Kamis, 14 Agustus 2014

Cumhurbaşkanlığı Seçiminin Güneydoğu Asya’ya Yansımaları / Turkish Presidential Election and Reflections in SEA

Mehmet Özay                                                                                                              14 Ağustos 2014

Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin geçmişteki seçimlerden farkının sadece ulusal boyutu olmadığı, aksine yakın coğrafyadan uzak coğrafyalara kadar çeşitli saiklerle yakından izlenmekte olduğuna şahit olduk. Bu bağlamda, 10 Ağustos’da gerçekleştirilen seçimin Malezya ve komşu ülkelerde yankı bulup bulmadığı, bulduysa bunun nedenleri üzerinde ve de önümüzdeki yakın dönem için beklentilere hem gözlemlerimiz hem de gerçekleştirdiğimiz bazı mülâkatlar üzerinden değinmekte fayda var.

Öncelikle şunu söylemekte fayda var. Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçimini yakından izleyen kitleler sadece Malezya ile sınırlı değildi. Bu anlamda sınırlarını Bangladeş’den Arakan (Myanmar), Patani (Tayland), Mindanao (Filipinler), Açe ve Endonezya’ya kadar uzatabileceğimiz geniş bir coğrafyada Türkiye’de olup bitenlere kulak kabartan kitleler var. Ve bu coğrafyalara mensup STK yöneticileri, entellektüeller, akademisyenler ve sıradan insanlar seçim sonrasında ortaya çıkan manzaradan oldukça memnun olduklarını ortaya koyuyorlardı.. Daha seçim öncesinde görüştüğümüz kimi bireyler, Türkiye’deki gelişmeye ‘dualarıyla’ katkıda bulunduklarını ortaya koyuyorlardı. Temelde bu kitlelerin, salt Malay ve diğer Müslüman gruplar olmadığını, dünyanın ‘gelişmekte’ olan ekonomileri arasında yer alması dolayısıyla ülke yönetimleri, iş çevrelerince de pragmatik dolayımda dikkate alındığına kuşku yok. Ancak, yukarıda saydığım bölgeler özelinde durmak, işin ekonomik boyutunun dışında söz söylemeyi gerektiriyor.

Başbakan Erdoğan niçin bu coğrafyalarda olumlu tepki alıyor sorusu önemli. Öncelikle güçlü liderlik vasfına atıfta bulunuluyor. Türkiye’nin ekonomik kalkınmışlığında alınan yol; siyasi istikrar; bölgesel ve küresel sorunlara dair cesaretle görüş beyan etme gibi hususiyetler öne çıkıyor. Bir akademisyenin dile getirdiği üzere, Başbakan Erdoğan’ın son 12 yılda sergilediği güçlü liderlik yapısı onu sadece Müslüman toplumlar için değil, küresel anlamda bir rol model olmasına neden oluyor. Bu noktada, Başbakan’ın Myanmar, Filistin, Somali gibi coğrafyalara ilgisi ve pratikteki müdahale etme gayreti öne çıkıyor. Malezya’dan bir milletvekili ise Erdoğan’ın bu duruşunu ‘moral otorite’ olarak kavramsallaştırarak, benzer coğrafyalarda ihtiyaç duyulan liderlik olgusuna dikkat çekiyor.

Bu coğrafyalarda ilginin temel nedeninin siyasi bir figür olarak Başbakan Erdoğan olduğuna kuşku yok. Başbakan’ın, gerek küresel anlamda gerekse bölgedeki kimi gelişmeler çerçevesinde yüksek sesle görüşlerini dile getirmesi ve bazı inisiyatifler almakla eylem kabiliyetinde oluşu onun bölgedeki kitleler nezdinde dikkate alınılırlığını gündeme getiriyor. Bu anlamda, bu bölgeler ile Türkiye arasındaki ilgiyi, sadece Başbakan üzerinden okumak eksiklik olur. Ortada kayda değer bir toplumsal ve tarihsel bilincin ortaya çıkması gibi azımsanmayacak bir durumun da varlığına işaret etmeliyim. Bu bilinç noktasında bölge topluluklarının kimi ölçeklerde biz Türklerden çok daha canlı ve diri olduklarını gözlemlemek mümkün. Bu noktada, ortaya bir sinerji çıkıyor veya çıkacaksa bu toplulukların neye-niçin dikkat çekmekte olduklarını sağlıklı bir şekilde değerlendirmekte fayda var. Ancak bu husus, burada değerlendirilemeyecek kadar geniş.

Bu topluluklar bir anlamda içinde yüksekdikleri kendi coğrafyalarında bulamadıkları bir lideri Başbakan Erdoğan’ın şahsında buluyorlar. Bangladeşli bir akademisyenin dile getirdiği bir hususu paylaşarak ifade edecek olursam, Başbakan, diğer liderlerin aksine ciddi anlamda bir risk alıyor. Örneğin, ırkçılık, siyonizm, İslam korkusu gibi konulardaki yaklaşımıyla Başbakan Erdoğan’ın sadece Müslüman toplumlar nezdinde değil, dünya kamuoyunun bilincinin şekillenmesinde de bir rol oynuyor. Bu anlamıyla, “Başbakan Erdoğan dünya kamuoyunun ilgisini çekmeyi başarmış bir lider”. Bu hususta, örneğin 26 Aralık 2004’de Açe’de büyük tahribata yol açan deprem ve tsunami; 2012 yılında Myanmar’ın Arakan Eyaleti’nde yaşananlar; geçen Aralık ayında ve devamında Bangladeş’te yaşananlar karşısında Erdoğan’ın sergilediği tutum ve eylemlere işaret etmek ve hatırlatmak gerekir. Bu yaklaşımın günü kurtarmaya yönelik bir ‘el çabukluğu marifeti’ olmadığı, Başbakan’ın benzer durumlarda aynı tepkileri tekrarlamasıyla ortaya koyduğuna tanık olunuyor ve gelişmeleri takip etme konusunda da bir ciddiyet sahibi olduğu görülüyor. Yine görüştüğümüz kişiler, bu insani ve siyasi tutumun Başbakan’ın liderlik kalibresinin niteliğini gösterdiğine değiniyorlar.

Seçim sonucundan memnuniyetini dile getiren çevreler, aynı zamanda önümüzdeki beş yıllık süre zarfında ne türden beklentiler içinde olduklarını da açıkça ortaya koyuyorlar. Örneğin Arakanlı bir STK yetkilisi Arakan Eyaleti’ndeki zulmün devam ettiğine, bu noktada Türkiye’nin -her ne kadar bölgeye yabancı olsa da- çeşitli araçlar vasıtasıyla arzu edilebilir bir çözüme katkıda bulunacağından emin olduklarını dile getiriyor. Tabii burada ‘suçlu’ aranacaksa, sadece işaret parmaklarının ‘Myanmar’ın merkezi hükümetine çevrilmekle sınırlı olmamasına da dikkat çekilmeli. Malezya, Endonezya, Suudi Arabistan gibi ülkelerde yasadışı göçmen statüsüyle yaşayan Arakanlı Müslümanların adına ‘İslam ülkeleri’ denilen bu coğrafyalarda ‘insanca yaşama standardını’ yakalamalarında Türkiye’nin başat rol oynaması konusunda da ciddi bir beklenti var. Arakanlıların bir diğer talebi ise, Avustralya, Kanada, ABD ve kimi Avrupa ülkelerinin bu insanları ülkelerine çekme konusunda resmi kanallarıyla ciddi çalışmalar sergilerken, Türkiye’nin niçin böylesi bir politika gütmediği de gündeme getirilen sorular arasında. 

Öte yandan, ortaya çıkan bu algı ile sahada mevcut sorunların ne kadar çözüme kavuşturulup kavuşturulmadığı ise bir başka konu. Bu noktada, inisiyatif ve risk alan Başbakan’ın yaklaşımının kurumsal boyutu ile ilgili bölgelerde icraat bulması ise devlet kurumlarının uluslararası yapılaşma noktasındaki gücü veya zaafiyetiyle alâkalı. Ancak görünen o ki, Başbakan bugüne kadar kurumsal yapılaşmaların önünde seyrediyor. Tabii bir de bu noktada, düne kadar kendilerini ‘biz devletiz’ diyerek bu ve benzeri topluluklar üzerinde bir tür manevi baskı kurmakta yarışan ve çeşitli imkânları kendi ‘hedefleri’ noktasında kazanıma dönüştürmeyi amaçlayan kimi çevrelerin önümüzdeki dönemde yeri olmamalı. Devlet doğal akışı içerisinde sivil toplum ile etkileşimi sağlarken, temellerini sağlam atmalı. Bu sağlam temellerin atılıp atılmadığını ise zamanla göreceğiz. 

