Rabu, 12 November 2014

ASEAN Zirvesi ve ‘İnsan Merkezli’ Yaklaşım / ASEAN Summit and ‘People Centered’ Approach

Mehmet Özay                                                                                                                 13 Kasım 2014

12-13 Kasım tarihlerinde 25. ASEAN Genel Kurulu toplantıları bu yılki dönem başkanı Myanmar’ın başkenti Nay Pyi Taw’da gerçekleştiriliyor. Toplantı birkaç açıdan dikkat çekiyor. Bunlar arasında özellikle, Myanmar’ı ziyaret eden ABD Devlet Başkanı Barack Obama’nın, 2011 yılından bu yana ülkede gerçekleştirilmesine başlanan sözde demokratikleşme süreci konusundaki nüfuz çabaları ile 2015 yılı ASEAN dönem başkanlığının Malezya’ya geçme sürecinin başlıyor olması dikkat çekiyor. Myanmar’daki demokratikleşme konusu ve Arakan Müslümanları bağlamını ele alan bir yazıyı kısa bir süre önce ele almıştık. Burada Malezya özelinde ASEAN üzerinde durmakta fayda var.

Malezya Başbakanı Necib bin Razak ve hükümet çevrelerinin ASEAN dönem başkanlığına başlanması dolayısıyla oldukça ‘heyecanlı’ oldukları gözleniyor. Aslında bu heyecan bir süredir hissediliyor. Ekim ayında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmesinin ardından, aynı yıl içerisinde önemli bir bölgesel birliğin dönem başkanlığını üstlenecek olması, Malezya yönetimini uluslararası arenada aktör olabilmenin imkânlarını geliştirmeye itiyor. Bu durum, Malezya’nın 1980’lerden itibaren kimi çevrelerde genel itibarıyla dikkat çekilen ekonomik kalkınma süreci ve ‘modelliği’nin ötesine geçip, bölgesel ve küresel siyasetlere müdahil olabilme cesaretini ortaya koyma arzusundan kaynaklanıyor.

Bu noktada, Üçüncü Dünya ülkelerine model olarak sunulan ekonomik kalkınma başarısının ülkedeki çeşitli toplumsal kesimlerce nasıl yorumlandığına bakıldığında ortada geniş toplum kesimlerince paylaşılan bir ‘modelliğe’ tanık olunmuyor. Öte yandan, yönetim çevrelerinde hem AB hem ASEAn bağlamında yaşanan bu heyecanın toplum katlarında karşılık bulduğunu söylemek de epeyce bir iyimserlik anlamı taşır. Öyle ki, Malezya Başbakanı ve hükümetinin oldukça iyimser yaklaşımlarına rağmen, Malezya geniş toplumunda her iki gelişmeye dair bir haberdarlık veya tepkisellikten bahsetmek mümkün değil. Aslında bu durumun şaşılacak bir yönü değil, aksine, Malezya’nın, özellikle ASEAN bağlamında -kamuoyuyla paylaşıldığı ölçüde- ortaya koymayı hedeflediği politikalara göz atıldığında anlaşılabilir bir muhtevası olduğu görülür. Bu noktaya yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim.

2015 yılı ASEAN için sadece dönem başkanlığının Malezya’ya geçmesi anlamı taşımıyor. Bunun ötesinde, “ASEAN Ekonomik Birliği” (AEC) somut anlamda hayata geçirilecek. Bundan kasıt, ‘piyasaların birleştirilmesi’dir. Aslında söz konusu birlik çalışmaları son 11 yıldır sürüyor. Bu çerçevede, Malezya ‘Endüstri ve Ticaret Bakanı’ Mustafa Muhammed dün Nay Pyi Taw’daki toplantılar çerçevesinde yaptığı bir konuşmada da dile getirdiği üzere, Malezya ekonomik işbirliği için üye ülkelere düşen hazırlığın %83.9’unu tamamlamış durumda. ASEAN genelinde ise 2015 sonu itibarıyla yol haritasının %95’inin tamamlanması bekleniyor. Bu hazırlığın, tabii ki büyük ölçüde ekonomik içerikliği bir yapılanmayla sınırlı olduğunu vurgulamaya gerek yok.

Temelleri on yılı aşkın bir süre önce atılmaya başlanan bu ekonomik işbirliğinin, ABD’nin ‘Asya Yüzyılı’ söyleminin giderek yüksek sesle dillendirildiği bir döneme denk gelmesini de dikkate alınmalı. Tüm çeldiricilere rağmen, ABD küresel politikalarında ön sıraya çıkan yeni yüzyılda Asya’nın Doğu’sunda Pasifik kıyılarından Hint Okyanusu’na açılan Malaka Boğazı ve çevresini çevreleyen alan yeni ekonomik işbirliklerine açık ve hazır hale getirilmeye çalışılıyor. ‘Trans-Pasifik Ekonomik İşbirliği’ (TPPA) bunun en somut göstergesi. Tabii Çin’in, ABD’nin yeni vizyonu söylemine karşı geliştirdiği ‘Asya-Pasifik Serbest Ticaret Bölgesi’ (FTAAP) projesi de ASEA ülkeleri için bir başka cazibe alanı oluşturuyor.

Konunun ekonomik vechesinin ötesinde bir de sosyo-psikolojik içeriğinin olup olmadığı veya ne minvalde seyrettiğine kısaca bakalım. Malezya makamları, iç ve dış faktörlerin şekillendirmesinden bağımsız olmayan Birliğin ekonomik ağırlığına rağmen, ‘insan merkezli’ adını verdikleri bir yaklaşımı da en azından söylem düzeyinde gündeme taşımaya çalışıyorlar. Bu söylemin en azından dayanaklarından biri, 2009 yılında Başbakanlık koltuğuna oturan Necib bin Razak’ın Malezya’da ‘halkçı’ bir politika çizme iradesiyle ilintili. ‘Önce Halk’ (Rakyat Dahulukan) sloganıyla kamusal alanlardaki panoları doldurmanın ötesinde gündelik yaşam gerçekleştiğinde neye tekabül ettiği konusunda çok farklı halk kesimlerinin şüphesi olduğunu da görmek gerekir.

‘İnsan merkezli ASEAN’ söyleminden anlaşılması gereken, üye ülke halklarının her türlü sivil etkileşime açık ve bunun alt yapısının hazırlanmasına yönelik politikalar, projeler olmalı. Ancak, hükümet çevrelerinin ötesinde, Birliğin, sosyo-kültürel ve siyasi ‘entegrasyonu’ getirip getirmeyeceği bazı sivil toplum çevrelerince tartışılsa da, ortaya çıkan sonuç böylesi bir yapılanmanın ne Malezya’da ne de diğer üye ülkeler bağlamında henüz pratiğe evrilebilecek bir boyutunun olmadığı yönünde. İşin çelişkili yanı ise, Endüstri ve Ticaret Bakanı Muhammed Mustafa’nın yukarıda atıfta bulunduğum konuşmasında da görüldüğü üzere aynı hükümet çevrelerinin, “ASEAN, Avrupa Birliği’nin izinden gitmeyecek” minvalli söyleminde içkin olan ‘emeğin serbest dolaşımı’ydı. Vurgu ‘emek odaklı’ olsa da, diğer sivil dolaşım hakları konusunda ne türden açılımlar olduğu da en azından şimdilik muğlaklığını koruyor. Üstüne üstlük, Bakan’ın konuşmasında “ASEAN, emek odaklı dolaşım gibi hususları kontrolü altına almak istiyor” ifadesi de, tek tek üye ülkelerdeki uygulamaları yansıtacak şekilde, bir kurum olarak ASEAN’ın da ‘kontrol’ kavramına teslim edilmesi anlamı taşıyor. O zaman “ASEAN’da insan merkezlilik” neye tekabül ettiği sorusuyla yüzleşmek gerekir.

Kaldı ki, ‘insan merkezliliği’ öneren bir siyasi yönetimin hükmettiği geniş toplum kesimlerinde ASEAN’a yaklaşım da sorunlu bir yapı arz ediyor. Öyle ki, Malezya toplumunda genel itibarıyla bir kayıtsızlık belki de bilgisizlikten kaynaklanan bir tepkisizlikten bahsetmek mümkün. Ülkede sivil toplum, muhalefet, azınlık gruplar, üniversiteler üzerinde bir süredir estirilen sömürge döneminden kalma ‘İsyana Teşvik Yasası’, muhalefet ve reform hareketi liderinin ikinci kez livatalık suçlamasıyla yargılanma süreci, geniş halk kesimlerini etkileyen benzin sübvansiyonlarının düşürülmesi ve önümüzdeki yıl yürürlüğe girecek yeni vergi yasası gibi konular genel itibarıyla ASEAN’ı gündeme getirmiyor.


