Selasa, 14 Januari 2014

Jubir PA: Buku Mehmet Ozay Bukti Pengakuan Dunia untuk Aceh

Banda Aceh                                                                                                                       14 Januari 2014

Juru Bicara Partai Aceh (PA) Fachrul Razi mengatakan bahwa buku sejarah hasil penelitian Mehmet Ozay berjudul “Kesultanan Aceh dan Turki – Antara Fakta dan Legenda", merupakan bukti pengakuan dunia terhadap sejarah Aceh.

“Ini luar biasa, inilah buku terbaik untuk sejarah Aceh yang ditulis pada tahun-tahun awal abad XXI, ini adalah bukti bahwa sejarah kegemilangan Aceh bukanlah dongeng,” kata Fachrul Razi, di Banda Aceh, Selasa, 14 Januari 2014/12 Rabiul Awal 1435 H.

Fachrul mengucapkan terima kasih atas perhatian Mehmet Ozay yang merupakan seorang peneliti independen sekaligus sosiolog muslim asal Istanbul, Turki, terhadap kebenaran sejarah Aceh sehingga bersedia menuliskan sebuah buku tentangnya.

Fachrul mengharapkan, kedutaan Turki untuk Indonesia sekarang supaya melakukan sesuatu para untuk melestarikan bukti sejarah hubungan Antara Aceh dan Turki di masa Ottoman yang masih tersisa sekarang.

“Dr Mehmet Ozay telah memulai langkah baik itu, ditambah peluncuran buku tersebut sebagai bentuk peringatan tsunami Aceh ke 9, yang dilaksanakan di ACC Sultan II Selim, Banda Aceh, pada 26 Desember 2013, merupakan sebuah kepedulian yang luar biasa dari saudara tua Aceh, Turki,” kata Fachrul

http://www.peradabandunia.com/2014/01/jubir-pa-buku-mehmet-ozay-bukti.html

Tayland’da Muhalefet Baskısı Sürüyor / Opposition Pressure is Ongoing in Thailand

Mehmet Özay                                                                                                                   14 Ocak 2014

Tayland’da çeşitli aralıklarla inkitaya uğrasada, son sekiz yılda varlığını hissettiren siyasi kriz farklı bir evreye doğru gidiyor. Bu noktada, Suthep Thaugsuban yine iş başında... 2010 yılında 90 kişinin öldürülmesinden sorumlu tutulanlar arasında bulunan, geçen Kasım ayında başlayan gösterilerin organizatörü olarak öne çıkan ve akabinde Demokrat Parti başkan yardımcılığından istifa eden Suthep bugün yine geniş kitlelere önderlik ediyor. Hükümetin seçim kararı almasına rağmen, kurumsal yapıyı hiçe sayan Suthep önderliğindeki ‘Halk Konseyi’ adlı oluşum seçimlere Başbakan Yingluck’sız gitmede kararlı. Yingluck’ın görevden ayrılması ve yönetimi “Halk Konseyi”ne devretmesini istiyorlar. Amaçları sadece Yingluck değil, 2001-2006 yıllarında Başbakanlık yapan Thaksin Shinawatra da bulunuyor. Ülkenin mevcut demokratik süreçleri içerisinde 2011 yılında göreve gelmiş olan Yingluck’a ve de hükümete yönelik bu protestoların ardında yurt dışında sürgündeki abisi Thaksin’in ‘sözcülüğünü’ yaptığı, Thaksin’in perde arkasından hükümeti yönlendirdiği suçlaması bulunuyor.

Oysa, Thaksin’in hakkında verilmiş yargı kararı olsa da, bunun sadece Thaksin’i bağlayacağı aşikâr. Ancak, muhalefet çevrelerinin, Başbakan Yingluck’ı bu suçlamaya itmesine sebep, Ekim ayındaki anayasa düzenlemesinde Thaksin’e ‘özgürlük’ bahşeden karar gösteriliyor. Kimi çevreler iktidar partisi milletvekillerinin desteğiyle gündeme gelen Af Yasası’nın, ülkenin en karanlık dönemlerinden biri olarak tarihe geçen 2010 yılında yaşananlardan o dönem Başbakan Abhisit Vejjajiva’nın da içinde olduğu iktidardaki Demokrat Parti’nin önde gelenlerinin bulunduğu tüm sorumluların affını içermesiyle aslında bir tür ‘siyasi rüşvet’ olarak da yorumlamıştı. Buna rağmen, parlamentodaki görüşmelerde Demokrat Parti yasayı onaylamaya yanaşmadı. Aslında bu süreç, bir tür toplumsal konsensüs şeklinde değerlendirilerek farklı bir evreye taşınabilir ve ülke siyasal yaşamında görece rahatlama ve istikrara doğru yol alınabilirdi. Ancak buna engel köklü sosyo-siyasi bağlamlar olduğu biliniyor…

Suthep ve peşinden giden muhalif kitlenin, Shinawatra ailesini sadece ülke siyasetinden değil, ülkeden de kovmak için Kasım ayında başlattığı girişimlerin ardından Kral’ın, ordunun ve de kimi sivil toplum örgütlerinin girişimiyle iktidar ve muhalefet arasında anlaşma çabaları sonuç vermemişti. Gerek sokak gösterilerin lideri konumundaki Suthep, gerekse muhalefetteki Demokrat Parti’nin bildiği ve de tahammül edemediği gerçek, olası bir genel seçimde Yingluck’ın yeniden Başbakan seçilme şansının yüksek oluşudur. Bu sürece, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu üzerinden yargının da müdahaleye hazırlandığı yönünde gelişmeler yaşanıyor. Yolsuzlukla Mücadele Kurumu, geçenlerde parlamento’daki çoğunluğu iktidar partisinden olmak üzere 308 milletvekilinin görevlerini kötüye kullandıkları gerekçesiyle soruşturma açmıştı. 

Bu süreçte, Yingluck hakkında yeterli kanıt olmadığı açıklandı. Bu girişim, Başbakan ve hükümeti yargıyı devreye sokarak işlevsiz hale getirmek. Böylece, demokratik yollarla siyasi gücü ele geçiremeyen monarşi ve destekçileri dolaylı yolları devreye sokarak ülke siyasetinde belirleyici olmaya çalışıyor. Benzer bir sürecin 2006 seçimleri sonunda da o dönem Thaksin’in başında olduğu “Thai Rak Thai” partisine karşı da gerçekleştirildiği hatırlandığında bu gelişme hiç de sürpriz değil aslında. 2 Şubat’taki seçimleri önlemeye yönelik bir hamle de Demokrat Parti’den geldi ve parti sözcüleri seçimleri boykot ettiklerini açıkladılar. Bununla birlikte merkezi Singapur’da bulunan Kontrol Risk Grubu adlı bir araştırma kurumu yetkilileri, 2006 yılındaki gelişmelerin aksine bu kez diğer siyasi grupların seçimi istediğini ve büyük bir değişiklik olmadıkça 2 Şubat seçimlerinin yapılabileceğini belirtiyor.

Dünden itibaren başkent Bangkok’un belli başlı bölgelerinde ortaya konan gösterilerden amaç başkentte hayatı durdurmak, bir anlamda dünyaya kapatmak. Bu noktada hedefe ulaşılmakta olduğu söylenebilir. Başkentte otellerin ve alışveriş merkezlerinin bulunduğu dev caddeler trafiğe kapanırken, okullar da tatil edildi. Aynı zamanda, kamu binalarının da işlerliğini ortadan kaldırmaya yönelik ‘hamleler’ gündeme geliyor. Halkın olası gelişmelere karşı önlem olarak gıda stoğu yaptığı belirtiliyor. Dünkü gösterilerde polisin ateş açması sonucu ona yakın kişi hayatını kaybederken yaralananlar da var...