Sabtu, 09 Agustus 2014

Malezya Belirsizlik Tuzağında /Malaysia in Uncertainty Trap

Mehmet Özay                                                                                                                 8 Ağustos 2014
8 Mart’ta Malezya Havayolları’na ait bir uçağın kaybolmasının ardından 17 Temmuz’da Ukrayna’nın doğusunda Donetsk’de düşürülen uçak Malezya’da tam bir şoka neden oldu. İlk uçağın akibeti bir yana, somut bir tek bulgunun bile ortaya konmadığı ve ailelerin acısı dinmemişken, ikinci bir vak’a haberi oldukça sarsıcıydı. Özellikle bugüne kadar hiçbir havayolu şirketi dört ay gibi çok kısa aralıklarla iki uçağını birden kaybetmemişti. Bu iki uçak kazası havacılık sektörü, ulusal ve uluslararası güvenlik, dış politika, ekonomi vb. oldukça farklı bağlamlarda araştırılmayı hak edecek boyutlarda. Aynı zamanda, bu iki vak’a çok farklı açılardan dünya havacılık tarihine çoktan girdi bile.

Ancak bununla birlikte, her iki kazaya dair belirsizlik devam ediyor. Birinci kazanın ardından yirmialtı ülkenin katıldığı arama faaliyetlerinden sonuç alınamamakla birlikte, Malezya hükümetinin ‘uçağı mutlaka bulacağız’ açıklamasının bir devamı olarak bugünlerde hazırlıkları tamamlanmakta olan ikinci süreç başlayacak. İkinci kaza ile birlikte ise, Malezya epeyce yabancısı olduğu bir jeo-politik çekişmenin odağında buldu kendini. İlk saatlerden şu ana kadar, Malezya yönetiminden ‘bizi jeo-politik anlaşmazlıklarınıza alet etmeyiniz’ açıklaması yapılsa da, açıkçası Malezya şu veya bu şekilde tam da bu anlaşmazlığın ortasında yer alıyor.

İlkinin aksine, bu sefer bizzat Başbakan Necib Bin Razak’ın inisiyatifi ele aldığına tanık olundu. İlk kazanın ardından gerek ülke içinde gerekse, yolcuların çoğunun Çinli olmasından dolayı Çin resmi makamlarından gelen tepkilerle zor durumda kalan hükümetin, bu sefer nasıl müdahale edeceğini açıkçası iyi tespit ettiği söylenebilir. Başbakan’ın girişiminin ne olduğuna kısaca değinelim. Necib bin Razak, önce ABD, ardından Rusya Devlet Başkanları olmak üzere Ukrayna, Hollanda, Avustralya başkan ve başbakanlarıyla görüştü. Bu görüşmelerin içinde biri vardı ki, o da ayrılıkçı liderlerden Alexander Borodai’ydi. Başbakan’ın Borodai’yle doğrudan telefon teması kurması, bugüne kadar nasıl gerçekleştirildiğine dair herhangi bir açıklamanın vaki olmadığı bir gelişmeydi.

Birkaç gün içerisinde Borodai’ya ulaşılması ve akabinde ortada bir ‘anlaşmadan’ bahsedilmesi sadece Malezya’da değil, konuyla ilgilenen tüm ülkelerde süprizle karşılandı. Öyle ki, bu girişim, bugün artık bir iç savaş olduğu konusunda görüşlerin serdedildiği Ukrayna’nın doğusunda ve Ukrayna makamlarınca ‘terörist’ olarak adlandırılan grubun veya gruplardan birinin lideriyle yapılması uluslararası ilişkiler boyutuyla dikkat çekiyordu. Başta bazı batılı ülkeler ve Ukrayna olmak üzere bu girişimin pek de ‘hoş’ karşılanmamış olması bundan dolayıydı.

Malezya Başbakanı’nı bu tür bir iletişime sevk eden ise, mutlak anlamda bir ‘insani’ duruştan kaynaklanıyordu. Yani, birinci uçak vak’asında özellikle hayatını kaybeden yolcu ailelerinin baskısını yakından tecrübe eden Başbakan Necib bin Razak, bu sefer ilk andan itibaren performansını ‘cesetlerin bir an önce ailelere ulaştırılması’ konusuna yoğunlaştırdı. Bu nedenle, adına terörist dense de, ayrılıkçıların liderine ulaşma konusunda bir tereddüt yaşadığını söylemek güç. Malezya, bu konuda savunusunu ‘biz bu jeopolitik savaşın dışındayız’ mesajının yanı sıra, dış ilişkilerde izlediği ‘tarafsızlık’ politikasının da kayda değer bir yeri bulunuyor. Bir başka coğrafyada süregiden jeopolitik kutuplaşmada Malezya’nın bir dahli ol/a/mayacağı gibi, uçağın kim/kimler vasıtasıyla ne amaçla düşürüldüğünü sorgulama ve bu minvalde bir yerleri hedef gösterme çabasında olmamasının ardında, kimi yetkililerin de açıkça dile getirdiği üzere Malezya’nın küçük bir ülke olmasından kaynaklanıyor. Başbakan’ın Borodai’yla yaptığı görüşme üç madde üzerine kuruluydu: Cesetlerin iadesi; Kara kutuların tahribata uğramadan teslimi ve uçağın düşdüğü bölgede uluslararası araştırma ekibinin çalışmasına olanak tanınması. Bu haberden birkaç gün sonra -eksik de olsa- cesetlerin ve iki kara kutunun iadesi bir anda Başbakan’ı dünya gündemine oturttu.

Ülke içerisinde ise akademisyenler, stratejistler arasında tartışılan bu girişimin ardında iki temel prensibin yattığı belirtiliyor: ilki pragmatiklik, ikincisi ise ilkeli duruş. Hayatını kaybeden yolcu yakınlarının bir an önce cesetlere ulaşmasına olanak tanıyacak pragmatik bir tutum; Ukrayna-Rusya yanlısı ayrılıkçılar ve -büyük ölçüde de- Rusya’yı hedef almayan ilkeli bir ‘duruş’. Kimileri ise Başbakan’ın girişimini Malezya dış ilişkilerinin temeli kabul edilen ‘tarafsızlık’ ve ‘denge’ politikasını hatırlatmayı yeğledi. Tabii bu iki maddenin yerine gerilişine karşılık, üçüncü maddenin yani uluslararası heyetin uçağın düştüğü bölgede arama faaliyetlerinin bütünlüklü ve sonuca ulaştıracak bir şekilde gerçekleştiril/e/memiş olması dikkat çekiyor. Ancak, henüz kimse bu başarısızlık veya olumsuzluk üzerine görüş beyanında bulunmuyor.

Tam da bu noktada, iki uçağını birbiri ardına kaybetmiş bir ülkenin her iki kazayla ilgili belirsizlikler tuzağına ‘çekildiği’ görülüyor. Dış politikasındaki tarafsızlık ilkesi, dengeli politikalar elbette rasyonel temellere dayanıyor. Bunların arasında ülkenin uluslararası arenada oynayabileceği, bir tür gücünü sergileyebileceği yapıda olmamasının azınsanmayacak bir yeri var. Görüştüğüm kimi stratejistlerin dile getirdiği gibi, her iki vak’ada da birtakım güçlerin Malezya’yı ‘hedef’ aldığını gündeme getirmek işte bu nedenle mümkün gözükmüyor. Bunu mümkün kılan tek kişi olsa olsa Dr. Mahathir Muhammed olurdu ve o da ilk uçak vak’asından sonra sosyal medya üzerinde kısmen tartışılan bir hususu açıklıkla dile getirme cesareti gösterdi.


Yukarıda bahsettiğim ‘belirsizlik’ iki uçağın da kayboluşu/düşürülüşü konusunda bir bilginin mevcut olmaması. İkinci uçak vak’asından bu yana pek fazla süre geçmemiş olması, araştırmaların şu veya bu şekilde devam ediyor oluşunu dikkate alarak temkinli konuşmak mümkün. Ancak, konuya taraf olduğu aşikar olan iki ülkenin, yani Ukrayna ve Rusya Büyükelçileri ile yaptığım görüşmelerde birbirini suçlayan ifadeler ile birilerinin kimi nedenlerle Malezya’ya ders vermek isteyebileceği görüşünü birleştirdiğimizde vak’alaraın belirsizliğe terk edilebileceği ihtimaline kapı aralanıyor. Ortada biraz ‘Amerikancı’ duruşun başat olduğu dikkate alınarak herkesin uçağın düşürülüşünden sonra ABD makamlarının işaret ettiği noktanın doğruluğuna inanılacağı gibi bir düşünce hasıl olabilir. Ancak kimi çevreler bu durumda ABD’nin bizzat kendisinin maruz kaldığı ve bazı ülkeleri maruz bıraktığı gelişmelerde ‘işaret edilen sözde ‘gerçekliklerin’ zamanla olmadığına tanıklık edilmesinden hareketle bu sefer temkinli olmayı yeğliyorlar. Bununla birlikte, bu tutum, temelde Malezya’yı hedef aldığını düşündüğüm ‘belirsizlikler’ tuzağına biraz daha yaklaştırmaya da hizmet ediyor.

