Minggu, 21 Desember 2014

Açe’de Tsunami’nin 10. Yılı ve ‘Tsunami Türkleri de Vurdu’ / 10th Year of Commemoration of the Tsunami and “Tsunami Hit Turks”

Mehmet Özay                                                                                                                 21 Aralık 2014  
Tsunaminin 10. yılı... Yazının hemen başında, 26 Aralık 2004 tarihinde Açe’de hayatını kaybeden binlerce insanı Rahmetle anmak istiyorum. Bu kitle içerisinde sıradan halktan siyasetçisine, Açe Özgürlük Hareketi’nin hapisteki önemli isimlerinden üniversite profesörlerine kadar pek çok kişi hayatını kaybetti. Tsunaminin onuncu yılı vesilesiyle adına anma toplantısı düzenleyeceğimiz merhum Dr. M. İsa Süleyman’ı ayrıca Rahmetle anıyorum. Onun, Açe konulu çalışmalarının unutulmak bir yana, Açe’nin geleceğinde önemli referans noktaları oluşturacağına olan inancımı yinelemek istiyorum. Bu vesileyle yapacağımız toplantıda Dr. Saiful Mahdi onun akademisyenliğini; Juanda Jamal ile aktivist yönünü ele alırken, eşi Halimatun Sakdiah ise bir eş ve baba olarak İsa Süleyman'ı gündeme getirecek.

Evet şimdi gelelim bizim meselemize...

Doğal afetin getirdiği tüm yıkımlara rağmen, mevcut durumun Açe’nin silkinmesine vesile olacağını varsayılıyordu. Bir anlamda, Açe’nin ‘küllerinden dirilmesine’ vesile olacağı konusunda neredeyse ortak bir inanç söz konusuydu.15 Ağustos 2005 tarihinde Endonezya Cumhuriyeti ile Açe Özgürlük Hareketi arasında imzalanan Barış Anlaşması bunun sembolik bir ifadesi, en azından Açelilerin büyük beklentilerine bir ‘giriş kapısı’ niteliğindeydi. Barışla umutlar yeşermiş, 2006 yılında Valilik seçimlerine konu olan ‘demokratik süreç’, kendilerini on yıllardır Açe mücadelesine adamış insanların  zaferiyle sonuçlanmıştı. Bu zafere, Açe Parlamento binasında ulusal televizyon kanallarının canlı verdiği ve onlarca yabancı misyon şefinin katılımıyla gerçekleştirildiğine ve ardından, ‘Taman Safiatuddin’ meydanında binlerce Açelinin ‘kendi’ liderlerini kucaklamak için toplandıkları coşkulu güne tanıklık etmiştim. Umutlar için bu ‘giriş’ kafi. Daha fazlasına gerek yok...

Tsunaminin hemen sonrasında Açe bir bakir toprak parçası gibi dünyaya açılırken, dünya da ona karşılık vermeye çalışıyordu. Bu karşılığın bir parçasını oluşturan Türkler de orada yerini alıyordu. Bu yer alışın, ‘insani yardım’ denilen olgunun kendi halinde gündeme gelişiyle Açe’de bir karşılığı vardı elbette. Bu noktada, sayısı dört yüzü bulan ulusal ve uluslararası yardım çevrelerinin birbirinden farkı olmadığını da dürüstçe ifade etmek gerekir. Avustralyasından, Kanadasına, Japonyasından Maltasına kadar Açe’ye gelen çalışanı ve gönüllüsü ile yardım olgusunu gündeme getiren tüm oluşumların bir yeri olsa gerek. Bu nedenledir ki, Açe tecrübesi dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük yardım organizasyonu anlamına geliyordu.