Yeni başlayan sokak gösterileri dalgası bitmemiş bir hesabı yeniden gündeme taşıyor. O da Yingluck’u mümkün olduğunca çabuk bir şekilde yerinden etmek. Kasım ayındaki gösterilerin ardından hükümet işlevsizleşirken, Yingluck’un ‘erken seçim’ manevrası karşısında görece stratejik üstünlüğü kaybeden muhalefet güçleri bu kez yeniden sokak gösterileri ile yarım kalmış işi bitirmeyi hedefliyor. Böylece işlevsizleşen hükümetten sonra, bu sefer ülkeyi genel seçimlere taşıyacak olan Yingluck başkanlığındaki geçici hükümeti devirme yolunda belki de son çabaları ortaya koyuyor. Bunu da Yingluck’ı istifaya zorlayarak yapma niyetindeler. Hükümet bugüne kadar gerçekleştirilen gösterilere karşı polis gücünü tedrici olarak kullanırken, orduyu göreve çağırmadı. Ordu sözcüleri de ‘sivil’ siyasetteki gelişmeleri izlemekle yetindiklerini, ancak taraflar arasında çatışmalar baş göstermesi halinde sokağa çıkabilecekleri sinyalini vermekten de geri kalmadı.

Peki bu ikinci gösteri dalgası da hedefine ulaşmaz, yani Yingluck Başbakan olarak seçimlere girer ve seçimlerde başkanı olduğu “Pheu Thai Partisi” yeniden parlamentoda çoğunluğu alırsa ne olacak? İşte bu muhalefetin, Demokrat Parti’nin kesinlikle istemediği bir durum. Gözlemciler bu noktada bugüne kadar pek de sokağa çıkma eğilimi sergilememiş olan Kırmızı Gömleklilerin, yani Shinawatra ailesi yanlılarının da, sokağa çıkmalarının an meselesi olduğunu vurguluyor. Şayet böylesi bir tepki doğarsa, tıpkı 2010’daki gibi gösteriler gündeme geleceği, seçim arefesinde sokakların kana bulanacağı ve ülkenin yeni bir kaosa doğru evrileceği görüşü hakim. Bu noktada bir sivil savaş ihtimali söz konusu... Suthep, böyle bir şeyin ortaya çıkması halinde gösterileri sona erdireceğini söylese de, bugüne kadarki ortaya koyduklarından hareketle bunun inandırıcı olduğunu söylemek güç. Kaldı ki, Kasım ayından beri başını çektiği gösterilerin yasal zemini bulunmaması, şayet ‘haklar’ nezdinde konuşulacak olursa toplumsal karşılığının da sorunlu olduğu dikkate alındığında, zaten bu gösterilerin meşruiyetine halel getirmeye yetiyor... Suthep, mevcut kuralları içerisinde ülke demokrasisine şu veya bu şekilde katkı yapmak yerine, toptan reddiyeci bir tutum takınmakla zaten potansiyel olarak böylesi bir sivil ayrışması -henüz ‘kan’ boyutuna taşınmasa da- ortaya koymuş durumda. 

Aslında bu nokta son derece kritik... Sadece bir seçim veya bir siyasi liderin varlığına endekslenmeyecek devam eden bir değişim süreci söz konusu. O da, ülkenin köklü siyasi eliti ve monarşinin siyasal yaşamdaki başat gücü karşısında sözü sahiplenme en azından paylaşma istidadı gösteren bir kitlenin bu talebinden vazgeçip geçmeyeceği meselesi.

Güneydoğu Asya’daki genel değişim eğilimlerine paralel olarak Tayland’ın 1980’li ve de daha çok 1990’lı yıllarda ortaya konan ‘kalkınma’ hamleleri ile toplumsal sınıflarda farklılaşmanın, bir tür yenilenmenin meydana gelmesiyle bunun siyasi alana yansıması görülüyordu. Bu değişim, kendisini 1990’ların sonlarına doğru Thaksin’in önce iş dünyasında, ardından da merkez siyasette varlığıyla kanıtladı. Thaksin’in hitap ettiği kesimlerin merkez siyasette, iş ve toplumsal çevrelerde elde ettiği elde ettiği ‘görece’ başarıdan feragat edecekleri düşünülebilir mi? Bu kitle 2010 yılında bu feragatta bulunmayacaklarını kanıtladığını biliyoruz. Bu çerçevede 14 yıldır süren mücadelenin nasıl bir seyir izleyeceği merak konusu.

Bu bağlamda, Başbakan Yingluck devam eden bu gösteriler sırasında tüm meydan okumalara rağmen, siyasi varlığını devam ettirmeye gayret ediyor. Seçim Komisyonu geçen Cumartesi günü yaptığı açıklamada, kimi seçim bölgelerinde adayların kayıt yaptıramadığını ve 2 Şubat’taki seçimlerin 4 Mayıs’a ertelenmesi yönünde tavsiye kararı aldı. Yingluck bu kararın görüşülmesi amacıyla, tarafları yarın yapılacak toplantıya davet etti. Güneydoğu Asya’daki siyasi ve sosyal alanlarda araştırmalarıyla tanınan Uluslararası Kriz Grubu temsilcileri ise, seçimlerin ertelenmesinin veya geniş kitlelerin seçim sandığına gitmesinin engellenmesinin ülkedeki kaosu daha da artıracağı endişesini dile getirdi. Seçimler olsun ya da olmasın ülkede siyasi tansiyon düşecek gibi gözükmüyor.    


Sabtu, 11 Januari 2014

ARAF’TA BİR TOPLUM ARAKAN

Mehmet Özay                                                                                                                                                                            11.01.2014

             Myanmar’da Rohingya Konusu: Çözümler

http://istanbul.mazlumder.org/webimage/arafta-bir-toplum-arakan-kitabi.pdf

Jumat, 10 Januari 2014

Başbakan Erdoğan’ın Malezya Ziyareti / PM Erdoğan’s Visit to Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                 10 Ocak 2014

Başbakan Erdoğan, Japonya ve Singapur ziyaretinin ardından Malezya’da. 6-11 Ocak tarihlerinde Uzak Doğu’dan Güneydoğu Asya’ya uzanan bir resmi seyahat... Bu ziyaret, Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ın 2011 yılı Şubat ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaretin bir karşılığı olarak da değerlendirilebilir. Başbakan ve heyeti taşıyan uçak Perşembe akşamı saat 20.05 sularında Kuala Lumpur’a ulaştı. Cuma sabahı Malezya’nın yönetim merkezi Putrajaya’da resmi törenle karşılanan Başbakan Erdoğan ve mevkidaşı Malezya Başbakanı Necib bin Razak ikili görüşmelerde bulundu. Aynı zamanda heyetler arası görüşmelerde gerçekleştirildi. Ziyaret çeşitli programlarla devam edecek. Bu ziyaret ne anlam ifade ediyor? Malezya’da görüştüğümüz akademisyen ve sivil toplum liderleri iki ülke arasındaki ilişkilerin 50. Yılı’na tekabül etmesi dolayısıyla ayrı bir önemi olduğuna vurgu yapıyorlar.

Aslında Malezya-Türkiye ilişkilerini sadece iki ülke perspektifinde değerlendirmek yanlış olur. İki ülkenin ‘hinterlandı’ diyebileceğimiz geniş bir coğrafya hem Ortadoğu/Afrika/Orta Asya, hem de Malay dünyası/ASEAN’dan bahsetmek günümüz jeo-politik koşullarında hiç de gerçekdışı olmayacaktır. Bu nedenle iki ülke yetkililerinin söz konusu bu ziyareti bu bağlamlardan ele almasında fayda var. Tabii ilişkilere bu boyutta bakabilme vizyonu için yukarıda zikredilen bu iki hinterlanda dair kayda değer tarihi, jeopolitik, sosyo-kültürel değerlendirmelerin çoktan yapılmış olması ve de var olanların gelişmelere göre güncellenmesi gerekir. Bu süreçte üniversitelerin, araştırma kurumlarının, kimi devlet kurumlarının, STK’ların ve de bürokrasinin sağlıklı yaklaşımları olmadan ve de bu yaklaşım senkronizasyonu sağlanmadan rol alabilmek mümkün değil. Bu alanlardan birinin ‘ıskalanması’ halinde, diğerlerinin çabalarının da kayda değer bir zedelenmeye maruz kalacaktır. Bu anlamda ayrıştırıcı ve dışlayıcı değil, bütünlükçü bir yaklaşıma her zamankinden fazla ihtiyaç olduğu ortada. Bu yaklaşım tarzının neye tekabül ettiğine aşağıda kısmen değineceğim.