Ancak, ekonomisi geliştikçe Malezya gibi diğer üye ülke toplumlarında da sosyal dinamikler belirli bir hızda değişim ve evrim geçirdiğini unutmamak gerekir. Klasik ifadesiyle ‘orta sınıflaşan’ toplumsal sektörlerin hükümetlerinden beklentileri, talepleri zamanla birer yuşumak veya sert siyasi baskı aracına dönüşebiliyor. Son 15 yıllık süreçte toplumun neredeyse tüm farklı renklerini biraraya getirmeyi başarmış muhalefet hareketine bakıldığında, herhalde bunu, en iyi Malezya yönetiminin bilmesi gerekir. 

Selasa, 11 November 2014

APEC Zirvesi Neye Tekabül Ediyor? What is the Equivalent of APEC Summit?

Mehmet Özay                                                                                                                 11 Kasım 2014

1989’da kurulan Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) örgütü, belki de en zorlu tartışmalara konu olan bir yıllık toplantıya sahne oldu. Çin’in başkenti Beijing’de 10-11 Kasım tarihlerinde düzenlenen toplantıya hazırlık toplantıları ile birlikte değerlendirildiğinde bir haftayı bulan küresel buluşmalar gerçekleşti. Zirve toplantısının başlığı ise dikkat çekiciydi: “Asya-Pasifik Üzerinden Geleceği Şekillendirmek”. Aslında ABD’nin “Asya Yüzyılı” perspektifini ansıtan bir yanı yok değil.

APEC, adından da anlaşılacağı üzere ekonominin öne çıktığı bir kurum. Ancak bununla sınırlandırmak yanlış olur. Ekonominin yönelimi, etkisi sadece bölgesel ve APEC’i oluşturan Pasifik kıyısına komşu ülkelerle sınırlı değil. APEC, küresel ekonominin %50’sine, dünya nüfusunun %40’ına tekabül eden bir nüfus yapısıyla dikkat çekiyor. Bölgede yatırımları olan kurumların yöneticileriyle yapılan mülâkatlarda önümüzdeki bir yılda %67’sinin yatırımlara devam kararı verdiği görülüyor. Yatırımlar dendiğinde ise dikkat çeken ülkeler arasında Çin, ABD, Hong-Kong, Endonezya ve Singapur geliyor. Tüm bu rakamsal veriler, Asya yüzyılı olarak adlandırılan 21 yüzyılın başlarında APEC’in önemini giderek artırıyor.

Toplantılar çerçevesinde genel itibarıyla ele alındığında APEC’de fırsatlar ve sorunlar biraradalığı dikkat çekiyor. Başta Çin olmak üzere ABD ve ASEAN bir süredir küresel ekonomiyi etkisi altına alan belirsizlik nedeniyle hem tekil hem de birlikler düzeyinde ekonomik yeniden yapılaşmalar konusunu gündeme taşıyorlar. Bu durumu, Malezya’dan Japonya’ya, Çin’den ABD’ye kadar görmek mümkün. Dünya ekonomisini etkisi altına alan bu belirsizlik, Asya-Pasifik’in imkânları ile yerini aynı zamanda umuda devrediyor. Bu potansiyel imkânları pratiğe dökecek ve dönüştürecek yol haritasının ana arterlerini ise, daha fazla bölgesel ekonomik entegrasyon; yenilikçi kalkınma; ekonomik reform ve büyüme gibi alanlar oluşturuyor.

APEC toplantısını çeşitli düzeylerde ele almak mümkün. Bu anlamda, Çin ABD ve diğerleri diye sınıflayabileceğimiz bir farklılaşmadan bahsedebiliriz. Tabii ABD ve Çin’in küresel ekonominin liderliğinden öte, giderek artan bir şekilde dünya siyasetine yön verme kabiliyetlerindeki çeşitlenme, sınırlanma ve birlikte-etkileşim boyutlarını da unutmamak lazım. Tam da bu nokta, mevcut durum tek kutuplu dünyadan sıyrılma sancıları olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. 2009 yılından bu yana ABD’nin Asya Yüzyılı projesine yaklaşımı son dönemde projenin birincil aktörlerinin veya ‘beyinlerinin’ artık Obama’nın yanında olmaması ile arzu edilen bir sürece yönel/e/mediği eleştirileri getiriliyor. Öte yandan, Xi Jinping ise Çin’de son dönemde ülkeyi yöneten liderler arasında Çin’in doğrudan bölgesel ve hatta küresel gelişmelere nüfuzuna yönelik açılımlarıyla dikkat çekiyor.

Çin’in sabırsızlıkla beklediği bir buluşmaydı diyebiliriz. Küresel ekonominin ikinci büyüğü konumundaki Çin’in bu beklentisini ekonomik, ticari, güvenlik ve itibar gibi çeşitli alanlarda ele almak mümkün.  Çin bu toplantı ile küresel görünürlüğüne bir katkı daha yapmış oldu. Tabii Çin’den bahsederken, Çin Komünist Partisi içerisinde tek vücud bir politik yapılaşmadan bahsetmek mümkün değil. Yaklaşık iki yıl önce başkanlık görevini devralan Xi Jinping, özellikle ekonomide yeniden yapılanma, yolsuzluklar gibi konularda bugüne kadar kararlılığı ile dikkat çekiyor. Özellikle yolsuzluklar konusu, parti ve bürokraside kendisine rakip çevreler ve uzantılarına yönelik operasyon olarak da değerlendiriliyor. Xi Jinping ülke içinde bu politikaları güderken, bölgesel ve küresel olarak çin’in ekonomik, siyasi ve kültürel görünürlülüğüne katkı yapmak istiyor. APEC toplantısı bu katkının ekonomi ve bir ölçüde siyasi ayağını oluşturuyor. Bir cümleyle de olsa, kültürel boyutunun Konfuçyüs’e referansla gelen kültürel yeniden yapılaşma olduğunu söylemeliyim. Bu açılım, Mao Zedong’un kültür devrimi sonrasındaki en önemli kültürel yönelime işaret ediyor.

Çin’in merkez bölgesine yakın yani ASEAN, Doğu Asya’da Japonya ve Güney Kore’den başlayarak, ardından aralarında yaşanan tüm sorunlara rağmen Pasifik’deki ABD ile ilişkileri şu veya bu şekilde geliştirme olanağı sağladığını söylemek de mümkün. Bu anlamda Japonya Başbakanı Shinzo Abe’in Xi Jinping’le görüşme talebine olumlu yanıt verilmesi ve yarım saate varan görüşme son iki yılda daha çok tarihe referanslar ve Doğu Çin Denizi’ndeki Adalar Sorunu nedeniyle soğuk savaş dönemini hatırlatan gelişmeler sonrasında her iki taraf için yeni bir başlangıç anlamı taşıyor. Güney Kore’nin ABD’ye rağmen, Çin’le stratejik ilişkileri artışma yönünde somut adım atması APEC toplantısının önemli gelişmelerinden biriydi.

Tüm bunların ötesinde, ABD’nin başını çektiği ve toplam 12 üyeli ‘Trans-Pasifik Ekonomik İşbirliği’ (TPPA) oluşumunda Çin’in devre dışı bırakılması Çin yönetimince tepkiyle karışık yeni bir oluşumun hazırlığına neden oldu. Çin makamları APEC toplantısında gündemi oluşturması konusunda istekli oldukları ‘Asya-Pasifik Serbest Ticaret Bölgesi’ (FTAAP) konusunda ABD’nin baskılarına rağmen, bu yeni bölgesel işbirliğiyle ilgili görüşmelerin başlaması kararını çıkartmayı başardı. Bunun ilk somut karşılığı ise gerek ikili gerek gruplar arası görüşmelerde, özellikle ASEAN üye ülkelerinin konuya sıcak baktığı konusunda görüşler ileri sürüldü.


Amerika Birleşik Devletleri bağlamında bakıldığında, ABD yönetiminin Beijing toplantılarına ne kadar hazırlıklı olduğu konuşuluyor. Çünkü Başkan Barack Obama’nın ilk döneminin aksine, ikinci dönemde Asya Yüzyılı projesinin alt yapısını oluşturan uzmanların eksikliğine dikkat çekiliyor. Bu eleştirileri gündeme getirenlerden biri Nixon dönemi Büyükelçisi 71 yaşındaki Chas Freeman. Freeman, “Çin’in küresel ekonomi çerçevesinde tedrici olarak bizi saf dışı bırakma çabaları karşısında etkin bir varlık sergileyemiyoruz” diyor. Öte yandan, benzer kaygılar ve eleştiriler sadece Cumhuriyetçi değil Demokrat vekillerden de duyuluyor. ABD ve Çin arasında, ekonominin ötesinde siyasi gerilime kadar varan karmaşık ilişkiler, diğer ülkeleri ikircikli bir konumda bırakıyor. ASEAN, Güney Kore, hatta bir ölçüde Japonya bile ne ABD’den ne de Çin’den tamamıyla vazgeçebiliyor. Aslında böyle bir beklenti içinde olmak da uluslararası ilişkiler bağlamında ele alındığında rasyonel değil. Ancak bu durum bir yandan gerilimlere neden olurken bir yandan da ilişkileri reaktive etme potansiyelini içinde barındırıyor.