O günlerde basında çıkan haberlere baktığımızda ortak dil şuydu, “Tsunami Açe’yi vurdu”. Ancak Tsunami’nin sadece Açelileri vurmadığını, aslında yukarıda kısmen dile getirdiğim ulusal ve uluslararası unsurların Açe’ye akın etmesinin doğurduğu ve küresel ortamda kendini hissettiren yep yeni bir dönemin başlamasından görebiliyorduk. Bu, yardım bilincinin teoriden pratiğe aktarımında, adına Açe denilen toprak parçasının ‘neresi’, Açeliler denilen topluluğun ‘neye’ tekabül ettiğine kadar pek çok soru üzerinde kafa patlatan bireyler ve kesimler olduğunu zamanla görecektik. Bu süreçte Açe, Açe toplumu, Açe kültürü ve tarihi, Açe İslam anlayışı, Açe siyaseti, Endonezya merkezi hükümeti, Endonezyalılar vs. türünden pek çok husus hem sivil kesimlerde, hem siyasi çevrelerde geniş bir şekilde ele alınırken, akademya da -özellikle de uluslararası çevrelerden katılımlarla- üstüne düşen görevi yerine getirmeye çalışacaktı.  Tüm bu hususlar, “tsunami çarpmasının” doğurduğu travmadan çıkışın da bir yoluydu aynı zamanda. Bu “çarpma” ile pozitif bir sürece girilebileceği gibi, şu veya bu şekilde negatif süreçlere doğru da gidilebiliyordu. Burada ‘İşte Batılılar bunu yaptı’ diyerek içerden oryantalist bir çıkış da yapacak değilim. Vakıa o ki, Batılılar bu toprakları, yani Açe’yi ve Açe’yi çevreleyen tüm kültür ve medeniyet bağlamını anlamak için -ister adına pür bilgi edinimi veya keşfi deyin, isterseniz sömürgecilik süreçlerine eklemlenmek için deyin bu noktada fark görmüyorum- çok önceden başlamışlardı. Temelde bu sorunu görmek ve sorunun çözümüne katkı sağlamak için akademi dünyasının içinde olmaya da gerek yok. Bildiğim bir şey varsa, ortada bir sorun var ise, bunu herkes kendi bulunduğu cepheden ele almakla yükümlü olduğudur.

Bu noktada, birşeyler yapıyor olmak ile, bu ‘eylemin’ niçin, neden gibi sorular eşliğinde yapılması arasında farka da dikkat çekmek gerekir. İşte bu nedenledir ki, “Tsunami Türkleri’de vurdu” diyerek bundan beş yıl önce dile getirmiştim. Bunun hiç de son dönemde Türkiye’de yaşanan kargaşayla bir ilgisi de yok. Aksine ortada çok daha vahim bir durum var. Zaten yukarıdaki ifadeyi, yıllar önce, bugün karşı karşıya kalınan mevcut sorunun ötesinde, köklerde ne büyük sorunların olduğunu ortaya koymak için dile getirmiştim.

Yakın geçmişe dönüp baktığımda, yukarıda dile getirdiğim, “Tsunami’nin Türkleri de vurduğu” ifademin belli belirsiz veya yavaştan nasıl ortaya çıkmakta olduğunu fark ettiğim bir iki hadise aklıma geliyor. Tsunaminin daha bir yılı dolmamışken, Leung Bata’da bir ortamda -şeytan nereden aklıma getirdiyse- “Açe-Türk ilişkilerini ele alacak uluslararası bir konferans tertip edilse ne kadar iyi olur. Bu konferans, bu ilişkileri bir eseriyle Türkiye’de gündeme taşımış bir kişinin öncülüğünde de yapılabilir” dediğimi hatırlıyorum. Karşımda oturmuş iri cüsseli bir bey, “Sen ne diyorsun, Başbakan duyarsa ne olur biliyor musun?” minvalli bir çıkışından sonra, bana da nazikçe cenemi kapatmaktan başka bir şey düşmedi. Yukarıda kastettiğim ve Açe’yi Türkiye’de gündeme taşıyan kişi, o dönem bir muhalefet partisinin başkanıydı. Bugünse o kişi, o dönem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ekibine kattığı bir Bakan... Bu kısa anekdotun ve de diğerlerinin, aradan geçen yılların ardından bugün bana öğrettiği bir şey var. Cüsseli beyin ortaya koyduğu yaklaşım, bir tür siyasi yalâkalık değil, haddi zatında bunun çok daha ötesinde problemli bir duruma işaret ediyor. Bu onur ve haysiyetle alâkalı, bir insan tekinin önce kendisinde sahip olabileceği, ardından yakın ve uzak çevresine verebileceği bir anlamlar dizgesiyle ilgilidir. Yukarıda sözü eden kişinin adı, kimliği, hangi yardım veya devlet kuruluşundan geldiği de önemli değil. Çünkü burada kastedilen ‘o’ söz konusu kişi de değil. Aksine kastım, bir algı ve anlama iflasının nasıl kendini öncü konumda gören kurum ve kuruluşların ‘listesinin’ baş yerinde bulunabildiğidir. Temelde bu ‘öncülük’ işi de, bu algı ve anlama iflasının ne denli zararlı olabildiğine de ortaya koyuyor.