Tabii birkaç yıl önce gündeme getirdiğimiz hususu yeri gelmişken bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Türkiye’de Malay Kültür Tarih ve Medeniyeti adıyla herhangi bir bölüm, araştırma kurumu olmadan, Malezya’da bunun mukabili Türk Kültür Tarih ve Medeniyeti gibi bir bölüm açılmadan bu işlerin nasıl gerçekleştirileceği önemli bir sorun. Kendisiyle görüştüğümüz Malezya Teknoloji Üniversitesi İslam Bilim ve Medeniyetleri Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Wan Muhammed Nur Wan Daud da benzer kaygıları dile getirdi. İlişkilerin salt ekonomik temelli olmaması gerektiği eğitim ve kültür alanlarında da kapsamlı işbirliklerine ihtiyaç olduğuna vurgu yaptı. Aradan geçen yarım yüzyıla rağmen, akademik çevrelerin bu ve benzeri alanlara halen yabancı kalmaları, iki ülkeyi ayrı ayrı ve birarada ele alacak araştırma kurumlarının olmaması önemli bir algı yanlışlığından kaynaklanıyor. 

Bununla tezat teşkil edecek şekilde medyada bu ziyarete dair değerlendirmeler, elli yılda olup bitenler, sorunlar, başarılar, gelecek elli yıl için öneriler bir yana haberlere dahi rastlamak güç. Öyle ki, resmi görüşmelerin ardından liderlerin basın açıklamaları sırasında soru-cevap bölümünün olmaması bile fiyasko. Ellinci yılına varılan ilişkiler, son dönem bölgesel yani Güneydoğu Asya perspektifi, bölge Müslümanlarının ahvali, Hint Okyanusu/Malaka Boğazı/Güney Çin Denizi su yolunda ve enerji havzalarında neler olup bittiği vb. sorular Malezya’yı ve Türkiye’yi ilgilendirmiyor mu? Sorulacak onlarca soru varken  ve de inanıyoruz ki, Başbakan Erdoğan’ın ve de Başbakan Necib Bin Razak’ın cevap vermekten memnun olacağı konular dururken neden soru cevap bölümü olmadığı sorgulanmalıdır. Bunu salt bir kayıtsızlık olarak değerlendirerek geçiştirmek mümkün değil. Bu dahi kendi başına üzerinde kayda değer araştırmalar yapmayı gerektiren bir husus.

Girişte ifade ettiğimiz üzere bu ziyaret, 1963 yılında temelleri atılan yarım yüzyıla dayanan bir geçmişin üzerine gerçekleşiyor. Ancak Başbakan Erdoğan’ın ve heyetin bu ziyaretini, geçmişe bakışın ötesinde gelecek vaad eden ve bu anlamda yeni başlayacak ikinci yarım yüzyıl ilişkilerinin ilk safhası olarak değerlendirmek daha doğru olur. Böyle bir vizyonla bu ziyarate ve etkilerine bakmak, bir yanda İslam coğrafyası denilen bütünün neredeyse batısından doğusuna iç ve dış kaynaklı sorunlarla boğuştuğu bu dönemde yapıcı ve düzenleyici ilişkilere kapı aralamak, öte yandan ASEAN gibi dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir bölgede Türkiye’nin gelecek elli yılda ne türden rollere aday olabiliri düşünmek gerekir.

Ancak burada bu ziyaret çerçevesinde hangi alanların geliştirilmeye matuf olduğuna bakmakta fayda var. Kaçınılmaz olarak enerji, ticaret ve yatırım, turizm, inşaat sektörü, İslami Finans, otomotiv sanayi, halklar arası kültürel bağlam gibi konvansiyonel alanların dışında afet yardım mekanizması, küçük-ve orta ölçekli işletmeler üzerine araştırma-uygulamalar, Helâl Gıda’yı da içeren gıda güvenliği, savunma sanayii, alternatif enerji üretimi vb. geliştirilmesine vurgu yapılmalıdır. Bu alanlardan Helâl Gıda, İslami Finans, alternatif enerji gibi alanların küçümsenmemesi, aksine ciddi kurumlar vasıtasıyla ilk elden işbirliklerinin geliştirilmesinde fayda var. Adı ‘İslami’ olsa da nihayetinde ‘paranın’ konuştuğu bir finans sektöründe bölgede Singapur, Avrupa’da da İngiltere’nin son birkaç yılda ne tür bir yaklaşım sergiledikleri biliniyor. Singapur, Ortadoğu’daki en önemli ticaret ortağı Suudi Arabistan’la bölgede de Malezya ile İslami Finans konusunda çabalara ağırlık verirken, İngiltere Başbakanı David Cameron da geçen yılın sonlarına doğru yaptığı açıklamada Londra’yı İslami Finans merkezi yapmak istediklerini açıkça dile getirmişti.

Başbakan Necib bin Razak’ın Türkiye ziyareti sırasında gündeme gelen savunma sanayii işbirliği halen geliştirilmeyi bekleyen önemli bir alan gibi gözüküyor. Özellikle kendisiyle görüştüğümüz Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi Başkanı Tan Sri Rastam Muhammed İsa, geçen yıl Şubat-Mart aylarında Sabah Eyaleti’ne yapılan Sulu Sultanlığı’na bağlı olduğu açıklanan gerillaların çıkartmasına atıf yaparak, bu ve benzeri gelişmeler karşısında Malezya’nın savunma alt yapısını Türkiye ile gerçekleştireceği ilişkilerle sağlamlaştırabileceğine vurgu yaptı.

Gündemin ekonomik ilişkiler bağlamına oturtulması bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak ilişkiler ağını ‘maddeci’ algı ve algılatmalara yönlendirmek hiç kuşku yok ki, büyük fotoğrafın görül(e)mediğini ortaya koyar. Bu bağlamda kendileriyle sık sık görüştüğümüz Malezya akademisi ve sivil toplum liderleri, iki ülke arasındaki ilişkilerde “halklararası” ilişkilerin öncellenmesi, en az ekonomik ilişkiler kadar yer verilmesi kanaatini açık ve net dile getiriyorlar. Örneğin, Malezya’nın doğduğu yer Cohor Eyaleti başkenti Cohor Bahru ile İstanbul’un kardeş şehir olma özelliklerinden hareketle bile ciddi birlikteliğin önünü açacak girişimler olabilir. Bu noktada, söz konusu çevrelerin kaygılarına tekabül edecek kaygılara sahip yetkililer bulmakta fayda var. Veya bu yetkililerden bu kaygıları azami ölçüde dikkate almalarını beklemek değil, bunu realize edecek süreçleri harekete geçirmekte bir zorunluluk arz ediyor. Bu çerçevede, görüşmelerde Türkiye’de Malezya yılı, Malezya’da da Türkiye yılı ilan edilmesinin gündeme gelmesi bu anlamda olumlu bir girişim. Hazırlıkların ve çalışmaların nasıl sonuç vereceğini de birlikte izleyeceğiz.

Bu çerçevede, her iki ülkenin ortak özellikleri derken atıf yapılan nokta Müslümanlık olduğu ortaya çıkarken, halklararası ilişkilerin karşılığının da bununla ilintili olması kadar doğal bir durum yok. Herhalde bunun sembolik ifadesinin Başbakan Erdoğan’ın, Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ı ‘kardeşim’ olarak hitap etmesiydi. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ve parlamenter demokratik değerleri benimsemiş, görece istikrarlı bir yapıya sahip, son bölgesel ve küresel ekonomik krizlerden en az zararla çıkmış iki ülke gündeme getiriliyor. Kimi aydınlara, Malezya’nın neye tekabül ettiğinin sorduğumuzda aldığımız şu unsurlar öne çıkıyor: ekonomik rezervleri güçlü, ekonomik istikrarı sağlayabilmiş, son derece düşük işsizlik oranlarına ulaşmış, enflasyonu kontrol altında tutabilen, özellikle son otuz kırk yıl içinde yoksulluğun önemli ölçüde azaltılması oluyor. Dr. Chandra Muzaffer’in dediği gibi sorunlar olmakla birlikte iki ülkede demokrasi ‘etosunu’ geliştirmeye gayret ediyor. Bu özellikleri ile dikkat çeken Türkiye ve Malezya’nın bir yandan Birleşmiş Milletler, öte yandan D-8, G-20 içinde sadece ikili bağlamlarda değil, bölgesel ve küresel özellikle de az gelişmiş ülkelerin sosyal ve ekonomik kalkınmışlıklarında yerli halkların varlığını, düşünce yapısını da dikkate alarak oynayabilecekleri roller elbette ki var.