Jumat, 07 November 2014

25. ASEAN Genel Toplantısı ve Arakanlı Müslümanlar / 25th ASEAN General Assembly and Rohingyanese Muslims

Mehmet Özay                                                                                                                   8 Kasım 2014

25. ASEAN Genel Kurul toplantısı 12-13 Kasım’da bu yıl dönem başkanlığını yürüten Myanmar’ın başkenti Nay Pyi Taw’da yapılacak.

ABD Başkanı Barack Obama’nın iki yılda ikinci kez ziyaret edeceği Myanmar, 2011 yılından bu yana sürdürülen sözde reform çabalarına konu oluyor. Bu süreç aynı zamanda kimi resmi çevreler tarafından ABD’nin dış politika başarısı olarak sunulsa da, Arakanlı Müslümanlar ve diğer etnik yapıların merkezi Burma (Burmese) etnik çoğunluğu karşısında siyasi ekonomik ve sosyo-dini özgürlükerini kazandığını söylemek bir yana bu konuda ciddi ve kalıcı adımlar atıldığını söylemek bile mümkün değil.

Öncelikle ASEAN hususunda bir şeyler söyleyerek başlayalım. ASEAN toplantıları artık sadece üye on ülke arasındaki özellikle ticari ve ekonomik ilişkiler bağlamıyla öne çıkmıyor. Çeşitli anlaşmalarla Japonya, Çin, Avustralya, ABD, Kanada, Hindistan gibi bölgesel ve küresel çapta öneme sahip olan ülkelerinin katılımıyla dünya gündemini belirleme kapasitesine sahip bir yönelim sergiliyor.

Son birkaç yıldır toplantılar, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Güney Çin Denizi’nde tarihsel olarak anlaşmazlığa konu olan sularında egemenlik göstergesi kabul edilebilecek girişimleri nedeniyle daha çok güvenlik eksenli bir çerçeveye oturuyor. Aralarında Vietnam, Brunei, Filipinler ve Malezya’nın bulunduğu ASEAN üye ülkeleri, bu bağlamda Çin yönetimiyle şu veya bu şekilde karşı karşıya gelirken, her bir ülkenin siyasi ve ekonomik yönelimlerine bağlı olarak Çin’e karşı geliştirilen tavırlarda bekle-gör/işbirliği-uzlaşma/çatışma eksenlerinde politikalara konu oluyor.

Bölgesel ekonomik birliktelik olarak öne çıkan ASEAN, Çin’in küresel yükselişine paralel olarak ABD’nin başlattığı Asya vizyonu’ ile güçler arası etkileşimlerin tam da odağında bulunuyor. Bunun, Çin’in ASEAN’a komşu olması, tarihsel ve kültürel ilişkileri kadar, ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren bölgedeki özellikle askeri ve siyasi belirleyicik noktasındaki kararlılığı ASEAN ülkelerini kaçınılmaz olarak bu iki güçle çeşitli boyutlarda ilişkiler geliştirmesini zorunlu kılıyor.

Ancak kendi içinde liderlik sorunu yaşaması, birliğin ekonomik ve ticarete odaklı yapısal duruşu, gerek tekil ülkeler gerekse bölge genelinde adalet ve haklar meselesinde inisiyatif almayı engelleyen statükocu yazılı/sözlü anlaşmalar ASEAN’ın potansiyel gücünü gerçekleştirememesinin temel nedeni olarak beliriyor. Enver İbrahim’in 1996 yılında kaleme aldığı ‘Asya Rönesansı’ adını verdiği eserindeki görüşleri ile, öncülüğünü Lee Kuan Yew ve DR. Mahathir Muhammed’in yaptığı ‘Asyalılık Değerleri’ olgusunun geliştirilebildiğini söylemek güç. Bunun nedenleri uzun uzun tartışılabilir ve tartışılmalı da.
ASEAN toplantısı öncesinde başkent Nay Pyi Taw’da önemli bir gelişme yaşandı ve Başkan Thein Sein muhalefet liderleri ile ordunun ileri gelenlerini biraraya getiren bir toplantı davetinde bulundu. 31 Ekim’de yapılan bu süpriz toplantı ülkenin reform sürecine ‘daha güçlü’ ve Batı’yı tatminkar edecek şekilde devam edeceğini ortaya koymayı hedefliyordu. ASEAN toplantısı kadar, 2015 yılı Sonbahar’ında yapılacak genel seçimler öncesinde ülkenin bazı bölgelerindeki sıcak çatışmaları, siyasi ve toplumsal gerginlikleri ortadan kaldırma konusunda siyasi bir irade geliştirmeyi hedefliyordu.
Ancak bu sürecin nasıl işleyeceği konusunda bugüne kadar tatminkâr bir açılım gerçekleştirilememiş olması, seçimler bahanesiyle benzer bir gündemin bir kez daha yüksek sesle ortaya konması, söz konusu sorunları asgariye indirecek yapılanma/lar bir yana bu konuda ülkenin tüm etnik ve sosyal sektörlerini kapsayıcı politikaların geliştirilebileceğine dair umutların yeşermesine dahi olanak tanımıyor. Bu konuda, muhalefet lideri Suu Kyi’nin, ABD’nin verdiği desteğe rağmen, Myanmar hükümetinin reform çabalarının pratikte neredeyse hiç mesabesinde olduğunu açıklaması, merkezi oluşturan güçlerden biri kabul edilen Suu Kyi’den başlayarak azınlıklara doğru genişleyen bir memnuniyetsizler toplumunun varlığını bir kez daha ortaya koydu.

Ancak bu biraz uzunca girişin ardından Myanmar’daki toplantı vesilesiyle Arakanlı Müslümanların haline bakmakta fayda var. Yukarıda ortaya koyduğumuz fotoğraf içerisinde Arakanlı Müslümanlar nerede duruyor sorusu önemli. İlk elden şunu söyleyelim ki, Arakanlı Müslümanların çilesinin bittiğini söylemem mümkün değil. Bir zamanlar Eyalet’te çoğunluğu oluşturan Arakanlı Müslümalar, geçmişi 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar uzanan baskı ve zulümler nedeniyle büyük göçler verdi. Bu nedenle bugün Eyaleti’n sadece kuzeyinde, o da dağınık ve birbirinden kopuk halde yaşamak zorunda bırakılmış bir kitleden bahsetmek mümkün. Bu süreçte en önemli göç merkezi, komşu ülke Bangladeş olsa da, Bangladeş’in kendi iç sorunları kadar etnik ve milliyetçi ayrımlar nedeniyle Arakanlıların rahat bulduğu söylenemez.

Bu çerçevede dünya kamuoyunun gündemine 2012 Mayıs sonu ve Haziran başlarında Budist çetelerinin yoğun saldırıları sonucu girebilen Arakanlı Müslümanların ahvaline dair kapsamlı bir çözüm ufukta gözükmüyor. Çünkü Myanmar hükümeti, Arakanlı Müslümanların acısını dindirecek, eyalette adaleti tesis edecek girişimlerde bulunmuş değil. Ne o günlerdeki saldırıların sorumluları bulunabildi, ne de  kendi anavatanlarında çitlerle çevrilmiş barakalarda yaşam sürmeye zorlanan kitlelerin yaşamlarında bir iyileşme gerçekleşebildi. Üstüne üstlük, bu kitlenin hala ülkenin 130 etnik yapısı içerisinde yer aldığını açıkça ortaya koyacak bir anayasal yapılanmayı getirecek merkezi hükümet çabasından söz edilemiyor. Aksine, merkezi hükümet 1982 Anayasası’ndaki vurguları tekrarlar nitelikte, geçen Nisan ayında yapılan genel nüfus sayımında Arakanlı Müslümanları kendi dini/milli aidiyetleriyle kaydetmeyi reddettiği, gibi bu kitleyi tüm dünya kamuoyunu defaatle açıkladıkları gibi, Bangladeşli göçmenler olarak kaydetme yoluna gitti. Nüfus sayımı öncesinde Arakan Eyaleti’nde Müslümanların yaşadığı kuzey bölgelerde faaliyet gösteren sayısı birkaçı geçmeyen uluslararası yardım kuruluşlarının zorbalıkla bölgeden çıkartıldığına da şahit olundu. Tüm bunlar merkezi hükümetin ve onun bölgedeki temsilcisi eyalet yönetimi ve güvenlik güçlerinin sistematik olarak Arakanlı Müslüman nüfusunu ortadan kaldırmaya matuf çabalarının birbirini izleyen adımları olduğunu ortaya koyuyor.

Bu şartlar altında Arakanlı Müslümanların umut bağlayabilecekleri tek yol, tıpkı önceki nesillerin yaptığı gibi derme çatma teknelerle okyanusa açılmak ve kaderlerini beklemek oluyor. Bu göçler önceleri, Myanmar ordu ve polis gücünün desteğiyle Budist çetelerin saldırıları sonrasında yapılıyordu. Ancak bu durum, zamanla bizzat resmi makamların gözetimini ve denetimine geçmiş durumda. Bunun en açık göstergesi yukarıda kısaca değindiğimiz üzere, geçen Nisan ayında yapılan nüfus sayımında tıpkı önceki dönemlerde olduğu gibi, Arakanlılar, Burma’daki 130 etnik gruptan biri kabul edilmemesi oldu. 