Ancak bu süreçte çenesini kapatmayanlar da vardı... 2007 yılından itibaren “Açe-Hint Okyanusu Çalışmaları Merkezi-ICAIOS” adlı kurumu hayata geçiren ve her iki yılda bir bu kurum marifetiyle sadece ‘Açe-Türk ilişkileri’ni değil, yukarıda zikredilen gürûhun halen anlayamadığı, anlama konusunda bir çaba sergilemediği veya anlamak istemediği, Açe’nin tam da odağında yer aldığı Hint Okyanusu ve çevresindeki -ki bu çevre en yakınında Malay Yarımadası, orta uzaklıkta Arap Yarımadası, en uzağında ise Çin ve Avrupa’nın bulunduğu tüm bir ilişkiler ağını ele alacak kadar kapsamlı ve donanımlı konferanslarla bugüne kadar sürdü ve sürecek. Yeri değil, ama hatırlatma babında olsun diye dile getirmek istiyorum. Tüm çerçevesiyle Açe, dünüyle yani tarihiyle ele alınmakla kalmıyor. Açe bugün içinde yer aldığı Endonezya Cumhuriyeti’ni her yönüyle etkileyebilme kapasitesiyle de gözler önünde.

İlk Açe ziyaretimin ardından, İstanbul’da hasbel kader bildiğim -ki pek çok STK’nın birliğini üstlenmekle hiç de azımsanmayacak bir işin içine girdiği belli olan- kurumlardan birinde Açe gözlemlerim çerçevesinde paylaştığım hususlar karşısında, ilgili kurumu temsil kabiliyetindeki bireylerin “Evet, çok haklısınız. Sizler gibi insanların bu tespitlerine ihtiyacımız var. Bunları yetkililere ulaştıracağız.” minvalindeki söylemlerinin ne kadar olgunluk taşıdığını ve gerçekliğe tekabül ettiğini tecrübe etmek de gene bize düşecekti.
Açe’ye gelmeden veya geldikten sonra, ‘Açe’ adının hakkını verecek bilgiyle donanmadan; Açe mecraında akıp giden siyaseti, kültürü, dini, toplum yapısını, çatışmayı ve çatışmaları kendi gündemine taşıyacak, bu gündemden Açelilerin de büyük katkılarıyla yeni bir gelecek üretecek yapılanmayı akla getirmek bir yana, Açe topraklarında bir ‘beyaz efendi’den farksız bir edaya bürünerek sözde kimi ‘insani’ icraatlara girişenlerin vereceği bir hesap olmalı. Bu eleştiriye verilecek savunmacı cevabı ben size söyleyeyim: “Bizim faaliyet alanımız bunları içermiyor.” Peki o zaman sizin çalıştığınız alan üzerinden konuşalım.