Her iki ülkenin bölgesel ve uluslararası arenada işbirliğinin temelleri de temelde yukarıda zikredilen ‘Müslümanlığıyla’ bağlantılı... Öyle ki, bu kökler Malay entellektüel ve akademi çevreleri ile sınırlı kalmayıp, halk arasında da Müslümanlıkla örtüştürüldüğü görülür. Kökleri Malaka Sultanlığı ve akabinde Cohor Sultanlığı ile devam eden -kimi veya çoğu boyutları mitsellikten kurtulamamış da olsa- bir tür tarihi kökler referansı güçlü. Modern dönemde ülke yönetimleri ve uluslararası siyaset bağlamında ele alındıkta, Filistin sorunu, Irak ve Afganistan İşgalleri, Suriye ve Mısır’daki gelişmeler, Myanmar’daki soykırım vb. sorunlara benzer karşılıklar iki ülkenin işbirliklerinin temelleri olarak değerlendirilmelidir. Bu noktada Başbakan Erdoğan’ın gene görüşmeler sırasında Suriye, Mısır ve Güneydoğu Asya’da Myanmar’daki Arakan Müslümanlarının ahvaline dair görüş alışverişinde bulunulduğunu söylemesi önemliydi. Ancak bu hususlarda iki ülkenin sarf edeceği enerjinin kimi ilgili ülkeler nezdinde benzer yaklaşımların tetiklenmesini sağlayacak bir derinlikte olması da kaçınılmaz. Bugün Malezya’nın Mindano ve Patani’de barışı sağlama konusundaki girişimlerinin Türkiye’nin gözlemciliğin ötesinde rol almasını gerektirecek tarihi ve de jeo-stratejik boyutları unutulmamalıdır. Öte yandan, Myanmar’da Arakanlı Müslümanlara yönelik soykırım sürecinde her iki ülke tarafından ortaya konan çabaların sahada ses getirecek şekilde yapılandırılması elzemdir. Henüz görece yeni bir sorun olarak ortaya çıkan, ancak köklü siyasi değişikliklerin ufukta olduğu izlenimi veren Bangladeş bağlamında da acilen aktif rol alınmasında bölgenin sosyo-kültürel güvenliği için kaçınılmazdır.

Yukarıda zikrettiğimiz ‘hinterland’ bağlamı geliştirilmeye matuf olduğu aşikârdır. Bugün Başbakan Erdoğan’ın Malezya ziyareti nedeniyle Güneydoğu Asya hinterlandında kayda değer bir ‘heyecan’ bulunmaktadır. Sadece Malezya’daki değil, aynı zamanda kendi coğrafyalarındaki Patanili, Açeli, Arakanlı, Bangladeşli, Mindanaolu çevrelerde bu heyecanın varlığını yakinen biliyoruz. Bu heyecanla bu çevrelerin Başbakan Erdoğan’la görüşme talepleri olduğuna bizzat şahidiz. Ancak buna karşı gelecek bir yapı ortada var mı? Bu talepleri dinleyecek, bu taleplerin neye tekabül ettiğini idrak edecek bir yapı... Bu yapıyı ortaya çıkartabilecek bir insan gücü, bir kabiliyet merkezi var mı sorularını da hemen peşinen sormakta fayda var.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/285873/basbakan-erdoganin-malezya-ziyareti

Rabu, 08 Januari 2014

PROF. DR. ABDULLAH AHSAN İLE BANGLADEŞ SEÇİMLERİ ÜZERİNE

Mehmet Özay                                                                                                                      8 Ocak 2014

Abdullah Hasan: Uluslararası Malezya İslam Üniversitesi, İslam Düşüncesi ve Medeniyetleri Merkezi (ISTAC) öğretim üyesi. Aslen Bangladeşli olan Prof. Dr. Abdullah Ahsan, Kanada’da öğrenim gördükten sonra Sudan ve Pakistan’daki üniversitelerde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Son 24 yıldır da Malezya’da öğretim görevlisi olarak çalışıyor.

Prof. Dr. Abdullah Ahsan’la Bangladeş’teki seçimlerden hareketle ülke siyasetinin arka plânına göz atmaya çalıştık. Aynı zamanda, seçimler sonrasında ne tür gelişmeler olabileceğine dair projeksiyonda bulunduk.

Mehmet Özay: Sayın Ahsan, geçen Pazar günü Bangladeş’te 10. Genel Seçimler yapıldı. Ancak bu seçimlerin meşruiyeti gerek ülke içinde gerekse uluslararası camiada kaygı  uyandırıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Prof. Dr. Abdullah Ahsan: Evet seçimler yapıldı.. Muhalefet seçimleri boykot etti. Öncelikle yakın geçmişte siyasal yaşamda neler olup bittiğine bakmakta fayda var. 1980’lerde ülke askeri yönetimleri gördü. O dönemde tüm siyasi partiler demokratik, şeffat ve adil bir siyasi yapı oluşturulması konusunda birleşti. Tüm partiler, beş yıllık herhangi bir iktidar sonunda seçimlere, ‘seçim hükümeti’yle gidilmesi konusunda anlaştı. Bunun akabinde 1996, 2001, 2006’de bu şekilde seçimler yapıldı... 2008’de seçimler ordu himayesinde yapıldı. Bu dönemde muhalefet ısrarla seçimlerin seçim hükümeti marifetiyle yapılmasını istedi. Ancak o dönemki hükümet bunu kabul etmedi. Son parlamento’da yani, Şeyh Hasina hükümeti üçte iki çoğunluğuna dayanarak, daha önce anlaşılan ve yasa maddesi olarak varlığını koruyan maddeyi değiştirdi. Ancak bu karar parlamento tarafından alınsa da, halkın genelinde kabul bulduğunu söylemek güç. Muhalefet buna kesinlikle razı değildi. Ve muhalefet 5 ocak seçimlerine mevcut hükümetle gidilmesine karşı çıktı. Bunun sebebi genellikle iktidardaki partilerce yapılan seçimler adil olmamasıdır.

Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılma süreci halen gündemde. Bugünkü yargılamalar ve idam cezaları da bunun göstergesi. Söz konusu bu ayrılma sürecine temas eder misiniz?

Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanması sürecinde yaşanmış acı bir tarihimiz var... Pakistan, İngiliz yönetimi şemsiyesi altında birlik görüntüsü çizen Hindistan’dan koptu. Bundan önce, Müslümanlar Hindistan’ı neredeyse 1000 yıldan fazla yönetti. Müslümanların yönetiminde bütün azınlıklar yararlandı. Müslümanlar, Hindular ve diğerleri... İngilizler alt kıtayı işgal ettiğinde, şu veya bu şekilde etnik gruplar arasında barış hakimdi. Ancak şu açık bir gerçek ki, İngiliz yönetimindeki son birkaç on yıl, Müslümanlar için çok güç bir süreçti. Çünkü çoğunluğu Hindu olan bir yönetimin altına girmeye zorlandılar. Nüfusun %80’i Hinduyda. Hindu yönetimindeki geçmiş tecrübelerden hareketle, modern dönemde Müslümanların nasıl bir yaşam sürecekleri konusunda şüpheler hakimdi. Evrensel şair Muhammed İkbal bağımsız Pakistan düşüncesini gündeme getirdi. Pakistan, İslami ilkelere bağlı bir devlet olacaktı. Din, etnik yapı, sınıf yapısı, kast vb. farklılıkları dikkate almadan insan onur ve haysiyetini öncelleyen bir yapı öngörüyordu.

Doğu Pakistan o dönemde büyük ölçüde Pakistan’ın inşası için çalışan “Muslim League”i destekledi. Ancak ne olduysa bu 25 yıl içinde oldu... Bu nedenle Doğu Pakistan’da ayrılık konusunda güçlü bir kanaat hasıl oldu. Şu nokta unutulmamalı: Şeyh Muciburrahman’ın partisi Doğu Pakistan’ın bağımsızlığı yanlısı değildi. Bu bağımsızlık söylemi, sadece 1971 yılı Mart ayında başlayan ve 1971 Aralık ayında sona eren sivil savaş sırasında gündeme getirildi. Bu dokuz ay boyunca ayrılma düşüncesi giderek ivme kazandı. Sonuç olarak bağımsız Bangladeş ortaya çıktı. Ancak bu süreç sivil savaşla başladı...