Jumat, 25 Juli 2014

Endonezya başkanını seçti: Joko Widodo / Indonesia chose the president: Joko Widodo

Mehmet Özay                                                                                                              27 Temmuz 2014
Endonezya Devlet Başkanlığı seçimlerinde, Joko Widodo ve Yusuf Kalla ikilisi oyların yüzde 53.2’ini alarak zafere ulaştı. Zaferi pekiştiren ise uluslararası çevrelerden gelen ‘tebrik telefonlarıydı’. Aralarında ABD Başkanı Barack Obama, Avustralya Başbakanı Tony Abbott, Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ın bulunduğu devlet adamları gelecek beş yılda Endonezya’yı yönetecek yeni başkana ‘siyasete hoş geldin’ mesajını ilettiler. Joko Widodo bu sonuçla, doğrudan halk tarafından seçilen ikinci devlet başkanı olma unvanını aldı. Jokowi adıyla bilinen Joko Widodo ve yardımcısı Kalla’nın bu başarısı, ülke siyasetinde bir dönemin kapanması ve yeni bir dönemin açılması anlamı taşıyor.
Burada hiç kuşku yok ki, atıfta bulunulan eski dönem Suharto’nun ‘Yeni Düzen’ adıyla bilinen süreç. Son iki dönemdir başkanlık koltuğunda oturan Susilo Bambang Yudhoyono ve son üç seçimdir aday olan, ancak seçilemeyen Prabowo Subianto’yu bu dönemin örnekleri olarak verebiliriz. Her ikisi de orduda önemli görevler işgal etmiş bu iki eski generalin yanı sıra, sivil çevrelerden de benzer ideolojinin uzantısı çeşitli siyasetçileri saymak mümkün. Suharto yıllarında orduda veya siyasi yaşamda aktif görev yapmış liderlerin sona erdiğini ortaya koyuyor. Bu nedenledir ki, siyasetçileri artık geride kaldı denebilir.
Aslında kimi çevreler 1998 yılı Mayıs ayında Suharto’nun devrilmesiyle dönemin kapandığını ileri sürmüşlerdi. Ancak otuz yılı aşkın başkanlığı döneminde siyasetin kılcal damarları olan köylere kadar nüfuz eden bir siyasi rejimin kolay kolay sona ermesi mümkün değildi. Bu süreçte, yeni siyasi partiler ve yüzler ortaya çıksa da, Suharto döneminin yetişmiş kadrolarının bürokrasideki yapılanmaları etkisini kayıtsız şartsız gösteriyordu.
Seçimin mağlup tarafında ise eski General Prabowo Subianto ve yardımcısı Hatta Rajasa bulunuyor. Oyların yüzde46.8’ini alan Prabowo üçüncü defadır başkanlık seçimlerini kaybediyor. Son iki seçimi kaybeden, bu seçimlere ciddi bir şekilde hazırlanan Prabowo bu performansına rağmen, az bir farkla da olsa başkanlığı Jokowi’ye kaptırdı. Bu seçimlerin başka kaybedenleri de var elbette. Onlar da, Prabowo’ya destek veren sözde İslamcı partiler. Bu hususlara aşağıda değineceğim.
Endonezya seçimlerinin iç politikadaki bu portresinin yanı sıra, ASEAN’ın üyesi ve yaklaşık bir trilyon Dolarlık hacmiyle bölgenin en büyük ekonomisi olması gibi özellikler, Endonezya siyasetindeki istikrarın bölgedeki gelişmeleri yönlendirme, çerçeveleme gücünü de ortaya koyacaktır. Temelde ASEAN bünyesinde bir liderlik krizi olduğu dikkate alındığında, siyaseti açık ve cesurca yapma geleneğine sahip Endonezya’nın potansiyel bir güç olduğuna kuşku yok. Jeo-politik ve jeo-ekonomik portföylerdeki açılım çerçevesinde, bir yanda Çin öte yanda seçimler sonunda bir başka umut vaat eden ülke Hindistan’daki gelişmelere karşılık olarak Asya’nın bu önemli ülkesindeki gelişmeler yadsınacak gibi değil.
Jokowi olgusunu uzunca bir süredir izliyor ve işliyoruz. Jokowi’nin ülke siyasal yaşamının yapısal organları içinde yer almayan, sivil değerlere büyük önem vermesi, bürokrasi yerine icraatı öncellemesi kendine mahsus özelliklerinden birkaçı. Bu özellikler nedeniyledir ki, Jokowi adı Başkanlık yarışında gündeme gelmesinden itibaren, geçen on yıl zarfında sükûtu hayale uğramış geniş kitleler nezdinde kabul gören bir figür. Tabii, Jokowi’nin adının başkanlık yarışında yer alması ile Jokowi adının hangi partiden seçimlere gireceği arasındaki farkı da görmüş olduk bu süreçte. Jokowi adının oluşturduğu bir ‘aura’dan bahsederken, Endonezya Demokratik Mücadele Partisi (PDI-P)’nin aday olarak belirlenmesiyle bunun kayda değer bir seçmen grubunda Jokowi’ye yönelik yaklaşımda bir değişim ortaya çıktı.
PDI-P’nin Suharto döneminin muhalefeti üstlenen siyasi parti olduğu hatırlansa da, lideri Megawati Sukarnoputri’nin halka vaad edebileceği bir söylemi, bir iktidar projesi olduğundan bahsetmek mümkün değil. Megawati’nin çevresinin bunu öngörememesi mümkün değil. Bu nedenledir ki, PDI-P’nin bir siyasi parti olarak varlığını sürdürmesi popülaritesi yüksek Jokowi sayesinde olabilecek en iyi seçimdi. Bununla birlikte, Jokowi’nin taşıdığı sivil yönelimli yapısı ile PDI-P’nin Sukarnolu yıllara özlem duyan aşırı-milliyetçi duruşu arasında bir çelişki olduğuna kuşku yok. Başkanlığı sürecinde Megawati’nin güdümünde bir emanetçi siyasetçi rolü mü oynayacak, yoksa topluma akseden ‘yumuşak dokunuşu’ kayda değer bir ideolojik bir siyasi harekete dönüştürebilecek mi sorusu önemli. Çünkü 52 yaşında olduğu dikkate alındığında Jokowi’nin icraatları çerçevesinde ikinci dönem seçilme şansı mutlaka ki var. Bu süreçte Jokowi’nin en önemli güç kaynağı yardımcısı Yusuf Kalla olacak. Kalla’nın devlet tecrübesine haiz oluşu, iş çevrelerine mensubiyeti, uluslararası yapılarla bağlantısı Jokowi’nin zaafiyet noktalarında bir destek özelliği kazanacak. Biri orta sınıf diğeri elit iş çevrelerine mensup başkan ve yardımcısının ülkeye nasıl bir tasarım sunacakları merak konusu.
İki yıl öncesine kadar ülkenin yeni devlet başkanı olacağına kesin gözüyle bakılan Prabowo Subianto son on yılını ülke üst siyasetine vermiş bir emekli general. Prabowo’nun geldiği kaynaklar, onu Suhartolu yılların geri dönüşünün sembolü olarak öne çıkartıyordu. Prabowo bu siyasi duruşu, kampanya boyunca koyu bir milliyetçi duruşla dışa vurdu. Endonezya halkının Prabowo’ya ‘ihtiyaç’ hissetmesinin ardında, 1998-2014 yılları arasındaki reform döneminin hayal kırıklıkları oluşturuyor. Bürokrasi, yolsuzluklar, eğitim-sağlık- başta olmak üzere refah indeksinde başarılamayan hedefler, ‘Hiç değilse güçlü bir lider’ söylemiyle Suhartovari bir lideri, yani Prabowo’yu öne çıkartıyordu. Tabii, bu yapının Suharto dönemi ürünleri olarak değerlendirilmeyi hak eden medya, iş çevreleri ve de en önemlisi bürokrasideki destekçilerinin rolünü unutmamak gerekir. Prabowo’ya destek verenler sadece bu kitle değil.
Adına ‘İslamcı’ denilen ‘Halkın Emaneti Partisi’ (PAN), ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’ (PKS), ‘Ulusal Birlik Partisi’ (PPP)’nin ve de ülkenin en önemli cemaat yapısını teşkil eden ‘Alimler Birliği’nin (Nahdat’ul Ulama), sicilinde insan hakları ihlâlleri bulunan bir generalin ardına takılmaları, politika gözlemcilerinde ‘pür pragmatizm’ olarak değerlendirildi. ‘Pragmatizm’ olgusunun, adına ‘İslamcı’ denilen yapılarla bağını anlamlandırmak zor olsa da, Endonezya siyasetinde ‘maddi ilişkilerin’ kayda değer rol oynaması, bu partileri oluşacak herhangi bir iktidarda alabilecekleri bakanlık sayısıyla siyasete konuşlanmalarına neden oluyor.
Öyle ki, ittifak oluşumu sürecinde Jokowi-Kalla ikilisinin potansiyel ittifak partilerine ‘bakanlık dağılımı’ değil, siyasi birlik yaklaşımı sözde İslamcı partilerin işine gelmeyecek yeni bir anlayışı içeriyordu. Temelde Prabowo etrafında örüntülenen bu ittifakın, 30 Eylül 1965 ‘darbesini’ gerçekleştiren ve akabinde ülkede önemli bir ‘kıyıma’ neden olan Suharto’ya destek veren çevrelerle benzerliğine dikkat çekmekte fayda var. Bu anlamda geniş Müslüman kitlelerin oyunu alan bu partilerin ‘derin devlet’ bağlamlarına paralel bir siyasete soyunmaları ‘1999 ruhuna’ tezat teşkil ediyor.
Jokowi-Kalla ikilisini kolay bir görev beklemediği ortada. Ancak Endonezya halkının ümitvar olma için yeterli nedenleri var. Sadece bölge ülkelerine değil, dünyanın benzer ülkelerine de örnek olabilecek bir seçim süreci geçiren Endonezya gelecek beş yılda önemli değişimlere gebe.