Yetkililerin, bu kitlenin Bangladeşli göçmenler olduğu yolundaki ısrarı, bir tür ‘yumuşak baskıya’ dönüşmüş durumda. Önümüzdeki yıl seçimlerin yapılacak olması, Batılı ülkelerin ülkenin geleceğindeki ekonomik verimlilikten pay almak adına da insan hakları vb. konularda seslerinin biraz daha fazla çıkması, Myanmarlı yetkilileri Arakanlıları en azından Bangladeşli göçmenler sınıflamasıyla ülkede varlıklarını sürdürebilecekleri sonucuna getiriyor. Ancak bu noktada, Arakanlıların tarihsel ve toplumsal hafızası bir anlamda böylesi bir zulme maruz kalmakla, teknelerle okyanusa açılma riski arasındaki tercihi ikincisi lehine kullanmalarına zorluyor.
Bu nedenle, neredeyse her gün derme çatma teknelerle Arakan sahillerini terk edenler bunun göstergesi. Bu durum, Vietnam Savaşı sonrasında Asya’da yaşanan dev göç dalgasından sonraki en büyük göç hadisesi olarak tarihe geçiyor. İşin ilginç tarafı, artık bu göç gizli saklı değil, bizzat Myanmar sahil güvenliği marifetiyle, bir tür organize insan kaçakçılığı organizasyonu şeklinde uluslararası insanlık suçu kapsamına girecek bir mahiyet arz ediyor.


Varoluşlarını bu teknelerle nereye olursa gitmekte bulan Arakanlıların, yaşadıkları topraklarda ne siyasi, sosyal ne de ekonomik olarak herhangi bir varlığa sahip değil. Arakan Eyaleti’ndeki Müslüman nüfusun dış göç vermesinin birkaç sonucundan bahsetmek mümkün. Birincisi, Eyalet’teki Budist kitlenin siyasi ve toplumsal egemenliğini pekiştiren bir unsur. İkincisi ise, bu halkın yaşadıkları toprakları terk etmesi, merkezi gücü temsil eden Burma (Burmese) çoğunluğu nezdinde, 70 yıldır ortadan kaldırmaya çalıştığı bir halkın nüfusunun giderek azalmasıyla hak ve iddialarından vazgeçeceklerinden hareketle yakın gelecekte daha az sorun veya hiçbir sorun taşımayacağı anlamına geliyor. 

Senin, 27 Oktober 2014

Bir İslamcı Entellektüelden Reform Hareketi Liderine: Enver İbrahim /From An Islamic Intellectual to A Reform Movement Leader: Anwar Ibrahim

Mehmet Özay                                                                                                                  27 Ekim 2014

Enver İbrahim, hayatında ikinci kez ‘livatalık’ suçlamasıyla 28 Ekim yani yarın Malezya’nın yönetim merkezi Putrajaya’da yargıç önüne çıkacak. 29 Ekim günü hakkında karar verilecek. Yargıçların suçlamaları kabul etmesi halinde Enver İbrahim beş yıl hapis cezasına çarptırılacak. Sadece Malezya’da değil, Malay dünyasında ve Güneydoğu Asya’dan başlayarak Japonya’ya, İngiltere, Avustralya ve ABD’ye kadar ses getiren bir siyasi lider olması hasebiyle Enver İbrahim’in siyasi yaşamına kısaca değinen bir yazı almakta fayda var. Bu yazının akabinde, Enver İbrahim’le yargılanmasından bir gün önce, yani bugün yaptığım röportajı en kısa sürede okuyucularla paylaşacağımı umuyorum.

Enver İbrahim, kimilerinin gözünde bir öncü lider, kimilerinin gözünde bir şarlatan. Kişiler yaşadıkları dönemin ürünüdür sözünün Malezya ortamında karşılık geldiği bir siyasi figür. 1960lı yılların Milliyetçilik-İslamcılık ekseninde süren yoğun tartışmaları ortamında kendini ‘Malezya’ gibi bir ülkede bulan Enver İbrahim, lise yıllarından başlayarak sosyal/siyasi ve dini meselelerle haşır neşir oldu. Bu dönem, bir yanda, Hindistan ve Çin, öte yanda Endonezya gibi Malezya’yı çevreleyen sosyo-kültürel ve siyasi atmosferin karşılığı olarak açıkçası oldukça renkli bir sivil tartışma ortamına zemin hazırladığı söylenebilir. İngiliz sömürgeciliğinden miras kalan ve de modern dönemde kimi ‘Malay’ liderlerin tekrarladığı ‘tembel Malaylar’ tabirinin pek de üzerine yakışmadığı bir genç olarak dönemin ilgi alanlarının tümü içinde yerini aldı Enver İbrahim.

Önce, Kuala Kangsar Malay Koleji -ki ülkenin saray çevresinin çocukları için açılan ve ardından toplumun görece alt tabakalarına mensup ailelerin çocuklarının da alındığı meşhur okulda öğrenim gördü. Üniversite yılları kökleri gene sömürge dönemi Singapur’una dayanan ‘University Malaya’da (UM) geçti. Bu, üniversitenin ‘Malezya’ topraklarında kendi ayakları üzerinde yükseldiği bir döneme tekabül eder. ‘Malaylılık’ olgusunun siyasi, sosyal boyutlarının yanı sıra eğitimde de kendini ortaya koyma, bir anlamda kanıtlama çabası ‘UM’de kendini bulur. Malezya Çalışmaları bölümünde öğrenim gören Enver İbrahim, bireysel kimliğini tesisin yanı sıra, ülkenin doğuşundan itibaren var olan toplumsal gerçekliği olan Malay-Çin-Hint kökenlilerin yani çok etnikli/çok dinli sosyal gerçekliğinden neşet eden sorunları anlama, anlamlandırma sürecine tanıklık etti. Üniversite yıllarında Malay-Müslüman kimliğinin inşasında hiç kuşku yok ki, o dönem üniversitede Dekanlık yapan Prof. Dr. Naqib Al-Attas’ın ‘sohbet halkalarında’ yer alması göz ardı edilemez. Bu süreç aynı zamanda örgütlü yapı içerisinde yer aldığı ve bugüne kadar devam edecek liderlik vasfının öne çıktığı yıllardır. 1960 yılında kurulan, ‘Malezya Müslüman Öğrenci Ulusal Birliği’ (Persatuan Kebangsaan Pelajar-Pelajar Islam Malaysia) ve ‘Malaya Üniversitesi Malay Dil Topluluğu’ (Persatuan Bahasa Melayu Universiti Malaya)’ya eklemlenişi işte böylesi bir döneme tekabül eder.

Enver İbrahim’i ulusal düzeyden uluslararası İslami hareketler zinciri içerisinde kayda değer bir lider olarak anılmasına neden olan ise yukarıda zikredilen iki öğrenci birliğinde birlikte hareket ettiği isimlerle 1969 yılında kurduğu Malezya Müslüman Gençlik Hareketi’dir (Angkatan Belia Islam Malaysia-ABIM). Bugün adları siyaset ve akademi çevrelerinde önemle zikredilen isimler o dönem Enver İbrahim’le yanyana hareket ederek bugüne kadar varlığını sürdürmüş olan hareketin bel kemiğini oluşturuyordu.

Enver İbrahim sosyo-dini hareket içerisinde kendine önemli bir alan kazanırken, dönemin İslamlaşma hareketlerinin tamamında gözleneceği üzere, giderek artan bir şekilde hükümet politikalarına karşı da eleştirel bir tavır geliştirmeye başladı. Ağırlıklı olarak kırsal kesimde yaşam süren Malay Müslüman kitlelerin sosyal ve ekonomik geri kalmışlığına hükümet kimi çözümler ararken, Enver İbrahim ve çevresi hem bu çevreyi ‘aydınlatma’ hem de içinde bulundukları koşullara birinci elden tanık olma adına kırsal bölgelerde eğitim faaliyetleri organize ettiler. Bu süreç, Enver İbrahim’in kampüsten-kırsala yani halka yönelişi olarak yorumlanması yanlış olmayacaktır.