Şeyh Muciburrahman demokrasiye inanıyordu, zaten demokratik yollardan seçilmişti. Muciburrah’an'ın Partisindekiler de demokrasiye inanıyordu. Fakat bir yıl içerisinde Muciburrahman demokratik sistemi değiştirmeye başladı. Ve üç yıl içinde tek parti sistemi uyguladı. Bu tek parti yönetimi onun siyasi hayatına mal oldu. Bu tek partiye yönelik olarak toplumda büyük bir kin oluştu. Nihayetinde bu ordunun müdahalesi ve Muciburrahman’ın öldürülmesiyle sonuçlandı. Daha sonra ülkede yeni dönem başladı. Ve bu noktada Bangladeş milliyetçiliği iyi anlaşılmalı. 1971’den önce dil temelli bölgesel etnik farklılık düşüncesi milliyetçilik kaynağıydı ve Pakistan liderliğine, kontrolüne karşıydı.

Kuşkusuz ki bir de Hindistan faktörü var. Hindistan’ın bu süreçteki rolü nedir?

1971’den sonra Hindistan’a karşı çok güçlü bir kin ortaya çıktı. 1947’den yani Pakistan’ın bağımsızlığından 1971’e kadar, Hindistan’ın temel amacı Pakistan’ı bölmek oldu. Bu süreçte Bangladeş milliyetçiliğine nüfuz etmeye çalıştı. Böylece 1971’den önce Bangladeş milliyetçiliği Pakistan karşıtlığına dayanıyordu, ancak 1971’den sonra ise aynı milliyetçilik Hindistan karşıtlığına döndü.

BNP yani muhalefet partisi Bangladeş milliyetçileri olarak Hindistan’a, Hindistan’ın bölgedeki hegemonyasına karşıydı. Halkçı Parti de (Awame League) Pakistan’a karşıydı ve bu böyle devam etti. Bugüne geldiğimizde yani, son beş yılda Hindistan Bangladeş’den büyük bir kazanım elde ettiğine tanık oluyoruz. Sadece ekonomik anlaşmalar yoluyla değil, ticaret yollarıyla, öte yandan bazı ayrılıkçı Hint Eyaletleri üzerinde sağladığı kontrol ile. Bunlar Bangladeş’i günah keçisi olarak Hindistan’a karşı kullanıyordu. Bütün bu konulardaki başarısı Halkçı Parti’yi iktidarda tutulmasıyla sağlandı.
Şeyh Hasina’nın ana destekçisi komşu ülke Hindistan’dır. Hindistan, Halkçı Parti’yi iktidarda tutmak için büyük çaba gösterdi. Bugün ortaya çıkan gerçekler, sadece Şeyh Hasina’nın politikasıyla açıklanamaz. Bu Hindistan politikalarının bir sonucudur. 

Şeyh Hasina ile babası Muciburrahman arasında siyasi süreçler anlamında benzerlikten söz edilebilir mi?

Muciburrahman ile Hasina’nın aynı süreçleri yaşadıklarını söylemek güç. Çünkü Şeyh Hasina bahsettiğiniz gibi Şeyh Hasina asla tek parti yönetimini öncellemedi. Çünkü son otuz yılda önemli değişim geçiren ülke siyasal yaşamında bunu gerçekleştirmesine olanak yoktu. Ancak ne yapmak istediği ise muhalefeti baskı altında tutmak oldu. Bunu diğer on üç parti ile ittifak kurarak yaptı. Aslında pratikte bu tek parti yönetimidir... General Erşad’ın Jatiya Partisi bu partiler arasındadır. Bu partilerin Halkçı Parti’den farklı yönleri olduğu düşünülebilir. Ancak hükümetin Erşad ve Jatiya Partisi’yle olan ilişkisi bir tür Halkçı Parti’nin Jatiya Partisi üzerine uygulanan siyasi baskıya ve Halkçı Parti’ye tabi olmasına dayanır. Evet bu noktada Şeyh Hasina’nın uygulamasının babasının 1972-3’de izlediği politikayla aynı olduğu söylenebilir. Ancak mekanizma farklıdır.

Ülke siyasal yaşamında üçüncü bir güç var: Cemaat-i islami. Bu yapı hakkında neler söylemek istersiniz?

Cemaat-i İslami, Pakistan’da kurulmuş bir siyasi partiydi. 1971’de Halkçı Parti seçimi kazandığında Cemaat-i İslami Halkçı Parti’yi tebrik eden ilk partiydi. Ancak Batı Pakistan’da bir tür komplo teorisi gündeme getirildi.. Ve Şeyh Muciburrahman’a siyasi yönetim hakkı tanınmadı. Cemaat-i İslami bu noktada Pakistan’la işbirliği yapmadı. Çünkü bu yapının içinde Pakistan ordusu, mevcut bürokrasi ve Pakistan liderlik yapısı vardı. Cemaat-i İslami bu yapının içinde yer almıyordu.

Daha sonra Zulfikar Ali Butto’nun başını çektiği Pakistan’daki parti ve Doğu Pakistan’daki güçlü lider konumundaki Muciburrahman siyasi sorunların çözümü için birbirleriyle görüşüyorlardı. Bu dönemde iki üç hafta süren görüşmelerde Batı Pakistan ordularını Doğu Pakistan’a gönderdi.

Ve demokratik olarak seçilmiş yönetime karşı askeri harekat başlatıldı. Bu Doğu Pakistan’da sorunların temelini oluşturur. Ancak bu süreçte Cemaat-i İslami’nin rol aldığını düşünmek yanıltıcı olur. Ancak Pakistan’ın askeri operasyonu gerçekleştiğinde Halkçı Parti kadroları Hindistan’a kaçtı ve Cemaat-i İslami siyasi bir görev üstlendi. Halkçı Parti, Hindistan’ın desteğiyle bağımsızlık hareketine başladı. Ve bu yapılanmaya karşı Pakistan ordu gücünü kullandı. Bu Cemaat-i İslami için son derece güç bir durumdu.

Cemaat-i İslami, İkbal’in düşüncesine inanıyordu. Nihai olarak İslami prensiplere dayalı bi yönetim olabileceğine ve bunun toplum için faydalı olacağına inanıyordu. Her iki diğer çözüm de yanlıştı. İki seçim vardı. Ya Pakistan birliğini savunmak ve Paakistan ordusuna yardımcı olmak veya Bangladeş bağımsızlık hareketini savunmak. Ve Pakistan’dan ayrılmak. Bu siyasi bir karardı. Ve Cemaat-i İslami Pakistan’ın birliğinden yana görüş kullandı. Sanırım, bu benim bireysel görüşüm, o zamanlar gençtim ... Bangladeş bağımsız olsa etrafı Hindistan’la çevrili bir ülke olacaktı... Egemenliğini sağlamak son derece zor olacaktı. Pakistan’ın birliği uzun erimli süreçte Bangladeşliler için daha iyi olacaktı.

Cemaat-i İslami’nin söylediği zor bir karar almaları gerekiyordu.. Pakistan’a karşı savaşan Hindistan’ın desteğindeki halkçı parti yanında yer almak veya Bangladeşli sivillere karşı askeri gücü kullanan ordunun yanında yer almak. Cemaat-i İslami birleşik Pakistan’dan ve Pakistan ordusu’nun düzeni sağlamasından... Pek çok masum insan hayatını kaybetti. Öldürülen insanlar, ırzına tecavüz edilenlerin sayısı oldukça abartılmıştır. Çünkü Pakistan, İslam adına ortaya çıkmış bir devletti. Hindistan özellikle bu ölü sayılarının abartılmasında rol oynadı. Bangladeş hükümeti pek çok kez kanıtlar toplamaya çalışmış ancak hiçbir şekilde kamuoyuyla paylaşılmamıştır. Çünkü sayı son derece düşüktü. Bu sayıyı açıklamak istemediler. Gerçekte Şeyh Muciburrahman Pakistan ve Hindistan arasında bir anlaşmaya vardı. Ve suç işlemiş olan hiçbir Pakistanlı ordu mensubu yargılanmayacağı konusunda anlaşma yapıldı. Herkese af ilan edildi. İçinde Cemaat-i İslami de vardı.