Senin, 21 Juli 2014

Malezya Yasta / Malaysia in Mourning

Mehmet Özay                                                                                                             21 Temmuz 2014

Malezya, dört ay içerisinde ikinci büyük uçak kazasını yaşıyor. Boeing 777 MH-17 Sefer sayılı uçak, Amsterdam-Kuala Lumpur seferini yaptığı sırada Ukrayna’nın doğusunda, Rusya sınırına 50 km. mesafede düşürülmesi sadece Malezya’da değil, tüm dünyada yankı uyandırdı. Uluslararası araştırma ekipleri şu ana kadar çalışmalarına tam anlamıyla başlamamış olsa da, ortak kanı uçağın Rus yanlısı milislerce düşürüldüğü yönünde. Bu durum kesinlik kazandığında Malezya tarihinde Malezya Havayollarının ikinci kez terörist eyleme konu olması anlamına gelecek. 1977 yılında korsan/larca kaçırılan MAS uçağı Cohor’da Tanjong Kapang bölgesinde düşmüştü. Ancak ne korsan/lar ne de uçağın nasıl düştüğüne dair bulguya ulaşılamamıştı. Tarihe geçen bir başka husus ise, bir havayolunun çok kısa aralıklarla iki uçağını birden kaybetmesi oldu.

8 Mart’ta Kuala Lumpur-Beijing Seferi’ni yaparken kaybolan ve bugüne kadar yapılan tüm aramalara rağmen bulunamayan uçak kazasının ardından ikinci bir felâketle karşı karşıya Malezya. MH-17’iyle ilgili haberlerin ajanslarda geçmesinden sonra Başbakan Necib Bin Razak ilk demecini Perşembe günü gece yarısında twitter üzerinden “Şoktayım” ifadesiyle verdi. Başbakan’ın bu ifadesi aslında Başbakan ve bir Malezya vatandaşı olarak kendisinin değil, aradan geçen çok kısa sürede tepkiler dikkate alındığında neredeyse tüm dünyanın benzer bir ‘şok’ içinde olduğunu ortaya koyuyor. ABD Başkanı Barack Obama ise tıpkı birinci uçak kazasında olduğu gibi Malezya’nın yanında yer aldığını ortaya koyan demeçleri ile gündemde. Obama, uçağın düşürülüşünü ‘küresel bir trajedi’ olarak yorumladı.

Birinci uçak vak’asının ardından iç kamuoyunda ciddi eleştiriler alan Malezya hükümeti, bu ikinci kazanın ardından bir kez daha sorgulanmaya başlandı. Cuma günü gazetecilerin karşısına çıkan, henüz göreve yeni atanan, Ulaştırma Bakanı Liow Tiong Lai’ya yöneltilen sorular MAS’ın çatışma bölgesi hava sahasında uçmasıyla ilgiliydi. Aslında Necib Bin Razak, bu soru daha sorulmadan önce verdiği ilk demeçlerde, ‘Uluslararası Hava Taşımacılığı Kurumu’nun (IATA) ve ‘Uluslararası Sivil Havacılık Organizasyonu (ICAO)’nun verilerine dayanarak MAS’ın bu rotada uçuşunda bir sakınca olmadığını söylüyordu. Ancak Avrupa, Doğu ve Güneydoğu Asya’da ve Avustralya’da çeşitli hava yolu şirketleri aylardır Ukrayna’nın doğusundaki çatışmalar nedeniyle bu rotayı kullanmadıkları biliniyor. Bu nedenle tartışmaların bir yerinde de söz konusu bu iki havacılık organizasyonu bulunuyor. Bu noktada herhalde, Rusya yanlısı milislerin uçağın düşmesinden sonraki ses kayıtlarında geçen “Malezya Havayolları’nın Ukrayna hava sahasında ne işi var? Burada savaş var. Buradan uçmamalıydı.” cümleleri yabana atılacak gibi değil.

Bundan dört ay öncesine gidersek, MH- 370’in kaybolmasıyla uçağın yol alabileceği olası rotalar dikkate alınarak Malezya’nın 25 ülkeyle birlikte yürüttüğü arama faaliyetleri havayolları tarihinde çoktan farklı bir yer edinmişti. Ukrayna sınırlarında meydana gelse de, bölgenin ayrılıkçı Rus milislerinin hakimiyetinde oluşu, Rusya’nın milislere askeri, lojistik, siyasi destek verişi gibi özellikler, kazayla ilgili açıklamaların gündeme Ukrayna’dan ziyade Rus yanlısı milisleri ve de dolayısıyla Rusya’nın hedef alınmasına neden oluyor. Bu noktada, Başbakan Necib bin Razak’ın Rusya Devlet Başkanı Viladimir Putin’i telefonla araması önemliydi. Putin yardım sözü verse de hedefinde Ukrayna vardı gene.

Genel itibarıyla bakıldığında, barışçıl bir halk ve hükümet olarak tanınan Malezya’nın ulusal havayolu şirketinin Ukrayna’nın doğusunda jeopolitik eksenli gelişmelerin bir sonucu olarak düşmesi hiç kuşku yok ki, Malezyalılar kadar Ukrayna sorununa taraf olan ve olmayan tüm ülkeleri bu sorunun içine çekmiş durumda. Bunun sembolik ifadesi ise, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon uçağın düşürülmesiyle ilgili uluslararası soruşturma açılması çağrısı oldu. Elbette MH 17’nin akibetinin nedenleri, düşüşünden sorumlu olanlar ve bu kişi veya grupların yargılanması gibi hususlar ve de süreçler Malezya’nın tek başına altından kalkabileceği bir sorun değil. Malezya yönetimi elbette bunun farkında. Bu nedenledir ki, gerek Başbakan gerekse Dışişleri bakanlığı yetkilileri uçağın Hollanda Havayolları’yla aynı kodu paylaşması nedeniyle Hollanda, uçağın düştüğü yer itibarıyla Ukrayna ve yolcuların vatandaşı oldukları ülkelerle iletişime geçti. Ancak vak’adan sonraki ilk birkaç saatte, Başbakan Necib Bin Razak’ı arayan liderlerden biri var ki, o da ABD Devlet Başkanı Barack Obama. Obama’nın Necib Bin Razak’ı araması bir başsağlığı dilemenin ötesinde Rusya’nın Ukrayna sınırlarındaki etkinliğinin başlangıcından bu yana sorunlar yumağının sadece ülkenin doğusu ve güneydoğusuyla sınırlı olmadığını ortaya koyuyor. Yaşanan tehdit ve savaş ortamı MH-17’nin düşmesiyle küresel bir boyut kazanmış durumda.

Çeşitli ülke yöneticilerinin tepkileri Rusya ve Ukrayna’nın Güneydoğusu’ndaki Rus milislerine yönelirken, Malezya kamuoyunda, temelde uçağın nasıl olup da böylesi bir felâkete konu olduğu sorusu sorulmaya devam ediyor. Coğrafi olarak uzak sayılabilecek ve kültürel olarak etkileşimin olmadığı bir bölgede süregiden ve bölgesel jeopolitik dengelerle doğrudan ilintili bir gelişme Malezya’da tarafı aslında olan biteni anlamaya çalışıyor. Ancak bu anlama işinin entellektüel ve siyasi boyutu bir yana, Başbakan bir önceki uçak kazasının tesirlerini yeniden yaşamamak için en azından yolcu yakınlarına cesetleri iade etme konusunda ciddi bir çaba sergilemekte olduğu gözleniyor. Başbakan ve hükümet kanadında bu durum, sadece yolcu yakınlarına değil, tüm Malezya halkına karşı hissedilen bir sorumluluk olduğuna kuşku yok.