Enver İbrahim, o günlerde hükümetin eğitim politikaları nedeniyle yurt dışında eğitim imkanı bulan yakın çevresindeki arkadaşlarının aksine bu imkandan yararlanmamıştır. Öyle ki, bir gençlik hareketi lideri olarak forumlarda, meydanlarda boy göstermesi dönemin başbakanı Razak bin Hussein (bugünkü Başbakan Necib bin Razak’ın babası) tarafından keşfedilmesine ve yurt dışında ‘Hukuk’ eğitimi alması önerisine neden oldu. Tabii Enver İbrahim’in İngilizce eğitim veren Kuala Kangsar Malay Koleji’ndeki öğrenimi onu ‘sömürge diline’ hakim kılması o dönem uluslararası arenada söz sahibi Müslüman entellektüel ve akademisyenlerin eserlerine ulaşma olanağı tanıyordu. Bu tanışıklığı sağlamlaştıran bir diğer faktör ise, yurt dışında eğitim imkanı bulan yandaşlarıyla yazışmaları, sohbetleri ile bu çevrelerin düşünce iklimine nüfuzuna imkan sağlıyordu. Kimd ibu isimler diye sorulduğunda aslında hiç de yabancı değil: Fazlur Rahman, Muhammed Iqbal, Seyyid Kutup, Hasan el-Benna, Ismail al-Faruqi. Tabii bu ve benzeri isimleri okuma, anlama süreci ‘yerli bir süzgeçten’ yani Naqib Al Attas’ın felsefi/dini bağlamından geçtiğini görmek gerekir. Bu anlamıyla, Enver İbrahim, yaşıtları gibi tabiri caizse doğu ve batı düşünce ikliminde yetişmiş Müslüman entellektüel çevreyi yerli bir solukla, sürekli dile getirdiğim üzere son yüzyılın en önemli Malay sosyal bilimcisi Naqib Al-Attas’ın yorumları ve katkılarıyla içselleştirdiğini söyleyebilirim.

Enver İbrahim’i 1982 yılında dünün ve bugünün ülkedeki yegane ‘hükmeden’ siyasi organı “Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu”na (UMNO) taşınmasında işte bu birikimi yegane nedendir. 1981 yılında Başbakanlık koltuğuna oturan Dr. Mahathir Muhammed, genç liderler arasından Enver İbrahim’i seçmekte zorlanmayacaktır. Liderlik vasfı, entellektüel kapasitesi, halkla iç içe oluşu gibi özelliklerinin yanı sıra, o dönem tüm dünyada etkisini hissettirdiği gibi Malezya toplum şartlarında da karşılık bulan İslamcılık olgusunun somut temsilcisi konumundaki Enver İbrahim, UMNO gibi seküler bir yapılanma olması, Çin ve Hint kökenli azınlıklara yaslanan siyasi varlığı gibi özellikleriyle ‘karizmatik’ bir Malay lider/ler arayışını en azından Dr. Mahathir gibi pragmatik bir lider elinde kaçırmamıştır.

Sorumluluk üstlendiği çeşitli bakanlıklar sürecinde gençlik yıllarının idealistliğini pratiğe geçirme imkanı bulmuştur. Ardından, Başbakan Yardımcılığına kadar yükselen Enver İbrahim, 1998 yılında siyasi hayatı akamete uğradı. O dönemde neler olduğu konusunda pek çok yazar görüş beyan etmiştir. Kimileri UMNO içerisinde güç kavgası, kimileri 1997-8 Güneydoğu Asya ekonomi krizi gibi sebepler ileri sürmüşlerdir. Ancak nihayetinde Enver İbrahim’in bireysel hayatında ve siyasi yaşamında yeni bir dönemin başlangıcı olduğuna kuşku yok.  1998 yılında olanları bir de UMNO’nun kuruluşundan kısa bir süre sonra başgösteren parti içi siyasi fraksiyonların mücadelesinden bağımsız değerlendirmek te hata olur. Öyle ki, Enver İbrahim’in Başbakan yardımcılığı görevinden alınmasında ve ardından yargılama süreçlerinde en önemli ‘organ’ olarak hareket eden Dr. Mahathir Muhammed’in kendi bireysel siyasi tarihinde UMNO’dan ‘tard edildiği’, 1980’li yılların ikinci yarısında, yardımcılarıyla anlaşmazlığı, ‘şeffaflık izlerinin’ kaybolduğu parti içi seçimlerini hatırlamak yeterlidir.

Enver İbrahim’in Başbakan yardımcılığı, ardından partiden ihracı yolsuzluk suçlaması kadar, sadece onun bireysel benliğini değil, neredeyse ülkedeki tüm Malay Müslümanların sosyal benliğini zedeleyen bir ‘suçlama’ ile karşı karşıya kaldı. Hakimler önce yolsuzluk suçlamasına altı yıl hapis cezası verdi. 2000 yılında görülen mahkemede ‘livatalık’ suçlaması ile dokuz yıl hapsi istendi. Ancak livatalık suçlaması bir süre sonra kanıtların yetersizliğine hükmedilerek bozuldu. Altı yılın sonunda 2004 yılında Enver İbrahim yeniden özgürlüğe kavuştuğunda çektiği tüm acılara ve işkencelere rağmen, güçlü bir siyasi lider olarak sadece Malezya’da değil, Güneydoğu Asya’da tanınan bir kişilik oldu.

Kendisine yöneltilen suçlamaların ardından hapse girmesi kesinleşince, toplumda ortaya çıkan tepkiler siyasi bir hareket yani ‘reformasi’ olarak karşılığını buldu. Bu oluşum, ülkede o güne kadar görülmemiş bir toplumsal/siyasi hareket olarak ortaya çıktı ve bugüne kadar varlığını sürdürüyor. Enver İbrahim’in hapiste geçirdiği yıllarda ‘reform hareketi’nin şekillendirmeye başladığı ‘muhalefet’ oluşumunda liderlik eşi Azize tarafından yürütüldü. Bu hareket, karşılığını “Halkın Adaleti Partisi”nin (PKR) 2003’de kuruluşu ve bu partinin Çin etnik azınlığının partisi kabul edilen ve “Demokratik Eylem Partisi” (DAP) ile 1950’li yılların başında UMNO’dan ayrılan dini eğilimleriyle öne çıkan “Malezya İslam Partisi” (PAS)’ı masa etrafında biraraya getirdi. Burada şunu söylemekte fayda var.

PKR, ülke siyasi partilerinde hakim olan ‘etnik’ temelli parti değil, aksine her etnik yapıdan üyeleriyle dikkat çeken kendine has özellikler taşıyan bir siyasi harekettir. Bu noktadan hareket ederek, yaklaşık yarım asır önce 1940’ların sonunda ülke toplumsal yapısının gereklerinden hareket ederek ‘etnik parti’ oluşumuna karşı çıkan ve buna alternatif olarak ‘UMNO’ya diğer etnik unsurlardan üyelerin alınması görüşünü ortaya atan Dato Onn bin Cafer’in siyasi mirasını taşıdığını söyleyebilirim.

Öte yandan bu süreç, Enver İbrahim’in gençlik ve üniversite yıllarında sergilediği liderlik vasfının, hükümette yer aldığı ve ara dönem kabul edilecek 1982-1998 yıllarının ardından yeniden gündeme gelmesi şeklinde tezahür etti. Sadece bir lider değil, ülkedeki muhalefeti temsil eder diğer önemli siyasi oluşumları biraraya getirme başarısı ile ülke modern tarihinde önemli bir siyasi başarıya imza attı. Tabii bu noktada pek çok şey söylemek mümkün. Ancak bu oluşumun ‘hak’, ‘adalet’, ‘demokrasi’ gibi sadece Batı siyasi terminolojisine hasredilemeyecek değerlerin Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu, ancak farklı dini/etnik yapıların da ‘yaşam ortamı’ bulmayı hedeflediği Malezya gibi bir toplum için önemli bir kazanım olduğuna kuşku yok. Aynı zamanda, bu hareket adının ortaya koyduğu gibi, bir reform hareketi olarak statükoya karşı verilmiş bir mücadeledir. Bu oluşum, pratikte siyasi başarısını da kanıtlamış bir hareket olarak şimdiden ülke siyasi tarihinde yer almıştır. 2008 ve 2013 Genel Seçimlerinde oylarını ve parlamentodaki temsil gücünü giderek artıran muhalefet bloğu tüm çelişkilerine rağmen, ülke siyasal yaşamında her alanda aktif olarak varlığını sürdürmektedir. Enver İbrahim’in iddia ettiği üzere, 2013 Genel Seçimleri’nde muhalefet bloğu genel oyların %52’ini almakla birlikte, seçim yasası ve kimi usulsüzlükler dolayısıyla iktidar olamamıştır.


Enver İbrahim, bugün ikinci kez ‘livatalık’ suçlamasıyla yargılanıyor. 2008 yılında hakkında açılan dava, aradan geçen beş yıl boyunca değişik aşamalardan geçti. 2012 yılında görülen mahkeme, Enver İbrahim’in suçsuzluğuna hükmetti. Ancak kimi çevrelerin yüksek mahkemeye yaptığı itiraz nedeniyle yeniden yargılanma süreci başladı. Bu süreci, siyasi manipülasyon olarak değerlediren Enver İbrahim suçsuz olduğunu ve mahkemeye delil olarak sunulan unsurların karşılığının olmadığını ileri sürüyor. 