Son yirmi yıllık tecrübenin ardından Halkçı Parti, Cemaat-i İslami’yi ortadan kaldırmadan Halkçı Parti’nin iktidarı elde etmesi mümkün gözükmediğini anladı. Cemaat-i İslami kimi desteklerse o iktidara geliyordu. Bunun sonucu olarak, Halkçı Parti, Cemaat-i İslamiyi ortadan kaldırmaya başladı. Bunun öncelikli sebebi de, 1971 hadisesi olarak gündeme getirildi. 40 yıl sonra yeniden gündeme getirildi.

Son dönemdeki yargılamalar ve infaz uygulaması nasıl anlaşılmalı?

Cemaat-i İslami mensupları yargılanmaya karşı değil, ancak bu yargılama uluslararası gözlemciler önünde yapılmalıydı. Ancak bu yapılmadı. Bangladeş Hükümeti, Uluslararası Suçlar Mahkemesi kursa da, gerçekte hem Bangladeş için de bile bu mahkemeye atananlar Halkçı Parti yanlısıdır. Cemaat-i İslami yargılamaların adil olmadığına inanıyor. Bu nedenle karşı çıkıyorlar. Amnesty International, Human Rights Watch, Cemaat-i İslami’nin argümanlarını kabul ediyor ve yargılamaların adil olmadığını söylüyor. Bu yargılamalar herhangi bir uluslararası suçlar mahkemesi kriterlerine uymuyor. Şu ana kadar bir lideri astılar. Ve diğerleri sırada bekliyor... aralarında ulusalcı liderler de var. Asma hadisesi başladığına göre, yönetim muhalefeti dikkate almıyor.. Birleşmiş Milletler, ABD Dışişleri Bakanı Bangladeş yönetimine bu idamların durdurulmasını söyledi. Cemaat-i İslami liderlerine kendilerini savunma hakkı verilmedi. Bu gelişmeler, Hükümetin eylemlerinin ardında bir hedefi olduğunu ortaya koyuyor. 1971’i meşrulaştırıyor diyebiliriz. Bugün uluslararası kamuoyu Bangladeş yönetimine medeni bir dünyada yaşamak istiyorsan medeni davranmasını söylemeli. Halkçı Parti, maalesef medeni davranmıyor. Son derece barbarik bir davranış sergiliyor.

Görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim.

Ben  teşekkür ederim.


Selasa, 07 Januari 2014

Bangladeş’te Seçimler Tamam. Şimdi Ne Olacak? / Elections Done. What’s Next?

Mehmet Özay                                                                                                                      6 Ocak 2014
5 Ocak Pazar günü yapılan 10. genel seçimler darbeler ve askeri vesayet altında hükümetler görmüş ülkenin belki de en çelişkili seçimleri oldu. Sadece ülke muhalefetinin değil, uluslararası çevrelerin de meşruiyeti konusunda ciddi kaygılar duyduğu ve çok düşük oranda katılımın gerçekleştiği seçimler kana bulandı. Muhalefet seçimleri boykot ederken, uluslararası çevreler gözlemci göndermeyerek tepkilerini ortaya koydular. 300 sandalyeli parlamentonun yeni üyelerini belirleyecek seçimde yaklaşık 200 bölgesinde oy kullanılmadı. Çok az sayıda seçmenin oy kullandığı gözlendi. ‘Seçim güvenliğini’ polisle sağlayamayan hükümet ordu birliklerini göreve çağırdı. Buna rağmen, pek çok seçim merkezine saldırılar gerçekleşirken, resmi rakamlara göre 18, muhalefet kaynaklarına göre ise 22 kişi hayatını kaybetti. Öldürülenlerin büyük bir bölümünün muhalefet destekçisi olduğu ve birinin de polis olduğu belirtiliyor. Hükümet şiddet olaylarından muhalefeti özellikle de Ulusal Parti Başkanı Begüm Halide Ziya’yı sorumlu tutuyor. Ziya’nin son beş gündür ev hapsinde olduğu da biliniyor.

Muhalefetin seçimleri boykot kararı almasının ardından seçim bölgeleri dağılımına göre 153 sandalye doğrudan iktidardaki Halkçı Parti’ye gitmiş oldu. Zaten Başbakan Şeyh Hasina da bunu seçimler öncesinde bir zafer edasıyla gündeme getirmişti. Seçimler sonrasında açıklama yapan Enformasyon Bakanı, seçmenlerin kaçta kaçının oy kullandığının öneminin olmadığını, önemli olanın boykot çağrısına uymayarak sandık başına gidenler olduğunu söylemesi akıllara durgunluk verecek düzeydeydi. Oysa seçimlerden daha bir hafta önce yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın %77’si, seçimlerin yapılmasına karşı oldukları çoktan beyan ediyordu. Muhalefet lideri ve Ulusal Parti başkanı Begüm Halide Ziya ise, seçimleri ‘şaka’ gibi bir gelişme diye yorumladı ve bu seçimlerin gerçekte hiçbir siyasi meşruiyeti olmadığını dile getirdi.

Aslında bu çelişkili ve belki de siyasi felâket olarak adlandırılabilecek bu gelişme aylar öncesinden ipuçlarını vermeye başlamıştı. Muhalefetin Hükümet’teki Halkçı Parti’ye (Awame League) seçim hükümeti kurulması yolundaki tavsiyelerine akabinde ABD ve İngiltere, Avrupa Birliği gibi güçlerce Hükümet kanadına yönelik muhalefetle işbirliği içerisinde seçime gidilmesi çağrısı da sonuç vermedi. Seçime gidilirken, Başbakan Şeyh Hasina’nın izlediği tehlikeli yollardan biri ‘seçim hükümeti’ kurmamaksa, bir diğeri de seçim ittifaklarındaki rolüyle iktidar değişikliklerinde önemli bir rol oynayan Cemaat-i İslamiye’nin liderlerini ve akabinde bu partiyi ve  hareketi ortadan kaldırmaya yönelik girişimi oldu.

Aslında bu iki süreç birbiriyle ilintiliydi. Çünkü son yirmi yılda yapılan seçimlere üç ay kala kurulan ‘seçim hükümeti’yle gidilmesini siyasi bir öneri olarak gündeme getiren Cemaat-i İslami liderleri olmuştu. Akabinde, gerek Halkçı Parti gerekse Ulusal Parti ile dönemin siyasi konjenktürlerine uygun olarak seçim ittifakları yapan Cemaat-i İslami her iki partinin eş değerdeki oy potansiyellerini ‘kırabilecek’ halk desteğine sahip olmasıyla öne çıkan bir anlamda dengeleri belirleyici siyasi bir güç olarak ortaya çıkıyordu. Şeyh Hasina’nın 2009 yılı başlarındaki seçimlerin ardından Başbakan olması ve hükümeti kurmasıyla birlikte ülke siyasal yaşamını baştan aşağıya değiştirme çabasında olduğu görülüyordu. Yargı sistemine ve emniyet kurumuna atamalar, ordunun önde gelen bazı subaylarının ‘ortadan kaldırma’ gibi icraatları nihayetinde adına bağımsızlık savaşı denilen süreçte Cemaat-i İslami üyelerinin ‘bağımsızlığa karşı çıkması’ ve o dönem Pakistan ordusuyla sözde ‘işbirlikçilik' yapması argümanını gündeme getirerek adına “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi” denilen yapı ile Cemaat-i İslami’nin önde gelen liderlerini hapis ve ölüm cezalarına çarptırma süreci başladı.
 
Tabii 5 Ocak seçimlerine gidilirken ülke siyasal ve de toplumsal yaşamını kaosa sürükleyen gelişmeleri Bangladeş’in iç meselesi olarak yorumlamak, hele hele günümüz koşullarında son derece ‘naif’ bir yaklaşım olacaktır. Aslında ülkenin bugünkü siyasal ‘gerçekliğinde’ belirleyici olan ‘dış güçler’ daha bağımsızlığa giden süreçten ele alınmayı hak etmektedir. Kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere, son beş yılda Hindistan Bangladeş’den büyük bir kazanım elde etti. Sadece ekonomik anlaşmalar yoluyla değil, ticaret yollarıyla. Öte yandan bazı ayrılıkçı Hint eyaletleri üzerinde sağladığı kontrol de unutulmamalı. Tam da bu noktada Hindistan’ı sadece Bangladeş üzerinde değil, tüm bölgede siyasi temsilci atayan Batılı gücün rolünü göz ardı etmemek lazım...