MH-370 sefer sayılı uçağın 8 Mart’ta kaybolmasından sonra uluslararası işbirliği konusunda bir ilk yaşandı. Öyle ki, Başkan Obama Nisan ayı sonunda Malezya ziyareti öncesinde ve sırasında kayıp uçağın bulunmasının ‘öncelikleri’ olduğunu ifade ediyordu. Uçak -henüz- bulunamasa da, 26 ülkenin işbirliği, Malezya hükümeti tarafından ‘dostane ilişkilerin geliştirilmesine’ zemin hazırladığı yönündeydi. Uçaktaki yolcuların büyük bir bölümünün Çinli olması dolayısıyla bir süre Çin makamları ve kamuoyunun baskısını üzerinde hisseden Malezya hükümeti iki ülke arasındaki ilişkilerin 40. Yılı münasebeti dolayısıyla büyük bir efor sarf ederek ekonomik işbirliğinde ilk sırada bulunan bu ülkeyle arasının bozulmasına izin vermedi.

Başbakan Necib Bin Razak jeopolitik hesapları olan ülkelerin işlerine karışmak istemediklerini, çabalarının uçağın düşürülmesine sebep olanların bulunarak yargı önüne çıkartılması olduğunu söylese de, aslında bu gelişme genel anlamıyla Batı ile Rusya arasındaki ilişkileri belirlemeye matuf bir yön içeriyor. Geçen Perşembe günü düşen uçak, Malezya’nın dışında Doğu-Batı arasında aylar önce başlayan krizin yeni bir boyuta evrilmesi anlamına geliyor. Bu noktada, şayet uluslararası araştırma ekibince, uçağın Ukrayna’da Rusya yanlısı milislerce düşürüldüğünü kanıtlaması halinde nasıl bir süreç işleyeceği de merak konusu. Bu ortamda, sorumluların yargı önüne çıkartılıp çıkartılmayacağı, Rusya’nın milislere verdiği desteğin sona erip ermeyeceği ve Ukrayna’ya barışın gelmesi gibi bir sonuca yol açıp açmayacağı ise belirsizliğini koruyor.

https://mail.google.com/mail/u/0/?pli=1#sent/1475404dedaea511

Minggu, 13 Juli 2014

Doğu Asya’da Diplomasi Hareketliliği

Mehmet Özay                                                                                                              10 Temmuz 2014

Geçen Pazartesi günü, Japonya’nın Çin’e saldırısının 77. Yıldönümü’ydü. Bir başka ifadeyle Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda hedef aldığı ülkelerden Çin’e girişinin yıldönümü. Çin’de “Japon saldırısına karşı savaş” adıyla bilinen gelişme, 1937 yılında Japon ve Çin askerlerinin çatışmasıyla başlamış, ardından Japonya’nın Nanjing’e girmesiyle sekiz yıl boyunca ana kıtada varlığıyla devam etmişti. ‘Nanjing Katliamı’ adıyla bilinen bu istila girişimi Çin toplumunun hafızasında derin izler bıraktı. Japonlar, her ne kadar Çin’i Batı sömürgeciliğinden kurtarmak amacıyla bu askeri harekâta giriştiklerini ileri sürseler de, Çin yönetimi ve kamuoyunda bu girişim bir Japon istilası olarak hatırlanıyor ve anlatılıyor.

Bu yıldönümü çerçevesinde Japonya’dan Güney Kore’ye, Çin’den Avustralya’ya kadar uzanan yankılar gündemi oluşturdu. Bu gelişmeler kısaca değinmeden önce, yıldönümü vesilesiyle neler olduğuna kısaca bakalım. Söz konusu yıldönümü Çin’de resmi kutlamalara konu olurken, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping geçen hafta, Güney Kore’ye bir ziyarette bulundu. Aslında bu ziyaret, Xi Jinping’in, Güney Kore Başbakanı Park Geun-hye ile son bir yılda beşinci görüşmesi olmasıyla dikkat çekiyor. Ardından, Almanya Başbakanı Angela Merkel resmi bir ziyaret için Beijing’deydi. Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin yolu ise Avustralya’nın başkenti Canberra’ya düştü.

Birbiriyle yakından ilintili bu gelişmelerde Çin siyasi eliti, bir kez daha tarihe referansda bulunarak, oldukça önemli bir stratejik algı oluşturma çabası içerisinde. Bu yıldönümü sadece Çin’de değil, benzer gerekçelerle Güney Kore’de de geçmişte yaşananları gündeme taşıdı. Bu anlamda, Xi Jinping’in Seoul ziyareti sırasında bölge güvenliği bağlamındaki açıklamalarında, Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’ndaki istila girişimini hedef aldığı açık olan ifadeleri, benzer kaygılar taşıyan Güney Kore makamlarınca da desteklendi.

Savaş sürecinde Kore Yarımadası’na da giren Japonya, özellikle son dönemde karşılıklı tartışmalarla yeniden gündeme taşınan Japon ordusuna hizmetle görevli ‘kadın köleler’ konusu ile Güney Kore’de hâlâ olumsuz bir imajla anılıyor. O dönemde yaşananlar nedeniyle Çin ve Güney Kore’nin Japonya karşıtlığında ortaya çıkan ittifak görüntüsü çizilmesine neden oluyor. Modern ulus devlet oluşum sürecinde, Çin ve Güney Kore’de ulusal bilinç bir anlamda Japon militarizmi karşıtlığıyla belirlenmişti. Bugün bu bilinç yeniden ortaya çıkıyor.

Japonya’nın 1950’li yılların başından itibaren Çin’le başlayan, ardından Kore Savaşı’nın sona ermesiyle Güney Kore’yle devam eden yatırım/ticaret ilişkileri bu algıyı değiştir/e/medi. Söz konusu bu ilişkiler Çin’de tedrici bir gelişmeye neden olurken, Güney Kore’nin tastamam bir Japon modellemesiyle “Asya Kaplanları”ndan biri olarak küresel kapitalizmin Doğu’daki temsilcilerinden biri oluşu halk arasında savaş dönemi Japonya algısını değiştirmeye yetmedi.

Bugünlerde her iki ülkede gündeme getirilen Japon karşıtlığı, neredeyse bütün Doğu ve Güneydoğu Asya’yı içine alan Japon militarizminin yeni bir boyut kazanma ihtimali nedeniyle ortaya çıkıyor. Bunun nedeni ise, 1946 yılında Amerikalıların kaleme alınan ülke anayasasındaki savunma maddelerinin yeniden yorumlanması ve pasif bir savunma politikasından artık vazgeçip, yerine aktif ve kendi ayakları üzerinde duran ve adına “kollektif savunma” denilen bir savunma stratejisinin geliştirilmesine kapı aralaması yönünde Shino Abe’nin bir süredir gündeme getirdiği bir tür militarist söylemiydi. Bu konuda söylem boyutundan eylem boyutuna geçiş ise 1 Temmuz’da oldu ve kabine bu yönde değişikliğe onay verdi. Aslında, Japonya’yı bu noktaya getiren ve savunma stratejilerinde kapsamlı bir paradigma değişimine yönelten, Çin’in son yirmi yılda askeri harcamalarındaki artış. Ayrıca, buna paralel olarak Çin’in, Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki askeri varlığı ve hak iddialarını güçlü bir şekilde dile getirmekle kalmayarak bunu fiiliyata döktüğü de unutulmamalı. Bu anlamda, geçen Kasım ayında Çin’in Doğu Çin Denizi’nde Japonya’yla anlaşmazlığa konu olan adalar bağlamında hava sınırını tek taraflı olarak belirlemesi; Filipinlerle anlaşmazlığa konu olan Adalar’da inşa faaliyetine başlaması; Vietnam’ın da hak iddia ettiği sularda dev bir istasyonla petrol sondaj çalışmalarına başlaması dikkat çeken hususlardı.

Liberal-milliyetçi bir çizgide politika yapan Abe, savunma stratejilerindeki yeniden yapılanma konusunda ABD Başkanı Barack Obama’nın ziyareti sırasında Amerikan desteğini de yayına aldı. Yukarıda bahdettiğimiz nedenler bir yana, aslında bu Soğuk Savaş yıllarında ABD tarafından, Doğu Asya’da askeri yükün en azından bir bölümünü üstlenmesi konusunda Japonya’ya yapılan baskıların bugün Japonya tarafından gönüllü olarak gerçekleştirilmek üzere olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan, bu konuda Çin’in tehditlerinden büyük rahatsızlık duyan Filipinler Devlet Başkanı Benigno Aquino tarafından desteklenmesi, Abe’nin daha da cüretkâr bir çıkış yapmasında rol oynadı. Abe’nin savunma stratejisinin, bazı tepkilerle birlikte Avustralya’dan da destek aldığı söylenebilir. Öyle ki, ABD’nin Pasifik’in Asya sularında güvenlik şemsiyesinde çok önemli rol alan iki ülke Avustralya ve Japonya askeri işbirliğine konu olacak anlaşmalara imza attılar.