Rabu, 22 Oktober 2014

11 Eylül Saldırılarının Gölgesinde İŞİD ve Güneydoğu Asya

Mehmet Özay                                                                                                                  23 Ekim 2014

 

Bundan 13 yıl önce 11 Eylül 2001’de ABD’yi sarsan ‘uçaklama’ eylemleri küresel anlamda bir çatışmanın başlangıcını simgeliyor. Ulusal güvenliği ve bu güvenliği tesis edecek araç ve organların gelişmişliğiyle bilinen ABD’nin böylesi saldırılara maruz kalması, büyük bir şaşkınlık yarattığı gibi, o günden bu yana dünyanın birincil gündem maddesi oldu. Bugüne değin, söz konusu saldırıların arka planı adıyla ortaya konulan söylem, sadece saldırılarda rol aldığı ifade edilen uluslardan kişileri, kurumları değil, tümüyle İslam ümmetini içine alacak bir ‘etiketleme’ sürecine neden oldu.

 

Güneydoğu Asya Müslüman toplumları bu süreçte belki en ön saflarda görülmemekle birlikte, ABD ve ittifak güçlerinin hedef tahtasında yer alıyordu. Bu güçler, özellikle Endonezya gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu bir ülkeyi hedef tahtasına oturturken, Endonezya’da yaşanan değişim süreçleriyle şu veya bu şekilde ilintiliydi. Bu ilinti, 30 Eylül 1965 tarihinde ABD destekli müdahaleyi gerçekleştiren ve Mayıs 1998’e kadar da iktidarda kalmasına olanak tanınan Suharto’lu yılların bitmesinden sadece birkaç yıl sonra gündeme geliyordu. Elbette bununla, ABD’dedeki bombalamalar ile Suharto’nun gidişi arasında doğrudan bir bağ kurmamakla birlikte, tümüyle yok saymak da mümkün değil. Ancak ulusal, bölgesel ve küresel gelişmelerin biçimleniş tarzına dair bir örnek sunuyorum.

 

ABD’nin ve bölgedeki ittifak güçlerinin özelde Endonezya genelde Malay dünyası Müslümanlarını çembere alma politikası en üst düzeyde yani, devlet başkanları, hükümetler nezdinde girişimlerde gündeme gelmiştir. Sadece Endonezya değil, benzeri ülkelerin tümünde, Batılı devletler karşısında gerek ulusal gerekse şahsi çıkarlar denilen olgular veya gizli/açık tehditler bağlamında savunmacı psikolojinin ortaya çıkmasına şahit olundu. Halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan, Müslümanlığını pondok/pesantren gibi geleneksel İslami kurumlarıyla geçmişten günümüze hayatın doğal akışı içerisinde İslami bilgilenme/pratiğe geçirme tecrübelerini yaşayan Müslümanlara yönelik bir baskı ortamı kendini gösterdi.

 

Tabii, modernleşme süreçlerinin oldukça erken döneminden başlayarak Ortadoğu eksenli İslami hareketler, bunların sözde ‘ılımlı’ formülasyonlarının nihayetinde ulus-devlet oluşumu süreçlerindeki rolü veya ulus-devlete hakim seküler söylem tarafından manipülatif egzersizlere tabi oluşunu unutmamak gerekir. Buna ilâve olarak, sömürge döneminde neşet eden emperyalist uygulamaların önemli bir ayağını oluşturan Batı bilimsel araştırma metodolojisi ‘stratejileri’yle geleneksel İslami eğitim kurumları ve bu kurumların yapısal özellikleri, eserleri ve bu kurumların yürütücüsü ‘hocalar’ (Teungku) dönüşüme zorlanmalarının ardından, 21. yüzyılın hemen başında yeni bir küresel baskı rejimine tanık oldular. Bu tanıklık, bizzat ‘yabancı eller’ ile değil, halkın emrindeki yöneticiler vasıtasıyla gerçekleştirildi.

 

11 Eylül saldırılarının Batı’ya açılmış bir ‘dini mücadele’ formülasyonu ile sunulması Batılı stratejistleri bu formülasyonun kaynağını ‘kurutma’ girişimine akredite olmalarına neden oldu. Bu durumda, dini içerikli ve kaynaklı ‘şiddet pratiklerinin’ eğitim kurumlarında ‘başat’ bir formasyon olarak sunulduğu düşüncesi eğitim kurumlarına yönelik baskının rasyoneli haline getirildi. Güneydoğu Asya Müslüman toplumlarında çok uzağa gitmeden, bundan sadece bir, bir buçuk asır öncesinde sömürgeciliğin emperyalizme evrildiğinin açık göstergesi olan savaşlarda Müslüman toplumların en önemli medeniyet ve kültürel zenginliğini oluşturan eğitim kurumları ve bu kurumları besleyen kaynaklar olarak kitapların ve ‘hocaların’ nasıl yakıldığı, dumura uğratıldığı, dışlandığı ve öldürüldüğünu unutmamak gerekir. Bugün, sıcak bir savaşla bu kurumları temsil eden kişi ve grupları ortadan kaldırmak mümkün değil elbette. Ancak, bu kurumların varlığının devamını sağlayan kitapları, metodolojileri, söylemlerini ortadan kaldırmak mümkün. İşte 11 Eylül saldırılarının ardından Batılı devlet adamları ve kurumlarının önderliğinde, ‘yerli’ işbirlikçilerinin geniş kesimleri hedef alan uğraşısı ‘dışarlıklı yapılaştırma faktörleri’ olarak ortaya çıkmıştır.

 

Bugün benzer bir yaklaşımın İŞİD bağlamında gündeme getirildiğini görüyoruz. Bunun en son örneğini, geçen gün Joko Widodo’nun Başkanlık törenine katılan ABD DIşişleri Bakanı John Kerry’nin açıklamalarında bulmak mümkün. Burada söz konusu edilen bir terror yapılanması konusunda ittifak kurma meselesi değil. Batının bu ve benzeri durumlarda yaptığı gibi, ki buna yukarıda 2001 yılı gelişmeleriyle değinmiştik, bütün bir İslam toplumunu etkisi içine alacak, iç ve dış mekanizmalar, güç merkezleri vb. yapılarla bu toplumun bütünlüğünü oluşturan kurumsal ve düşünsel zeminleri dejenere edecek girişimlerde bulunulmasıdır. İslami eğitim ve öğretim faaliyetinin geleneksel yapılanması içerisinde var olan, bu anlamda tarihsel bütünlük sergilediği noktasında kimi çekincelerle birlikte hem fikir olunabilecek kurumların dönüşmesi, dönüştürülmesi hedefi göz ardı edilemez. Geleneksel kurumsal yapıları oluşturan çevrelerin uzunca bir süderi ‘savunmacı’ konumuna itilmişliği vakidir. Buna, ulus-devlet yapılanmasında/modernleşme süreçlerinde zaten tehric noktasına getirildiklerini de eklemek gerekir.

 


Tüm bu iç ve dış ‘tehditler’, geleneksel İslami kurumları, bu kurumların bağlı olduğu geniş toplum kesimlerini sessizliğe mahkum etmektedir. Temelde, İslam toplumlarının yeniden yeşermesinde, kendine gelmesinde hakiki rol üstlenmesi muhtemel bu kurumları bu haline terk etmek, en azından bu kurumlara ‘müdahale’ hakkını kendinde bulunlarla aynı yerde durmak anlamına gelmektedir. Şimdilerde 11 Eylül’e İŞİD bahaseni eklenmiş durumda. Bunu tersine çevirecek irade ve güç mevcut mu? Kendisine modernist-ılımlı diyen Müslüman çevrelerle, sekülerizm-dindarlık arasında gidip gelen her türünden siyasi çevreler geniş Müslüman kitleleri ve bu kitleleri dini hayata bağlayan kurumlarla etkileşim kurabilecekler mi? Bu ve benzeri soruları sormamak ve hakkıyla cevap vermemek, 11 Eylül gibi İŞİD tehdidinin Batı’yı esir alması değil, bunları araçsallaştırarak Doğu’ya yani Müslüman toplumlara saldırının aracı olarak Batılının eline koz vermek anlamı taşıyacaktır. 

Sabtu, 18 Oktober 2014

Jokowi Başkan, Ama.../ Jokowi, The President. But...

Mehmet Özay                                                                                                                   18 Ekim 2014

Aylar önce kaleme aldığım yazılardan birinde, Joko Widodo’nun Endonezya siyasetinde değişiklik yapıp yapamayacağını gündeme getirmiştim. Bugün geldiğimiz noktada, Jokowoi’nin nasıl bir siyasi güç merkeziyle karşı karşıya olduğu çok daha net ortaya çıkmış durumda. 9 Temmuz Başkanlık seçimlerinden mağlup çıkan eski general Prabowo Subianto pes etmeyeceğini hem sözlü hem de fiili olarak açık seçik dile getirdi ve getirmeye devam ediyor. Bunun ülke siyasal sisteminde 1998 yılı Mayıs ayına, yani Suharto’nun devrilişine kadarki süreçte hakim olan bürokratik/sivil-askeri ekibin denetimi altındaki yapıya dönüş sinyalleri taşıdığı da görülüyor.