Bütün bu konulardaki başarı Halkçı Parti’yi iktidarda tutulmasıyla sağlandı. Bu nedenledir ki, Şeyh Hasina’nın ana destekçisi komşu ülke Hindistan’dır. Hindistan, Halkçı Parti’yi iktidarda tutmak için büyük çaba gösterdi. Bugün ortaya çıkan gerçekler sadece Şeyh Hasina’nın politikasıyla açıklanamaz. Bu Hindistan politikalarının bir sonucudur. Bu yaklaşımı ‘komplo’ diyerek küçümsemek veya olan biteni iki kadın siyasetçi arasındaki ‘dalaşla’ ifade etmeye yerine, bölgenin tarihine derinlikli bir bakışla yaklaşmanın gerekli olduğuna kuşku yok. Belki bu iki kadın siyasetçi figüründen geriye doğru giderek de ülkenin görece kısa siyasi tarihini ve bağımsızlık öncesini incelemeye başlanabilir.

Şimdi Bangladeş’te ne olacak sorusunu sorma zamanı. Kimi gözlemcilerin dile getirdiği üzere, Başbakan Şeyh Hasina ülkenin Başbakanı değil, “Dakka’nın Başbakanı” olarak anılıyor. Bunun arkasında hiç kuşku yok ki, Başbakan ve hükümetin ülke genelinde muhalefetin yürüttüğü grev ve boykotlara müdahale edemediği ve güvenliği sağlayamadığına işaret eden bir tanımlama. Zaten bu nedenledir ki, Başbakan ordu birliklerinin güvenliği sağlamasını talep etti. Ancak bu güvenliği sağlamak yerine, toplumsal kaosu daha da artırmaya ve çatışmaların içine orduyu da çekmeye yönelik bir girişim olduğuna kuşku yok.

Bugün gelinen noktada Cemaat-i İslami liderlerine yönelik yargılamalar ve idamlar konusu hâlâ gündemde. Seçimlerin ardından bu konuda hükümetin tavrı ne olacağı merak konusu. Son yirmi yıllık tecrübenin ardından Cemaat-i İslami’yi ortadan kaldırmadan Halkçı Parti’nin iktidarı elde etmesi mümkün gözükmediği anlaşılıyor. Cemaat-i İslami kimi desteklerse o iktidara geliyor. Bunun sonucu olarak, Halkçı Parti Cemaat-i İslami’yi ortadan kaldırmaya karar verdiği söylenebilir. Bunun öncelikli sebebi olarak da 40 yıl aradan sonra 1971 hadisesi gündeme getirildi. Şu ana kadar bir lideri astılar ve diğerleri sırada bekliyor, aralarında ulusalcı liderler de var. İdamlar başladığına göre, yönetim muhalefeti dikkate almıyor demektir. Düşük katılımlı seçimler ülkenin sözde demokratik meşruiyetini temsil etmiyor. Şeyh Hasina’nın önünde iki şık bulunuyor. Ya ordu destekli baskı rejimini giderek artırmaya devam edecek. Ya da Bangladeş halkının talep ettiği asgari demokratik yöntemleri hayata geçirme konusunda muhalefetle masaya oturacak... İlkini seçtiği taktirde, sadece Cemaat-i İslami mensupları değil, geniş kesimler gelişmelerden etkilenecek. İkincisini seçtiğinde ise Bangladeş halkı en azından kısa vadeli olarak derin bir soluk alacak.

Sabtu, 04 Januari 2014

Seçimler Öncesinde Bangladeş’te Son Durum / Bangladesh Before the Election

Mehmet Özay                                                                                                                    4 Ocak 2013

İktidardaki Halkçı Parti (Awame League) tarafından ‘tek taraflı’ olarak karar verilen genel seçimlere birkaç gün kaldı. Muhalefet partileri, yani Bangladeş Ulusal Partisi (BNP) ile bu partinin en önemli seçim ortağı Cemaat-i İslami’nin yanı sıra, muhalefeti temsil eden diğer 16 parti, 5 Ocak’ta seçimleri boykot etme kararı aldı. Öte yandan, iktidar partisi ve koalisyon ortakları olan diğer 13 siyasi parti kendi aralarında yarışacak. Bu seçim fotoğrafı kuşkusuz ki ülkede adına demokratik temsil denilen süreci yansıtmayacak. Sürecin bu noktaya gelmesinde mevcut iktidarın seçim hükümeti kurulmaması konusundaki dayatması baş rol oynadı. İktidar dayatmanın da ötesine geçerek cezalandırma kampanyasıyla önce Cemaat-i İslami’yi, ardından BNP’nin önde gelen liderlerine yönelik tutuklama ve yargılamalara başladı. En son gelişmelerden biri ise, BNP lideri Begüm Halida Ziya’nın ev hapsine tabi tutulması oldu.

Bu durum, ülkenin kısa siyasi tarihinin son yirmi yılında ilk defa genel seçimler öncesinde ‘seçim hükümeti’ kurulmaması anlamına geliyor. Muhalefet partilerinin aylar öncesinde ‘seçim hükümeti’ kurulması yönünde tüm çabası hükümet nezdinde karşılık bulmadı. Ardından Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere makamlarının Halkçı Parti ve Ulusal Parti arasında arabulucu rolü oynamaları da sonuç vermedi. Aslında Şeyh Hasina ve hükümeti bu yıl yapılacak seçimlerin hazırlıklarına yıllar önce başlamışlardı. 2009 yılı başlarındaki seçimin ardından seçim kanunundaki değişiklikle ‘seçim hükümeti’ uygulamasına son verildi. Bu süreç, iktidar ile muhalefet arasında gerginliklerin yaşanmasına neden olurken, toplumsal kaos ve Cemaat-i İslamiye yönelik suçlamalar ve idam cezaları ile doruğa çıktı.

Bu noktada muhalefetin iki güçlü unsuru, Ulusal Parti ve Cemaat-i İslami’nin ne tür bir ittifak içerisinde yer aldıklarına değinilmeli. Ulusal Parti kamuoyu desteğiyle ‘öncü’ bir güç. Cemaat-i İslami ise sahip olduğu organizasyon yapısıyla destekçi görünümünde. Ulusal Parti, kuruluş özellikleri dikkate alındığında ordu kökenli yapılanmaların bir ürünü. Cemaat-i İslami ise ‘pür’ bir sivil hareket. Bugün, Cemaat-i İslami liderlerine yönelik karalama kampanyasının idamlara kadar uzanması karşısında BNP ne idamlara karşı çıkıyor ne de bu idamları onayan hükümete destek veriyor. Cemaat-i İslamiye’yi bu noktada açıkça desteklememesi, yargılamalar ve idamlar karşısında görece sessiz kalması partinin ‘kurucu kökleriyle’ bağlantılı. Bir de ülke medyasının %95’ini elinde tutan bir iktidar aygıtının şekillendirdiği toplumsal algı karşısında Cemaat-i İslami’yi açıktan desteklemenin seçmenleri nezdinde doğuracağı ‘faturayı’ hesap ediyor. Bu hususlar, BNP’nin yüksek sesle direniş göstermemesi ve Cemaat-i İslami’nin yanında yer almamasını kafi derecede açıklıyor. Öte yandan, hükümetin Cemaat-i İslami’yi ‘ortadan kaldırma’ projesine açıkça destek vermemesi de, her halükârda oldukça güçlü bir yapılanmaya sahip Cemaat-i İslami’nin ‘yumuşak’ gücüne kaçınılmaz ihtiyaçdan kaynaklanıyor.

Cemaat-i İslami vechesinde ise, parti tek başına siyasi gücü ele geçiremeyeceği gerekçesiyle BNP ile seçim ittifakı yapmaktan kaçınmadığı bir görüntü hakim. Argümanları da, ülkenin daha iyi yönetimi için mevcut siyasi erkin mutlaka değişmesi düşüncesine dayanıyor. Bu anlamda tedrici bir iyileşmeden yana tavrını bu seçim ittifakları ile kamuoyuna yansıtmaya çalışıyor. Cemaat-i İslami sözcülerinin mevcut sistemin meşruiyet sorunu olduğu yolundaki argümanı, seçim hükümetinin kurulmaması dolayısıyla iktidarın devlet mekanizmasında oynayabileceği roller, bir başka ifadeyle manipüle etme gücünden kaynaklanıyor. Ülkeyi yakından tanıyan kaynaklarımızın ifadesiyle, ‘seçim korsanlığı’ uygulanacak. Yani önceden hazırlanmış oy pusulaları seçimlerde belirleyici olacak.