Tabii, Abe’nin savunma stratejisine Japonların nasıl tepki verdiği de Çin ve Güney Kore tepkileri kadar önemliydi. Bu noktada, yasaların yeniden yorumlanması sürecinin parlamentoya taşınmasına ramak kala, yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın Abe’ye desteğinin %57’den 48’e düşmesi, bir anlamda ilgili yasal değişikliklerle ilgili çalışmalarda frene basılmasını gündeme getirdi. Halktan gelen bu tepkiye rağmen, Abe’nin bu politikadan cayması mümkün gözükmüyor. Plânlandığı üzere söz konusu ilgili yasaların Sonbahar’da ele alınması ve yıl sonunda da ‘ABD-Japonya Savunma İşbirliği Kılavuzu’nda yer alması bekleniyor.
Bu gelişmeler, Doğu Asya’da ekonomik ve askeri güç tesisiyle tarihi tanıklıkların içiçe geçtiği bir algının yer ettiğini ortaya koyuyor. Aslında yarım yüzyılı aşkın bir süredir böyle bir algı olduğu aşikâr. Örneğin, Japonya’nın bütün bir savaş sonrası sürecinde sadece suçluluk psikolojisi yaptırımlarına maruz bırakılmaması, bununla birlikte Japon askerlerinin varlığına vatanlarında tanıklık etmiş bölge ülkeleri, Japonya’yla ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirirken, Japon yönetimine sürekli bu geçmişi hatırlattıkları biliniyor. Bir yanda Japonya, diğer yanda Çin ve Güney Kore bu algının ortaya çıkmasına neden olan ülkeler. Bu çerçevede, Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda uyguladığı şiddet bugünlerde bir kez daha hatırlanmış gözüküyor.

Düne kadar, ABD’nin çizdiği sınırlarda bir askeri varlığa sahip Japonya, Çin’in son yirmi yılda askeri harcamalarındaki artış -ki kimi gözlemciler, aslında bunun abartıldığı görüşünde- ve Doğu ve Güney Çin Denizleri’nde anlaşmazlığa konu olan adalar ve deniz yolları üzerindeki hak iddiasınının ötesinde yerleşke kurma, petrol arama faaliyetlerine başlama, zengin su ürünlerine ulaşma konusunda agresif yaklaşımları Japonya’yı tıpkı diğer bölge ülkeleri gibi alarma geçirmiş durumda. Doğu’da bunlar olurken, Japonya’yı süreçte endişelendiren bir diğer gelişme ise 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana hamisi olan ABD’nin ekonomik krizlerle başının dertte olması kadar, Obama yönetimiyle ABD Dış ve askeri politikasında yeni bir paradigmanın uygulanmaya konulma çabası Japonya’yı bir dış tehdit algısı olarak ortaya çıkan Çin faktörüne karşı kendi ayakları üzerinde duracak bir yapılanmayı gerekli kılıyor.

Ancak Japonya’da paradigma değişikliğinin gündeme gelmeye başladığı andan itibaren işin içine tarihi gerçeklerin de girdiği veya yeniden yer etmeye başladığı görülüyor. Bununla, tabii ki, 2. Dünya Savaşı’nda ‘saldırgan kolonyal gayelerle bölge ülkelerini işgal ve istila eden Japonya olgusunun yeniden gündeme getirilmesini kastediyoruz. Başta Çin ve Güney Kore –aslında Kuzey ve Güney Kore’nin ikisi de benzer eleştirileri paylaşmakla birlikte, Kuzey Kore’nin sesini duyuracak kanalları sınırlı olduğundan argümanlarını dinlemek mümkün olmuyor- bir daha Japon tehdidine maruz kalmak istemiyorlar. Bu nedenle, gerek küresel insan hakları kurumları, gerekse savaş mağduru olduğunu ileri süren çeşitli kesimlerin çıkışlarıyla 1980’ler 90’lar boyunca gündemde sürekli ‘Japonya özürü’ konuşuluyordu. Öyle ki, ilgili ülkeler arasında üst düzey resmi ziyaretler de dahi, öncelik, Japon tarafının savaş döneminde yaşananlardan dolayı duyduğu üzüntü ve özrü gündeme getirmesi bir ‘şart’ olarak masada tutuluyordu.

Doğu ve Güneydoğu Asya halklarını Batı sömürgeciliğinden kurtarma adıyla başlatılan askeri girişim, bölge ülkelerinin en azından bazılarında onulmaz yaralar açtı. Savaş Suçları adıyla anılan bu icraatlar, Japon ordusunca gerçekleştirilen ve bugüne kadar eleştirilere, suçlamalara, yargılamalara konu oldu. Özellikle Çin ve Kore’den gelen eleştirilere dikkat çekmekte fayda var. Bugün ekonomik gelişmişliği ile dikkat çeken Güney Kore ve son dönemde küresel güç olma yolunda ciddi adımlar atan Çin’in gerek Japonya’nın Başbakan Shinzo Abe ile başlayan milliyetçi-liberal sosyo-ekonomik açılımının getirdiği bir tür aktif dış politika ve orduda yeniden yapılanma süreçleri geçmişin izlerinin bir kez daha aralanmasına neden oluyor...

Japonya, savaşta galip gelen hasmınca elinden tutulur ve dünyanın önemli endüstrileşmiş ülkelerinden biri haline gelirken, milli gururu rencide edecek derecede savunma-dış politika kimi alanlarda ABD’ye bağımlı veya ABD’nin sınırlarını çizdiği alanlarda hareket etmeye zorlandı. Bunu bir anlamda bilerek ve isteyerek de yaptığı söylenebilecek Japonya’nın aradan geçen elli yıllık süre zarfında ekonomik kalkınmışlığı savaş dönemindeki zulmü unutturduğunu söylemek güç. Japonya’nın kazanımı bölge ülkeleri ve halkları tarafından dışlanmak değil, aksine gene ekonomik kalkınmışlığın neden olduğu pragmatiklikle meşruiyetine kuşku duyulmayan, hatta agresif maddi kalkınma gücünden ötürü hayranlık uyardırarak modelleştirilen bir ülke konumuna geldi. Bu süreçten yeterince istifade eden Çin süreci ekonomik ve askeri anlamda tersine çevirmeye çalışırken, iç kamuoyu nezdinde de Çin milliyetçiliğine dayalı bir yapılaşmayı öngörüyor. Uluslararası çevreler bağlamında da, Japonya’nın benzer saldırılarına maruz kalmış ülkelerle biraraya gelmeye çalışıyor. Böylece, Çin geçen yüzyıl başlarında ve de ortalarında Japonya tarafından maruz kaldığı ezilmişliği bir şekilde yeniden gündeme taşırken, Japonya’nın yeni savunma stratejilerinin nelere mal olabileceğinin altını çiziyor. 

Sabtu, 12 Juli 2014

Padang Depremi ve Sonrası: Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu Yanlış mı Yönlendiriliyor?

15.10.2009

30 Eylül, saat 17.16 sularında Endonezya Sumatra Adası’nın batısındaki Batı Sumatra Eyaleti başkenti Padang ve çevresini vuran 6.6 şiddetindeki depremin ardından, Endonezya’da bulunan çeşitli ülkelere mensup yardım kuruluşları bölgeye koştu. Söz konusu yardım kuruluşları arasında İslam ülkelerine ait yardım kuruluşları da bulunuyordu. Endonezya Açe Eyaleti’nde İslam Konferansı Örgütü’nün yetim projesi amacıyla açtığı ofis faaliyet göstermektedir. 

Ofis müdürü Mustafa Sabri Yavuz, o dönemde Türkiye’de tatilini geçirmekte, yerine Essop İsmail Moola adında Güney Afrikalı yardımcısı bakmaktaydı. O dönem ofiste eğitim danışmanı olarak çalışan Dr. Mehmet Özay, Türkiye’den çeşitli yardım kuruluşları ve basının depremle ilgili gelişmeler konusunda bilgilendirilmek amacıyla kendisinden yardım talep edilmesi üzerine, İKÖ Ofisi Müdür Yardımcısı Güney Afrikalı Essop Ismael Moola’dan izin alarak Padang’a gitmiştir. Yani, dolaylı olarak İKÖ ofisinden bir kişi deprem bölgesinde bulunuyordu. Oysa, İKÖ Banda Açe Ofisi, zamanında Cidde’deki Genel Merkezi haberdar etmemesi nedeniyle Sayın Eklemeddin İhsanoğlu’nun depremle ilgili açıklamaları gecikmiş, üstüne üstlük uluslararası camiada İKÖ’nün itibarını zedeleyecek bir durum hasıl olmuştu.

Eklemeddin İhsanoğlu, İKÖ Resmi Sitesi’nde depremle ilgili ancak üç gün sonra (03.10.2009) yaptığı açıklamad, İKÖ’nün ve üye ülkelerin Padang’a acil yardımda bulunacaklarını duyurmuştu. Oysa, Türkiye (İHH), Katar (Katar Charity ve Al-Eid), Malezya gibi çeşitli İslam ülkelerinden yardım kuruluşları çoktan Padang’a varmıştı bile.