Örneğin, Prawobo’nun başında bulunduğu ‘Büyük Endonezya Partisi’ (Gerindra)’nin önderliğinde kurulan ve adına “Kırmızı-Beyaz İttifak” denilen yapı, daha Jokowi Başkanlık koltuğuna oturmadan, neredeyse %60’lık kesimini elinde tuttuğu meclisten (MPR) halkın en temel demokratik haklarından kabul edilen yerel yönetimleri belirleyecek oy kullanma hakkını ellerinden alınan yasa geçirmiş oldular. Temelde bu yasa, Suharto döneminde uygulanmış, 1999 yılında başlayan reform sürecinin açık bir görünümü olarak 2004 yılında değiştirilerek yerel yöneticileri halkın belirlenmesine başlanmıştı.

Şimdi ise, halkın il, ilçe belediye başkanlıklarının belirlenmesindeki ‘demokratik hakkı’ elinden alınmış durumda. Bu sonuç, öyle göz ardı edilecek bir gelişme değil. Mecliste çoğunluğu elinde tutan Prabowo ve yanlılarının modern Endonezya siyasal sisteminin dinamiklerini oluşturan ‘derin ilişkiler’ ağını koruma ve kollama vazifesinin bir sonucu. Zaten biz de, Jokowi’nin başkanlık adaylığı kesinleştiğinde Endonezya siyasal sistemindeki bu ‘ağır tabaka’nın ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağı konusundaki görüşleremizde bunun zorluğunu gündeme getirmiştik.

Bu ağır tabakanın varlığı konusunda fikir sahibi olmak, bizi Prabowo ve ittifakının bununla yetinmeyeceği sonucuna getiriyor. Mağlup bir başkan adayının sıradan bir intikam psikolojisinden öte, Suhartolu yıllarda yapılaşan eko-politiğin devam edip etmeyeceğiyle alâkalı bir durum söz konusu. Prabowo ittifakına adını veren ‘Kırmızı-Beyaz’a da değineyim kısaca. Kırmızı-Beyaz ülke bayrağını sembolize ediyor. Bayrak konusunda kimsenin itirazı yok. Ancak bayrağı sahiplenme olgusunun Endonezya ve benzeri ülkelerde ajite edici bir şekilde ortaya çıkartma gücünü elinde bulunduran ise ultra-milliyetçi kesimlerdir. Bir anlamda ‘ultra-milliyetçi’ olmaya da itiraz edilemeyebilir. Ancak Endonezya gibi 350 etnik yapıyı birarada barındıran bir ülkede bu ‘ultra-milliyetçilik’ Cava Adası kökenli bir siyasi-toplumsal-kültürel ve de dini hegemonyaya işaret ediyorsa, burada ciddi bir tehlikeden ve de tehditten söz etmek gerekir. “Siyasi ve toplumsalını anladık da, ‘kültürel ve dini’ nesi oluyor?” diye soracak olanlara, burada derin bir tartışmaya girmek yerine, “Kırmızı-Beyaz İttifak” içinde, adına 'İslamcı' denilen partilerin varlığına dikkat çekmekle yetineyim.

Jokowi’nin bu yapı ile nerede ayrıldığını görebilirsek, karşı karşıya olduğu zorluklar da kendiliğinden ortaya çıkacaktır. İlki, Jokowi sivil bir politikacı. 'Politikacı zaten sivildir' diyenler çıkacaktır. Ancak Endonezya siyasetinde politika, üniformasını bedeninden çıkarmış, ancak zihniyet olarak hala ordu mentalisindeki ‘liderlerin’ güdümünde olduğundan bu kavram çok önemlidir. Reform sürecinin başlangıcında, 1999 seçimlerinin ardından Başkanlık koltuğuna oturan ancak yerleşik düzene epeyce aykırı görüşlere sahip -rahmetli- Abdurrahman Wahid’in nasıl yerinden edildiğini hatırlamak; ve ardından yaklaşık iki buçuk yıl başkanlık koltuğuna ‘oturtulan’ Megawati Sukarnoputri’yi asker-tipi politikacı sınıflaması içine almakta fayda var. Ne de olsa, Megawati tüm siyasi meşruiyetini bir asker-başkan olan babası Sukarno’ya borçludur. Bu nedenledir ki, statükocular, Abdurrahman Wahid gibi ‘liberal’ yanıyla da olsa bir dini cemaate bağlı ‘sivil’ bir politikacıya ancak çok kısa süre tahammül edebilmişlerdir. 

İkincisi, Jokowi siyasi parti kadrolarında yetişmiş, Jakarta siyasetinin dinamiklerinin içinde şu veya bu şekilde rol almış bir siyasi aktör de değildir. Üçüncü özelliği, orta sınıf bir tüccar sınıfından gelmesidir. Ordu ve ordunun sivil uzantısı Jakarta siyasetinin odağında veya çeperinde olmamak, onu içinden doğduğu toplumsal kesimin ilkelerine yakınlaştırması dolayısıyla Jokowi tastamam ‘sivil’ olmayı hak etmektedir. Bu ‘toplumsal kesim’ de aslında öyle pek azımsanacak gibi bir kitleye işaret etmiyor. Aksine, tüm mağdurlar, ezilmişler, ‘siyasi etik’ sahibi bir lider arayanların tümü umutlarını Jokowi’de buluyor.

Bu durumda, Jokowi’nin başkanlık öncesi seçim kampanyalarından bugüne kadar ülkede neyi, nasıl değiştireceğine dair açıklamlarına dikkat kesilindiğinde kendisini çok yakınında bildiği halkın taleplerini gündeme getirdiği görülecektir. Bunları tek tek sıralamadan önce, ulusal ve uluslararası gözlemcilerin Jokowi’yi bekleyen temel zorluklar diye ortaya koydukları ‘ekonomiyi’ canlandırmak, ‘siyasi’ rakipleriyle mücadele etmek gibi iki kayda değer temaya eğilmek gerekir. Aslında bu iki olgu, Endonezya siyasi yapılaşmasına dair yukarıda kısaca dile getirdiğim hususlardan bağımsız değil. Yani, bir ordu ve orduya paralel uzanan ve merkezi tutan bir siyaset ortamı hem ülke ekonomisini hem de siyasetine hakimdir. Bununla neyi anlamamız gerekiyor?

Bu noktada Endonezya ordusunun en azından benzeri ülkeler karşılaştırmasından yola çıkarsak kendine özgü bir yapılaşması vardır. O da, ordu hükümet bütçesinden beslenmez. Ordu, bütçesini ve buna paralel olarak ekonomisini kendi oluşturur. Bu durum, orduyu bağımsızlıktan bu yana ülkenin her türlü gelişmede karar mercii kılmaya yetmektedir.  Öyle ki, ordunun gücü en ücra bir adadaki köyden, Jakarta merkezindeki karargâha kadar, -'yasal' ve 'yasal olmayan' şekilde-, ekonomik yapılaşmaların odağıyla bağlantılıdır. Maaşını, hükümetin belirlediği bütçeden almayan bir ordu mensubunun, gelirini nereden elde edeceği meselesi başlı başına önemlidir. Bu durum, genel itibarıyla ülke ekonomisinin, -velev ki çok başarılı bir gelişme evresi geçirmiş olsa da- ordu nizamının ve bu nizamın ‘sivil siyasete’ etkisini ortadan kaldırmak yerine, aksine orduyu daha da güçlü kılan bir niteliğe sahiptir. 

Dolayısıyla Jokowi’den ülke ekonomisini ‘diriltme’ çabası bekleyenler, aslında Jokowi’nin ortaya koymayı seçtiği açılımı okumada başarısız olmuşlardır. Hemen şuraya geleyim.... Daha birkaç hafta önce, Meclis’te Prabowo ve ittifak güçlerinin halkın en temel hakkı olan idarecisini seçme gücünü elinden alması salt bir siyasi hareket değildir. Aksine, bu icraat başlı  başına ekonomik gücü elinde tutan sivil-asker ittifakının mevcut imkanlarını koruma güdüsüyle yapılmış rasyonel bir girişimdir. Bakın, daha Jokowi kampanya dönemindeki partiler arası ittifak görüşmelerinde belirttiği bir husus vardır. Neydi o? “Ben bakanlıkları pazarlık konusu yapmam. Ülke yönetimde işinin ehli teknokratlar ve ‘siyasi etik’ sahibi siyaset erbabıyla çalışacağım.” demesi, ülke siyasetinin odağındaki ayrışmayı gündeme getirdi. Bir kez daha tekrar etmek isterim ki, sözde İslamcı partilerin bu ayrışmada -gönüllü olarak veya tehditler neticesinde- Prabowo yanlısı tercihleri yabana atılır olmadığı gibi, üzerinde çok ciddi tartışmaların yapılması gereken bir konudur.  