Peki Bangladeş’i vuran siyasi ve toplumsal kaosu ülkenin iç işleri ile sınırlandırmak ve böylesi sığ bir değerlendirmeye tabi tutmak mümkün mü? Bu soruyu yönelttiğimiz Bangladeşli kimi aktivistlerin cevabı ‘hayır’. 160 milyonluk nüfusunun kahir ekseriyeti ‘Müslüman’ olan Bangladeş’in komşu ülkeleri arasında çoğunluğu Müslüman olan bir ülke bulunmuyor. Öte yandan, hemen yanı başında, Hindistan gibi küresel güç istidadı olduğu şüpheli de olsa, kimi bağlamlarda bölgesel gücü devşirme uğraşındaki bir ülkeye komşu olması dikkatlerin bir ölçüde bu ülkeye çekilmesini gerekli kılıyor.

Kimi gözlemciler, Hindistan Dışişleri Bakan yardımcısı Sujatha Singh’in yakın dönemde Bangladeş’i ziyaret ederek ülke iç politikasına müdahil olacak girişimlerde bulunduğunu ifade ediyor. Kaldı ki, Bangladeş politikası ülkenin ‘ulusal politikası’... Yani Hindistan’daki seçimlerde Kongre Partisi iktidarı değiştiğinde Bangladeş siyasetinde değişme olmayacak. Bu noktada Hindistan bir yandan bölgesel güç kazanımına odaklanırken, öte yandan demografik yapısı dikkate alındığında önemli bir tüketim piyasasına işaret eden Bangladeşi bir tür ‘sömürü’ aracına dönüştürmek istiyor. Yani hem siyasi, hem de ekonomik kazanım peşinde... Kaldı ki, bu ulusal dış politika, sadece Bangladeşle de sınırlı değil. Diğer komşu ülkeler Sri Lanka, Bhutan ve Nepal’e yönelik olarak da benzer şeyleri söylemek mümkün.

Hindistan’ın bugün oynamakta olduğu rol, dün oynadığı rolün devamı mahiyetinde. Hindistan, İngiliz sömürge yönetiminin bölgeden çekilmesinden sonra Doğu ve Batı Pakistan olarak ikiye ayrılan Müslümanların  çoğunlukta olduğu coğrafyanın bir kez daha bölünmesi konusunda elinden gelen çabayı göstermiş bir ülke olduğu hatırlandığında, son birkaç yılda Dakka siyasetindeki gelişmeleri yerli yerine oturtmak için geçmişe dönüp bakmak bir zorunluluk arz ediyor. Bu noktada, acaba Bangladeş akademyasında bir çabadan söz edilebilir mi diye sorulabilir. Bangladeş iktidar erkinin belirleyiciliği, akademisyenlerin bağımsız ve eleştirel çalışmalar yapmalarının önünü alıyor. Bu durum ülkenin modern tarihinin neredeyse anlaşılmasını imkânsız kılıyor ve resmi tarihe mahkum ediyor.

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, bugün Cemaat-i İslami adı verilen köklü ve de ‘yerli’ kuruma karşı başlatılan saldırının nedeni, 1970’deki adına ‘bağımsızlık savaşı’ denilen süreçte, o dönemki adıyla Batı Pakistan’dan ayrılmak istememelerine ve de Pakistan ordusuyla işbirliğine dayandırılıyor. Bu nedenledir ki, Cemaat-i İslami liderlerine yönelik gayri adil suçlamalar, yargılamalar ve idamları, ultra milliyetçi çevreler ‘ikinci bağımsızlık’ süreci olarak adlandırıyorlar. Söz konusu suçlamalara maruz bırakılan Cemaat-i İslami, sanki bağımsızlığın önünde engelmiş gibi gösteriliyor. Burada öncelikle, ‘bağımsızlık’ kavramının Bangladeş ve bölge Müslümanları için neye tekabül ettiği ve bu kavramın ‘üretim’ sürecinde hangi bölgesel ve uluslararası aktörlerin rol aldığı konusu es geçilemeyecek kadar belirleyici bir husus. Israrla ‘Müslüman’ diyoruz, çünkü bu bölge halkının kahir ekseriyeti tarihsel ve geleneksel anlamda bu ‘sosyo-dini’ yapının içinde yer alıyor. Bu gerçeği göz ardı ederek bölge gerçeklerine yaklaşmak, olsa olsa ideolojik miyoplukla tanımlanabilir...

Ancak aynı Cemaat-i İslami’nin liderlerinin, ülkenin kurucu babası ve bugünkü Başbakan Şeyh Hasina’nın biyolojik babası Şeyh Muciburrahman’ın 1970’deki Doğu-Batı Pakistan’daki seçimlerde en çok oyu alması karşısında, Batı Pakistan siyasi elitine ‘Bırakın Muciburrahman ülkeyi yönetsin’ önerisini güçlü bir şekilde dillendirmeleri ise atlanan önemli bir husus. Cemaat-i İslami’yi siyasi etik gereği, ülke ve bölge siyaseti içinde konumlandırmadan, Bangladeş yönetiminin ne yapmak isteğini ve bu yaptıklarının neye tekabül ettiğini anlamak mümkün değil.

Kaldı ki, Cemaat-i İslami liderlerine yöneltilen ‘savaş suçlusu’ yaftası da muğlak bir durum. Ancak kaynakların ve tanıkların ifadesine göre 1970’deki savaş Pakistan-Bangladeş orduları arasında gerçekleşmekten ziyade, Pakistan-Hindistan savaşı olarak kayıtlara geçmiştir. Bunun kanıtını ise, o dönem yapılan barış anlaşmalarına imza atan yetkililerin imzalarında görmek mümkün. Öte yandan, bir zamanlar ‘tu kaka’ kabul edilen, ancak ardından şartların değiştirilmesiyle bir ‘ulusal kahraman’a dönüştürülen babası Muciburrahman’ın siyasi mirasını devşiren bugünkü Başbakan Şeyh Hasina’nın uzun yıllar Hindistan’da yaşadığı dikkatlerden kaçırılmaması gereken hususlardan biri.

Bangladeş’in iç ve bölge siyasal yapısına dair özetle bunları söyledikten sonra, ülkenin kahir ekseriyetini oluşturan Müslüman kitleler hatırına şu hususa da değinmekte fayda var. Bangladeş, başta Türkiye olmak üzere halkı Müslüman olan ülkelerin siyasi ve sivil kesimlerince yakından izlenmesi gereken bir ülke. Ancak aradan geçen süreçte, Batı medyası bir yana, bu yönde özellikle de ilgili ülke medyalarının, Bangladeşdeki gelişmeleri ne kadar yakından izlediği ise kuşkulu. Batılı yayın organlarının devşirmeciliğinde yürütülen habercilik anlayışı sözde özgürlükçü, demokratik çevrelerin zaafiyetlerinin bir kez daha ortaya çıktığını göstermesi bakımından dikkat çekici. Bangladeş gibi dünyanın en yoksul ülkeleri sıralamasında başı çeken, yolsuzluklar konusunda araştırmalarıyla tanınan Uluslararası Şeffaflık Kurumu’nun yıllık raporlarında ilk üçte yer alan bir ülkeye insan hakları, demokrasi, kardeşlik, özgürlük gibi şatafatlı kavramları dillendirenlerin nasıl bir yaklaşım sergilediklerini ibretle izliyoruz. Ülke iktidarını oluşturan ve sol/sosyalist vb. kavramlarla yüklenmiş siyaset jargonu ile hareket eden Halkçı Parti (Awame League) ne insan hakları ne de sahiplendiği sol tandanslı kavramlar ve ideolojik çıkışları bağlamında ele alınıyor. Ülkenin yoksul kesimlerine hak, adalet vb. kavramların ‘ulaşması’ için faaliyet gösteren siyasi bir organ olmanın ötesinde toplumsal açılımları ile öne çıkan Cemaat-i İslami’ye yönelik ‘yakıştırmalar’ ise insafsızlığın ta kendisi denilecek boyutta. Bangladeş’i yazmaya devam edeceğiz...