Ekmeleddin İhsanoğlu, bu açıklamaları yaptığı sırada Açe Eyaleti Başkenti Banda Açe’de bulunan İKÖ Bürosu müdürü Mustafa Sabri Yavuz ise Türkiye’de tatilde bulunuyordu. Yavuz, bu olağanüstü durumda, Endonezya’ya dönme gereği duymadığı gibi, ancak depremden 15 gün sonra, tatilini son gününe kadar kullandıktan sonra dönmüştür. Cidde merkezi de bu durumu gerektiği gibi değerlendirmemiştir. İhsanoğlu’nun, İKÖ’nün resmi sitesinde yayınlanan ikinci açıklaması 4 Ekim tarihlidir. Bu açıklamasında İhsanoğlu, deprem bölgesinde gerekli gözlem ve değerlendirmelerin yapılması için bir ekip yolladıklarını söyleyerek, toplanan veriler ışığında bilahare üye ülkelere ne gibi yardım yapmaları gerektiğini bildireceklerini ilan ediyordu. Oysa, o güne kadar zaten deprem bölgesinde yukarıda belirttiğimiz ülke ve yardım kuruluşlarına Birleşik Arap Emirlikleri de eklenmişti. Bu ekipler çoktan çeşitli yardımlara başlamışlardı bile.

İhsanoğlu’nun 4 Ekim tarihli açıklamasından sonra, ofis teknik danışmanı Essop İsmail Moola Banda Açe’den iki araba, üç şoför, bir güvenlik görevlisi ve iki araçla (biri ambulans) 5 Ekim günü Pazartesi öğleden sonra yola çıktı. Ekip, ancak 8 gün sonra Padang’a ulaşabilmiştir. Moola’nın liderlik ettiği ekip gözlem ve değerlendirme amaçlı çıkılan bu misyon nedeniyle beş gün Padang’da kalmasına rağmen, ‘bir cent’ yardımda dahi bulunmadan geri dönmüştür. Ambulansın ne gibi bir işlev yaptığı ise oldukça ilginçtir. Aynı ekibe dahil olan bir başka Türk yardım ekibi Padang’da gıda olmadığı duyumuyla, Medan’dan aldığı gıda malzemelerini İKÖ’e ait ambulansla taşımıştır. Şoförlerin ifadesine göre, Moola’nın doktorsuz, ilaçsız ambulansı Padang’a götürmesinin sebebinin aracın orada kiraya verilmesi olduğunu ifade etmişlerdir.

Kaybedilen Ne?
İKÖ ofisinde çalışan Türk yetkilinin İKÖ’nün temsilcisi olarak değil, bireysel inisiyatifi ile bölgeye gitmesine rağmen, teknik danışman olarak görev yapan Moola’nın bölgeyle ilgili ısrarla bilgi talebini yerine getirmiş, ancak Moola bu bilgileri ‘es’ geçmeyi yeğleyerek beş kişilik ekiple kendisi bölgeye gitmeyi tercih etmiştir. Oysa, söz konusu yetkili Padang’da bulunduğu sırada İKÖ Cidde Merkezi’nde kurulan Tsunami Birim başkanı Ishraq Obeid tarafından aranarak, görevli olduğu söylenmiştir. İKÖ, Banda Açe Ofis yetkilileri ile Merkez arasında yaşanan skandal boyutundaki bu gelişme üzüntü vericidir. Gözlemciler, İKÖ’nün Banda Açe’de yetim odaklı yardım ofisinin hangi ellerde nasıl yönetildiği konusunda tarafsız kurumlarca inceleme başlatılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Umulur ki, İKÖ gibi dünyada ikinci büyük organizasyonun yardım konusunda yakın geçmişte başlattığı atılımlar, ehil insanlarca yürütülür. 


Kamis, 03 Juli 2014

Endonezya’da Başbanlık Seçimi’nde Son Viraj

Mehmet Özay                                                                                                                3 Temmuz 2014

Endonezya Başkanlık seçimi 9 Temmuz’da yapılacak. Başkanlık için iki aday yarışıyor. Endonezya siyasal yönetim yapısında Başkan adayları bir yardımcı ile seçimlere giriyor. Seçim kampanyası sürecinde adayların sergiledikleri yaklaşımlar ve televizyonda canlı yayında milyonlarca seçmen kitlesi önündeki performanslarının yanı sıra, sahada seçmenlerin olgun davranışları Güneydoğu Asya’daki diğer ülkeler için örnek bir seçim atmosferi olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Önümüzdeki hafta yapılacak seçimde, seçim komisyonunca belirlenen listeye göre söyleyecek olursak, ilk sırada eski general Subianto Prabowo ve yardımcısı Susilo Bambang Yudhoyono (SBY) döneminin ekonomiden sorumlu bakanı ve ‘Halkın Emaneti Partisi’ (PAN) lideri Hatta Rajasa bulunuyor. İkinci aday ise, Joko Widodo, genel olarak bilindiği şekliyle söylersek Jokowi. Yardımcısı ise, SBY’ın ilk dönem başkan yardımcılığını yapmış ve ülkenin köklü partisi Golkar’ın bir dönem başkanlığını yürütmüş olan Yusuf Kalla.

Ancak bu iki aday ve yardımcılarının yanı sıra, bu adayları ortaya çıkaran siyasi partiler, siyasi ekoller ve bu aday ve partilere destek veren, yarışın odağında olmamakla birlikte kurulan ittifaklarla önemli rol oynayan diğer siyasi oluşumlar ülkenin önümüzdeki beş yılını belirleyecek Başkanı ve de dolayısıyla hükümeti belirleyecekler.

Başkan adaylarının kimler olduğuna kısaca değinelim. Bir yanda Suharto döneminin generallerinden, 1998 yılındaki öğrenciler başta olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin destek verdiği gösterilerin bastırılmasında oynadığı rolle dikkatleri üzerine çekmiş olan Subianto Prabowo bulunuyor. Prabowo’nun Suharto’yla bağı sadece onun ‘emrinde’ bir subay olmasıyla sınırlı değil. Suharto’nun kızıyla evli olması dolayısıyla ailevi bağı da bulunuyor. Ancak Prabowo, o günkü koşullarda tüm girişimlerine rağmen, Suharto’nun siyasi hayatının sona ermesini engelleyemediği gibi, olayları bastırma konusunda sergilediği yaklaşımla ordudan ihracı sonrasında Ürdün’de sürgün hayatı yaşadı.

Prabowo’nun ordudaki ‘agresif’ yaklaşımının ordu sonrası sivil yaşamda bir sure sonra siyasi hayatta rol alma çabası aslında ülkede Generallerin siyasetle ilişkilerinin derinliğini ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Prabowo, ülkenin önemli siyasetçi ailelerinden birine mensup. Bu özelliği, ordudaki rolü, Suharto’yla ilişkisi, Endonezya ordusunun ‘ekonomi ile içli dışlılığı’ gibi faktörler bugün Prabowo’yu maddi anlamda en zengin politikacı konumuna getirmiş durumda. Bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce, Jokowi faktörünün öne çıkmasından önce kamuoyu göstergelerinde ilk sırada Prabowo’nun bulunması ‘tek adam’ figürü olarak lanse ediliyordu.

Prabowo’nun yardımcı olarak kendisine PAN’ın liderini seçmesi bir tesadüf değil. Dün SBY’ın kurduğu ve manevi lideri konumunda olduğu Demokrat Parti seçimlerde Prabowo’yu destekleyeceklerini ilan etti. SBY yönetiminde Başkan yardımcısı Boediono’ya eş değer bir işlev görmesi nedeniyle, SBY tarafından Prabowo’ya yardımcı olarak önerdiğine şüphe yok. Bu anlamda eski generallerin devir teslimi öngördükleri düşünüldüğünde herhalde yardımcılarının da benzer çevreden olması anlaşılabilir bir durum.  

PAN, ülkede oy oranları yüzde onu geçemeyen sözde İslamcı partilerden biri. Muhammediy’ye grubunun önde gelen liderlerinden Amin Reis’in kurduğu partide 2003 yılından beri genel başkanlık yapıyor. Benzeri diğer partilerle birlikte siyaset yapmak yerine, her dönem öne çıkan partilerle ittifak kurarak hükümette mümkün olduğunca bakanlık temin etme politikasıyla pragmatik yaklaşım sergileyen partiler arasında.