Açe, hiç abartmadan söylemek gerekirse, dünya çapında  yetimlerin, ‘dışarlıklıların’ parasına ve korumasına ihtiyacı olmadığı belki de ender bölgelerden biridir. Açe yetimlerine, yoksullarına ulaşma konusundaki ‘bilinç’ veya ‘bilinçsizlik’ bağlamında ortadaki temel sorun, bu kitlenin hangi evrelerden geçip hangi evrelere doğru evrilmekte olduğu konusunda kafa yorulmamış; bu kitlenin sorunlarına ‘içerden’ cevaplar bulma konusunda hiçbir süreci işletme konusunda bir çaba içine girilmemiş olmasıdır. Cengâverliğe gerek yok... Siz Filistin’de böyle mi yapıyorsunuz? Siz Bosna’da böyle mi yaptınız? Siz ‘pilot’ proje olarak değerlendirdiğiniz Açe Yetim Projesi’nden örnekle Bangladeş’te, Pakistan’da, Arakan’da, Mindanao’da, Patani’de, Somali’de, Sudan’da, Irak’da, Suriye’de, Mısır’da velhasıl adına İslam coğrafyası denilen ve bazılarının Açe’de meydana gelen tsunamiden sadece birkaç yıl sonra bozguna uğramış bir ‘yurd’ izlenimi veren topraklarda da aynısını mı yapacaksınız?

Burada çok basit ‘bir’ soru sorayım. Varsayın ki, öz ve öz çocuğunuz yetim kaldı. Çocuğunuzu yetimlerin psikolojisinden, sosyolojisinden anlamayan; bu bir yana yetimin anlam dünyasına, hayallerine dair ‘empatisi’ olmayan bir kişiye, kişilere veya kuruma, kurumlara teslim eder misiniz? Siz, yetim çocuğunuzun ‘başını okşamayı’ cafcaflı ziyaretlerde gösterişli fotoğraf karelerinde yer almakla eş tutan bir kişiye emanet eder misiniz? Siz yetiminizi, kendisine ayda verilen üç beş kuruşla geçinirken, yetkilendirdiğiniz kişi ve kişilerin aylık ‘Marlboro ve coco cola’ parasından daha azına tekabül eden bu miktarın, orasından burasından kırpılmasına razı mısınız? Siz yetim çocuğunuzu, çocukluğun ve gençliğin verdiği hallerin dışında ‘yetimlik’ olgusunun pek de bilinmeyen hallerinden neşet eden psikolojiyle yaptığı ‘yanlışlardan ötürü’ ‘başının okşandığı’ kurumundan atılmasına razı olur musunuz? Siz yetim çocuğunuzu, ‘yetim işinden’ parsayı vuranlara teslim etmeye evet der misiniz? Siz yetim çocuğunuzu, sözde yetimlere sahip çıkma projesine başlayıp ardından ‘Aaa, kusura bakmayın, yetimlerin izini bulamıyoruz, kaybetmişiz’ diyerek onulmaz hatalara düşenlere teslim eder misiniz? Siz yetiminizi, babası fıkıhçı diye ‘ahlâksızlığı dibe vurmuş’ birine on beş yıl boyunca teslim eder misiniz? Siz yetiminizi, “Yetimler umurumda değil” diyen birinin himayesine bıraka bilir misiniz? Siz yetiminizi, ‘yetimler için’ diyerek para toplayarak yaptırdığınız kurumları para basma makinesine olacak özel kurumlara dönüştürenlere emanet eder misiniz? Siz yetiminizi, ‘Kutsal Toprakların Hamisi’ sıfatının yerleştirildiği ve ‘sadece ve sadece’ yetimlere hasredilmiş kurumları özelleştirip yetiminizi ‘kodlayanlara’ emanet eder misiniz? Siz yetiminizin kaldığı yurda gönderilen ‘yetim paralarından’ kesip, kurumuna arsa edinip, yakın gelecekte doğacak ‘fırsatları’ en iyi değerlendirme hesapları yapanlara emanet eder misiniz? Siz yetiminizi, içinde doğup büyüdüğü sosyo-kültürel gerçeklik dünyasından uzaklaştırılmasına evet der misiniz? Siz yetiminizi, onu en iyi anlayacak bizatihi kendi toplumunun büyüklerinden dinini geleneğini öğrenmesi yerine, ‘Müslüman misyonerliği’ne soyunmuş ‘dışarlıklıların’ ellerine teslim eder misiniz?  Siz STKcı olarak tüm bunlara ‘EVET’ der misiniz?

