler Meclisi’ ardından da ülkenin dört bir yanındaki etnik bölgelerden temsilcilerin oluşturduğu ikinci meclis görevine başladı.

8 Kasım’da yapılan genel seçimleri Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) oyların %77’sini alarak önemli bir başarıya imza atmıştı. Seçim sonrası ortaya çıkan tabloda Su Çi’nin başkanı olduğu NLD’nin, yukarıda değinilen iki meclisli yapıda 664 milletvekilliğinden 390’ını kazanması olağanüstü bir başarıydı. Uzun yıllar ülkeyi yöneten cunta rejimi ve onun uzantısı Birlik Dayanışma ve Partisi (USDP) ise, sadece 42 milletvekilliği kazanarak mecliste konumuna geldi. Büyük eleştirilere konu olan 2010 yılındaki seçimler sonunda mecliste çoğunluğu elde eden USDP, elde ettiği bu sınırlı temsiliyetle parlamentoda varlığını sürdürecek. Yeni meclisin pek çok özellikleri arasında ülkenin dört bir yanındaki etnik yapılara mensup milletvekillerinin de mecliste yer almaları oldu.

Kasım ayında yapılan seçim, aslında, 1990’daki seçimin neredeyse bir tekrarı mahiyetindeydi. Bu açıdan dünüşüldüğünde, aradan geçen süre zarfında ordu ve ordu yanlısı güçlerin Myanmar halkına vaatlerinin pek de iltifata mazhar olmadığı kanıtlanmış oldu. Bu, aynı zamanda Myanmar için kayıp bir zaman dilimi olarak da değerlendirilmeyi hak ediyor.

Yeni mecliste ortaya çıkan ’sivil çoğunluk’ temsiliyetine karşılık, ordunun uzantısı kabul edilen USDP’nin mecliste görece az sayıdaki milletvekiline rağmen, ‘ordunun’ siyaset üzerindeki belirleyiciliği devam edeceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bunun somut göstergesi ise, anayasa gereğince, iki meclisli sistemde ordunun yüzde 25’lik ‘seçilmemiş’ temsilcilerinin varlığı, anayasanın ve de olası büyük değişikliklerin önünde müdafii grubu olarak yer almasıdır. Bu durum, özellikle anayasa değişikliklerinde yüzde 75’in üzerinde desteğin sağlanması ‘kuralı’, ordunun rolünü belirleyici kılmaya yetiyor.
Seçimler öncesinde ve sonrasındaki tüm analizlerde, aslında NLD’nin seçimi kazanmasına kesin olmakla birlikte, dikkatler daha çok Su Çi’nin Devlet Başkanı olup olmayacağı veya olacaksa bunun hangi yöntemle gerçekleşecebileceği üzerine odaklanmıştı. Bu konu, Su Çi’nin İngiliz eşiyle evliliğinden doğan çocukları olmasının, ordu tarafından 2008 yılında kabul edilen anayasanın 59. madde (f) fıkrasınca bir engel teşkil etmesinin ötesinde bir anlam taşıyor hiç kuşku yok ki. O da, Su Çi’nin 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren Myanmar’da demokrasi mücadelesinin yegâne lideri olarak bugünlere kadar gelerek, ülkenin sarsılmaz gücü orduya kafa tutmuş olması yatıyor.

Bu bağlamda, özellikle seçim sonrası süreçte NLD ve ordu arasındaki tüm görüşmelerde, meclis başkanlıkları, İçişleri, Sınır ve Savunma bakanlıkları gibi mevkilerin ötesinde Başkan’ın kim olacağı konusu da ilk sırada yer aldı. Adı geçen mevkiler için ordu ‘özel talepte’ bulunurken, bunun karşılığında Su Çi’ye ‘tamam başkan olmanın yolunu açıyoruz’ cevabı, şu ana kadar en azından kamuoyuyla paylaşılmış değil. Öyle ki, yeni meclisin göreve başlamasından bir gün sonra, eski general ve savunma bakanı ve partinin önemli isimlerinden biri olan 88 yaşındaki U Tin Oo yaptığı açıklamada NLD ile Myanmar ordusu arasında başkanlık konusunda henüz bir anlaşma sağlanamadığını açıklıyordu.

Öte yandan, artık yetmişine varmış Su Çi’nin, ‘anaç’ bir tavırla ‘’şahin bir demokrat” tavrı sergilemek yerine, başkanlık dahil yeni parlamento süreçlerini, kontrolünden çıkartmama eğilimine rağmen, gelişmelerin bir anlamda doğal seyrine bıraktığını söyleyebiliriz. Tabii bu ‘ılımlı politika’, onun başkanlığı istemediği anlamına gelmiyor. Yukarıda zikrettiğim U Tin Oo aynı demecinde, “Su Çi neden başkan olamasın ki?” diye cevabı içinde bir soru yöneltiyordu.

Ancak bunu, başta ordu olmak üzere, haklarını alma mücedelesi veren etnik grupları temsil eden parti ve milletvekilleriyle yapacağı uzun soluklu görüşmeler sonrasında yapılabilecek bir anayasa değişikliği sonrasına bırakıyor. 

Yeni meclis sivillerin başarısı olarak tarihe geçerken, üstesinden gelmesi gereken pek çok sorunun bulunduğu da bir gerçek. Bu sembolik başarının hakiki bir başarıya evrilmesi ise, söz konusu sorunların çözümü konusunda meclisin ciddi ve sürdürülebilir bir irade ortaya koyabilmesiyle olacak. Bu sorunların başında, yukarıda kısmen değindiğim üzere ordu ile ne türden bir ‘anlaşma’ yapılacağı ve bunun başkanlık, hükümet ve meclisin şekillenmesini nasıl belirleyeceğiyle ilgili. Başta olmak NLD olmak üzere, diğer partilerden de aday olarak meclise giren çeşitli etnik yapılara mensup milletvekillerinin varlığı, bir yandan çok sesliliği getirmekle birlikte, öte yandan sorunların hangi ölçüde ‘ortak bir algı ve anlayış’ çerçevesinde çözümlenebileceği sorununu da gündeme taşıyor.