İkinci aday ve yardımcısına değinelim. Endonezya siyasetinin yeni yüzü Jokowi, önemli bir seçmen kitlesi için yeni umut anlamı taşıyor. Orta halli bir tüccarlıktan Solo eski adıyla Surakarta Belediye Başkanlığı ve ardından Cakarta Valiliği’ne yükselen Jokowi’yi mevcut siyasetçilerden ayıran temel hususlar halkla birlikte olmayı tercih etmesi, halka hizmet noktasında bürokratik engellemelerden mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışmasıyla ayrılıyor. Bir siyasi partinin veya ülkede yaygın bir şekilde tanık olunduğu şekliyle dini bir yapılanmanın içinde aktif olarak yer almamış Jokowi’nin ulusal siyaset dünyasının odağına oturması yeni bir siyasetçi tipolojisine işaret ediyor.

Ancak Jokowi’nin Solo Belediye Başkanlığı’nda sergilediği ‘yerel’ başarıyı bir siyasi lider olarak siyasi harekete dönüştür/e/mediğini görmek gerekiyor. Bu anlamda, “Jokowi umut vaad ettiği kitleler nezdinde karizmatik bir lider mi?” sorusuna olumlu cevap vermek mümkün değil. Aksine, kendisini Belediye Başkanlığı’na taşıyan güçlerin -ki bunların başında ‘Endonezya Demokratik Mücadele Partisi’ (PDI-P) geliyor- etkisiyle, önce Cakarta Valiliği ardından da, bu görevde daha iki yılı dolmadan devlet başkanlığına adaylığının belirlenmesi onunla ilgili bazı kaygıların da giderek güçlü bir şekilde ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu anlamda, Jokowi faktörü kimi siyasi odakların tespit ve tertip ettiği bir proje olarak gündemde yer alıyor.

Öyle ki, PDI-P’nin manevi lideri konumundaki Sukarno’nun kızı Megawati’nin 2004 ve 2009 seçimlerinde yaşadığı hezimet sonrasında bir kez daha devlet başkanlığına adaylığını koyması beraberinde parti için de bir yıkıma neden olacaktı. Bu bağlamda, Megawati, Jokowi faktörü üzerinden siyasete devam etmekle aslında rasyonel bir seçim yaptı. Bu seçim, PDI-P’nin ulusal siyasette var olabileceğinin kanıtı olarak ortaya çıktı. Ancak burada bir ikilemden de söz etmek mümkün. O da, Jokowi gibi siyasi parti angajmanın girmeden nötr anlamıyla tabandan aldığı destek ve bu tabanın umutlarına karşılık gelecek ulusal politikalarda ne denli belirleyici olabileceği konusundaki şüphelerle ilgili. Tam da bu noktada, Jokowi’nin yardımcısı olarak belirlenen isme yani, Yusuf Kalla’ya bakmakta fayda var.

Golkar kökenli olmakla birlikte, ülkede sevilen bir siyasetçi olarak kalmayan, uluslararası çevrelerle de yakın temasları olan biri. Yusuf Kalla, başkanlık seçimlerine aday olmadı. Bir partiye de mensup değil. Ancak sahip olduğu nitelikleri onu bir anda şüphe götürmeyecek şekilde ulusal siyasette gene çok önemli rol almaya itti. Yusuf Kalla’nın Golkar gibi Endonezya şartlarında köylere kadar örgütlenebilmiş bir siyasi hareketin başkanlığını yapması; SBY’ın yardımcısı olarak 2004-2009 yıllarında ülke yönetiminde söz sahibi olması; Açe Barışı’na giden süreçte tüm ‘bürokratik’ engelleri aşarak ‘Açe Özgürlük Hareketi’nin (Gerakan Aceh Merdeka -GAM) gerek sahadaki komutanları, gerekse yurt dışındaki lider kadrosuyla doğrudan temaslar kurma cesaretini gösterebilmesi, bir anlamda “Jokowi’de eksik olan nedir?” sorusuna verilebilecek cevaplardan belki de bir kaçına karşılık geliyor. 2009 yılından sonra köşesine çekilip oturmayan Yusuf Kalla, Endonezya Kızılay’ının başına geçerek sosyal yardım meselesine el attı. Bu süreçte, pek de bu coğrafyada kimsenin cesaretle üzerine gidemediği Myanmar’daki Arakanlı Müslümanlar meselesinde Myanmarlı yetkililerle düzenlenen toplantılar silsilesinde başat rol oynadı. Zaten iş çevrelerinden gelmesi nedeniyle de Kalla’nın başta komşu ülke Malezya, Singapur ve Avustralya olmak üzere bölgede ve de küresel olarak diğer ekonomi çevreleriyle ilişkilerinde sorun olmadığı aşikâr.

Bu seçim pek çok açıdan önem taşıyor. İlki, ülkenin iç sosyo-ekonomik dinamikleriyle ilgili. Ülkede hâlâ bitmemiş reform sürecinin ne yöne evrileceği; çeşitli etnik yapılar ile merkezi yönetim arasındaki mevcut sorunların ne şekilde çözüme kavuşturulacağı; bu anlamda, 1999 yılında başlatılan ancak reelde neye karşılık geldiği konusunda önemli açmazları bulunan merkezden yönetim uygulamasının sonlandırılması; son yıllarda makro ekonomik göstergeler dikkate alındığında ‘kayda değer’ yükseliş sergileyen ekonomiye rağmen, bu ‘zenginliğin’ geniş halk kitlelerine ‘doğrudan’ nasıl yansıtılacağı gibi alanlar dikkat çekiyor. Ulusal siyaset ve yönetim bağlamında ‘Açe Barışı’, ülkenin uluslararası arenada imajını  olumlu etkilerken, bu Barış’ın aradan geçen sekiz yıla rağmen, Açe’ye ve Açelilere neler kazandırıp kazandırmadığı; Barış Anlaşması’nın maddelerinin pratikte ne denli karşılıp bulup bulmadığı da hiç kuşku yok ki, merkezi güçlerin üzerinde düşünmesi gereken sorunlar arasında yer alıyor. 

İkinci alanda ise ülkenin yakın ve uzak komşuları ve küresel güçlerle etkileşimi geliyor. Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği Topluluğu (ASEAN)’ın önemli kurucu ülkelerinden biri olan Endonezya’nın, topluluğun 2015 yılında Ekonomik Birliğe evrilme sürecinde nasıl bir rol oynayacağı kadar, Birlik içerisinde ‘liderlik sorununun’ çözümüne nasıl katkıda bulunacağı izlenmesi gereken bir durum. Birliğe üye ülkelerin bir bölümünün Çin’le, Güney Çin Denizi’ndeki kıta sahanlığı meselesinden kaynaklanan sorunların çözümü söz konusu olacaksa bunun Endonezya’nın aktif katılımından bağımsız olmayacağı da ortada. Bu teritoryal hakların çakışmasından neşet eden sorunların ötesinde, yükselen Çin faktörünün bölge üzerindeki tesirleri; Avustralya’yla mülteciler sorunu başta olmak üzere bazı diğer sorunların varlığı; ABD’nin Güneydoğu Asya ekseninde etkin bir siyaset gütmesi ve Hindistan’da gerçekleşen yönetim değişikliğinin bölgeye etkileri Endonezya yönetimini bekleyen meseleler olacaktır. 

Tüm bu iç ve dış konularda güçlü bir Başkan ve Başkanlı uyumlu çalışacak etkin bir hükümet hiç kuşku yok ki, Endonezya’yı bölge ve dünya siyasetinde önemli bir yere taşıyacak. Ancak Jokowi’nin tüm popülaritesine karşın, halk nezdinde karşılığı sınırlı bir siyasi yapının uzantısı olarak ortaya çıkması; Prabowo’nun askerlik günlerinden kalan ‘sakıncalı duruşu’nun doğurduğu bazı açmazlar, seçmenin son ana kadar karar verme süreçlerinde üzerinde duracakları hususlar olacak. Bununla birlikte, bu iki başkan adayının dışında, ideolojik temellerinden yoksun salt pragmatik bir yaklaşımla oluşacak yeni hükümette daha çok sayıda bakanlıkla temsil edilme şansını elde etmeye çalışan ve önemli bir kısmını sözde İslamcı partilerin oluşturduğu yapıların tabanlarını ikna etme kabiliyetleri çerçevesinde ittifak kurdukları Başkan adayına oy sağlayacaklar.  Bir yanda, halkın içinden çıkmış ve reform sürecinin devamcısı olarak görülen Jokowi, öte yandan reform sürecinin önde gelen argümanlarından olan ‘eski general başkanlara son’ yaklaşımını yadsıtan, ancak güçlü başkan imajına sahip Prabowo gerçeği. Son kamuoyu yoklamaları Jokowi’yi önde gösterse de, Prabowo’nun aradaki farkı giderek kapattığını ortaya koyuyor. Jokowi ile sivil bir yönetim ülkeyi farklı mecralara taşıyabilecek potansiyele sahip olacak; Prabowo ile sadece eski bir generalin ülke yönetimini devralması değil, ‘güçlü ve milliyetçi bir lider’ duruşuyla Suhartolu yıllara bir tür dönüş anlamı taşıyacak.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/302889/endonezyada-baskanlik-seciminde-son-viraj