Tüm bunlara evet diyorsanız, söylenecek bir söz yok. Ancak ‘hayır’ diyorsanız, o zaman 27 Aralık 2004’den bugüne kadar ‘Bizler’ Açe’de ne yaptığımızı insanlık, ahlâk, edeb-haya namına çokça düşünüp kafa yormalıyız. Zaten bu nedenle ‘tsunami Türkleri de vurdu’ demiyor muyuz? Açe toplumunda, gizli kalmış bir umut ışığının kendini göstermeye başladığı tsunamiden bir gün sonra, yani 27 Aralık 2004’den bu güne aradan geçen on yılın hesabını herkes vermek zorunda. Hayat kadınlarının da kendine göre bir ‘ahlâkı’ vardır beyler. Kimse içinde bulunduğu koşullarda ‘ahlâk’tan ferâgat edemez. Ediyorsa bu kişilerin ve kurumların başta Açe olmak üzere tarumâr olmuş İslam coğrafyasında yeri yoktur. Çünkü bu edimlerinizle bu ‘tarümârlığa’ şu veya bu şekilde çanak tutmakta olduğunuzu fark edemiyorsunuz. Hele hele bu yaklaşımı, dünyaya öncülük yapıyor iddiasındaki kişi ve kurumların gündemlerinden hiç düşürmemesi de şaşırtıcı. Bu hesap, sadece kendimizi sigaya çekmemiz anlamında olmamalı. Bunun çok daha ötesinde, Açe gibi bir coğrafyada aradan geçen on yıla rağmen, siyasi ve toplumsal sıkıntılardan neşet eden ve hâlâ ‘insanca’ bir yaşama ulaşma noktasında yaşanan sıkıntılarda ‘payım var mı?’ sorusununda eşliğinde gerçekleşmeli.  Bu yazının elbette ki, ‘iyiliği gündeme getirme, kötülüğü ortadan kaldırma’ bağlamında ele alındığına kuşku yok. Açe’de tsunami ilk defa olmuyor. Geçmişte olduğu gibi, önümüzdeki yıllarda da olacak. En azından yapılanlardan ders alınabilirse, en azından yüz yıl sonraki tsunamide benzer hatalar yapılmamış olur.

Durum sepetteki çürük elmalarla ilgili değil. Sorun sepeti oluşturan hammaddede. Önce meseleye buradan başlamak lazım. Şeyh efendisinin veya başkanının veya abisinin önünde el pençe durarak Açe yetimlerinin ahvalinden ahkâm kesenler, sadece kendilerini, şeyhlerini, başkanlarını ve abilerini kandırmıyorlar, en büyük hatayı yapıp Açelileri kandırıyorlar. Bu sorumluluğun altında kalkmak için de görev Şeyhlere, başkanlara, abilere düşüyor kuşkusuz ki. Sorunun sistem sorunu mu, birey sorunu mu olduğunu işte ancak o zaman anlamaya başlayacağız demektir. Buyrun ferasetinizi gösterin!


Bugüne kadar bu ve benzeri konuları gündeme getirdiğimde karşımdakiler, ya ‘bu eleştirilerden sıyrılmanın yolunu arıyor’ veya samimi ancak kimsenin duymayacağı bir şekilde ‘doğru söylüyorsun, biz zaten diğer coğrafyalarda da benzer yanlışları yaptık/yapıyoruz’ diyerek sözde gönül almaya çalışıyorlardı. Yaklaşık iki yıl önce Sayın Büyükelçimiz Zekeriya Akçam’a makamında söylediğim bir şeyi tekrar ederek bitirmek istiyorum: “Açe’de kim varsa gelsin. Şu masa etrafında toplansın. Kimler neler yapmış bir bir ortaya çıkşın.” Sayın Büyükelçimizden bugüne kadar bir cevap alamadım. Belki siz bunu açık bir davet olarak da kabul edebilirsiniz.  

Tidak ada komentar:

Posting Komentar