Tabii bu bağlamda, etnik yapıların hangi oranda temsil edildiği de başka bir konu. Zaten bu nedenledir ki, seçim sonrasında bile, başta Şan, Kaçin, Kokang ve Arakanlı Müslümanlar olmak üzere belli başlı etnik yapılar yeni hükümetin haklarını ne denli koruyacağı ve ‘birlik hükümeti’ oluşumunda kendilerinin ne denli temsil edilebileceği noktasında endişeleri devam ediyor. Tam da bu noktada, NLD öncülüğünde kurulacak hükümetin politikalarının hiçbir etnik yapıyı dışarda bırakmayacak bütünlükçü bir politika izlemesi gerekiyor. Ancak bu söylendiği kadar kolay üstesinden gelinebilecek bir husus da değil.

Kuşkusuz ki, pek çok siyasi parti ve sivil toplum kesiminin gündeminde ‘reform’ var. Aslında bu reform, 2010 seçimleri sonrasında ‘iktidara gelen’ ordu destekli USDP’nin de gündemindeydi. Ancak USDP’nin reform çabası daha çok uluslararası çevrelerle girilen ilişkilerin, karşılıklı çıkarların ve zorlamaların bir ürünü olarak tarihe geçti. Kaldı ki, bu reform sürecinin ne denli başarılı olduğu da tartışmaya açık. Aradan geçen beş yıllık süre zarfında ortaya konulan çabaların ‘reform’ olarak adlandırılmasında, özellikle Batılı çevrelerin Myanmar’dan beklentileri ölçüsünde yapılanmaları ‘reform’ kategorisinde değerlendirme eğiliminde olmalarının da payını unutmamak gerekir.

Şimdi, önümüzdeki beş yıllık süre içerisinde yeni meclisin elli beş milyonluk Myanmar toplumunu ortak hedefler ve gayeler etrafında buluşturacak bir siyasi modeli belirleme ve bunu pratiğe koyması bekleniyor. Bunun en başında da, daha 1948 yılındaki bağımsızlık öncesi ve hemen sonrasında gündeme gelen ‘eyalet’ sistemi giderek güçlü bir şekilde gündemde yer işgal ediyor. Bunun göstergelerinden biri, bu yönetim biçiminin, USDP hükümetinin gider ayak geçen Kasım ayında ülkenin dört bir yanındaki bağımsızlık ve otonom haklar için mücadele eden çeşitli etnik yapıları ‘barış masasına’ davet etmesinin ardından yüksek sesle toplantılarda dillendirilmeye başlanmasıdır. Kaldı ki, bu barış sürecine davet edilmeyen güçlü etnik yapılar bu yöndeki taleplerini hem ulusal hem de uluslararası çevrelerle yaptıkları görüşmelerde dile getirdiklerine tanık olunuyor.

Etnik yapıları içine alan ve temelde ‘siyasi’ haklar olarak gözüken sorunların üstesinden gelme çabası kadar, ülkede yasal süreçleri tüm toplum bireylerine eşit mesafede uygulayacak bir model geliştirilmesi de zorunluluk arz ediyor. Bu bağlamda, siyasetin zorlu kulvarları kadar, gündelik yaşamın ekonomik zorlukları arasına sıkışıp kalmış geniş kitleleri bu darboğazdan kurtarmanın yollarının başında da endemik yolsuzluklar silsilesine son verme uğraşına bir an önce başlanmasıdır. Bu bağlamda, 4 Şubat’da Yangon’da düzenlenen ‘Uluslararası Finans İşbirliği’ toplantısında dikkat çekilen konuların en başında ülkedeki bu yolsuzluk süreçleri oldu.

Tüm bu gelişmeler ışığında, başta Arakanlı Müslümanlar olmak üzere Myanmar geniş toplumu içinde yaşam süren/sürmeye çalışan kitlelerin var olma ve hak ettikleri siyasi, ekonomik ve toplumsal eşitlik süreçlerine dahil olmaları beklentisinin de olduğu aşikâr. Bununla birlikte, kimi çevrelerin Myanmar’ı salt ‘Arakanlı Müslümanlar’ noktasında değerlendirdiğine ve bolca da ‘umut dağıtıldığına’ tanık olundu. Artık Arakanlıları da unutmadan, Myanmar’ı bir bütün olarak hesaba katmanın ve de ‘boş umut dağıtmak’ yerine, sahanın gerçeklerine göre politikalar ve icraatlar güdebilecek yapılaşmaların gündeme gelmesi gerekiyor.

Bir süredir tanık olunduğu üzere bölgesel ve Batılı güçlerin Myanmar’ın her türlü ‘imkânları’ karşısında bu ülke topraklarında bulunmayı bir zorunluluk arz ettikleri unutulmamalı. Bu sürecin başını da, Myanmar’ı yeniden dünyaya açmanın bir başarı olarak tarihe geçirme niyetindeki Obama yönetiminin çektiği aşikâr. Bundan sonraki süreçte, Myanmar üst yapısından alt yapısına değişimi görece hızlı bir şekilde yaşayacağından hareketle, kendi kabuğunu kıran bir siyasi ve toplumsal organizasyon olmakla kalmayacak, aynı zamanda yanı başındaki ASEAN komşu ülkelerinin benzer süreçlere konu olması için bir örneklik teşkil edecektir. Ancak her şey süt liman da gitmeyecektir.