Endonezya keskin bir ayrımın eşiğinde, 1998 Mayıs’ında Suharto’nun devrilmesini müteakip bugüne kadar süren adına ‘reform’ denilen süreçte hak edilen icraatları yerine getirilememiş olması, halkın önemli bir bölümünde yılgınlığa yol açmıştı. Jokowi, bu yılgın kesimlerin bir ‘umudu’ olarak gündemde. Jokowi’yi çok çetrefil bir görev bekliyor. Ancak kitleler, bu görevi ‘bir adama’ yıkarak sorumluluktan kaçamaz. Aslında bu noktada Jokowi ipucunu vermiştir. Ve bugüne kadar kendilerine verildiği söylenen tüm haklara rağmen, merkezin yani Jakarta’nın güç odaklarının manipüle etmeyi yeğlediği yerel yönetimlerle ilişkileri güçlendireceğini açıklaması kimlerle işbirliği yapacağını da ortaya koyuyor. Jokowi ‘halka’ bakıyor. Halk ona ‘bakmayı’ sürdürebilecek mi? 

Selasa, 14 Oktober 2014

Türkiye-Singapur İlişkilerine Nasıl Bakmalı? / How to Peruse the Relations between Turkey-Singapore

Mehmet Özay                                                                                                                  14 Ekim 2014

Singapur Başbakanı Lee Hsien Lhoong’un üç gün sürecek Türkiye ziyareti Pazar günü başladı. Lhoong’un Türkiye’ye bu ilk ziyareti. Singapur Başbakanı’nın ziyaretinin bugünlere denk gelmesi tesadüf değil. Geçen Ocak ayında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Doğu ve Güneydoğu Asya ziyaretleri çerçevesinde Singapur’a da uğradığını biliyoruz. Dolayısıyla Lhoong’un Türkiye’ye gelişi, bir anlamda iade-i ziyaret bağlamına oturtulabilir. Ancak bununla sınırlı değil. Türkiye’nin şu veya bu şekilde var olmak istediği coğrafyalardan biri olarak dikkat çeken Güneydoğu Asya’dan bir ülke başbakanının Türkiye’ye gelmesi bu anlamda kayda değer bir gelişme.

Pek çok kişinin zihninde Singapur küçük, ancak zengin bir ada devleti olarak yer etmiş olsa da, ülkenin ‘hikayesi’ bundan ibaret değil. Türkiye-Singapur arasındaki ticaret hacminin 1.3 milyar dolar civarında oluşundan hareketle veya sadece 710 km2’lik bir alanı kaplamasıyla bu Ada ülkesi göz ardı edilebilecek bir coğrafya da değil.

Singapur bugün bir yandan Çin, öte yandan ABD ve ABD’nin bölgedeki ‘müttefikleriyle’ yakın temasta bulunan üzerinde yükseldiği adanın niceliğinden bağımsız bir jeo-ekonomik ve jeo-stratejik öneme sahip. Öyle ki, bugün Çin’in Pasifik’e bakan Batı bölgesinde birbiri ardına yükselen modern şehirlerin yapılaşmasında Çin’in örnek aldığı bir ülke. Bu örneklik sadece masa üstünde değil, Singapur’lu şirketlerle işbirliği şeklinde ortaya çıkıyor. Bu durum, Singapur Adası’nın nüfusunun kahir ekseriyetini Çin kökenliler oluştursa da, Çin siyasi rejimiyle ortak noktaları paylaşmıyorlar. İşte tam da bu noktada, Singapur’un ABD’nin bölgede tabiri caizse ‘koruyucu çerçevesinde’ yer aldığı görülür.

Singapur’un bir diğer özelliği, ASEAN ülkeleri içerisinde ise siyasi yapısındaki istikrar ve bununla ilintili olarak süreklilik arz eden ekonomik yapılaşması ve yeniliğe açık bürokratik mekanizması ile diğer ülkelerin açık olmasa da gizliden gizlide imrendiği bir ada devleti olmasıdır. Örneğin Malezya’nın sürekli örnek aldığı bu yanı başındaki Ada komşusu, bir süredir Güneydoğu Asya’nın doğması beklenen yeni yıldızı Myanmar’la ilişkileri sağlam tutuyor. Bu anlamda, Myanmar’ın kalkınma projelerinde Singapur’un kayda değer bir payı şimdiden oluştu denilebilir. Tabii burada, siyasi istikrar derken, ülkenin Batılı anlamda bir ‘demokratik’ yönetimle idare edildiğine vurgu yapmayacağım. Çünkü böyle bir durum yok. Adına Cumhuriyet denilen bu ada devletinde, kuruluşundan bu yana Halkın Eylem Partisi (PAP) yönetiminde bir idareye sahip. Bu, ülkede seçimler olmadığı anlamını taşımıyor tabii ki. Ancak Ada demokrasisinde olan biteni derinlemesine incelemenin yeri burası olmadığından, ülkenin kurucu babası Lee Kuan Yew’un “Batı demokrasisi bize göre değil” minvalindeki söylemi Ada siyasetini özetleyemeye kafidir.

Peki Türkiye ile Singapur’u ortak paydada buluşturan ne var sorusuna cevap verebilir miyiz? Ekonomik bağlamıyla dikkate alınacak olursa, aradaki ticaret hacmi 1.3 milyar Dolar civarında.

Sahip olduğu jeo-ekonomik konumu ile yabancı yatırımların sürekli yenilendiği bir bölge olmakla birlikte Türkiye’nin Ada’da hissedilebilir bir yeri olduğunu söylemek güç. Bu pasif konum, ümitsizliğe düşmeyi gerektirmez, aksine Ada ile ilişkileri Ada’yla sınırlamadan nasıl geliştirebilirizin yollarını aramak lazım. Bu noktada, Türkiye’nin Singapur’la ilişkilerinde bazı teknik bağlamları da unutmamak gerekir. Bu çerçevede, Türkiye Ada’daki profesyonel yönetim, bürokrasi mekanizması, denizcilik ve deniz güvenliği gibi alanlarda işbirliği alanları olarak öne çıkartabilir.

Singapur Başbakanı’nın ziyaretinde günün küresel ‘terör’ hadiselerinden biri de gündemde yer alacaktır. O da ışıd meselesi... Singapur, ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası ittifak gücüne destek veriyor. Bu desteğin rasyonel temelleri ise, komşu ülkeler Malezya/Endonezya ve Filipinler’den Suriye ve Irak’ta faaliyet gösteren terör yapısına destek veren kişi ve grupların varlığı Singapur’un ülke ve bölge güvenliği için önem verdiği bir konu.

Ekonomiden bir başka alana geçip bazı yazılıp çizilenlere değinmekte fayda var. Ocak ayındaki gezi münasebetiyle Türk medyasında çıkan birkaç yazıda ‘tarihe’ kimi atıflar varsa da, bu ilişkinin pek de öyle zannedildiği gibi olmadığını peşinen söylemeliyim. Aslında ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, mümkün olduğunca özetleyerek tarihi perspektife burada yer vermek istiyorum.

Türkiye-Singapur ilişkilerini 19. Yüzyıl son döneminde atanan konsoloslarla başlatmak, Türkiye-Endonezya ilişkilerini 16. Yüzyıl’da Açe Sultanlığı’yla ilişkilere odaklamakla aynı hatayı içinde barındırıyor. 19. Yüzyıl sonu, ticaret kapitalizminin alabildiğine yükseldiği, bölgede varlığını sürdüren İngiltere’nin, birbiriyle geçinemeyen Malay Sultanlıklarına nüfuzuyla daha da güçlü bir şekilde ortaya koymaya başladığı bir döneme tekabül eder. İngiltere, önce Penang Adası (1786) ardından Singpaur Adası (1819) ile bölgeyi yani Malay Yarımadası’nı bir anlamda çember içine alırken, tabii ki, Ada’ya hakim olanlar Singapurlu diye anılmıyordu. Ayrıca, Osmanlı’nın Singapur’a atadığı elçilerin dönemin siyasi yapısıyla ilişkiler geliştirmek gibi bir hedef yerine, Malay yarımadasınını Malaka Boğazı’nın kuzeyi ve güneyindeki Müslüman topluluklarının karşı karşıya kaldıkları sömürgecilik yönetimleri bağlamında ‘elimden ne gelebilirin’ bir cevabı olarak pratiğe yansıdığı şeklinde okumakta fayda. Bir yanıyla da, gönderilen konsolosun birkaç yıl sonra maruz kaldığı akibetin muğlaklığı da üzerinde araştırılmayı bekleyen önemli bir husus.


Dolayısıyla bugün adına Singapur denilen Ada devleti ile Türkiye arasında başladığı varsayılan ilişkinin de bu tarihsel gerçeklikle örtüşmediğini ortaya koymak gerekir. Singapur bir devlet olarak teşekkül etmesi, 2. Dünya Savaşı’nın ardından sömürgelerinden birer birer kopma eğilim gösteren İngiltere’nin aslında pek de çıkmak istemediği bir bölgede bulunuyordu. Malay Yarımadası’na geç gelen ‘milliyetçilik’ nedeniyle 1957 yılında o döneme kadar birlik olamamış Malay Sultanlıklarını bir masa etrafında toplayıp,bağımsızlığı verirken, Singapur Adası tüm tarihsel organik ilişkisine rağmen artık bir Malay toprağı değildi. Singapur Adası’nda demografik hakimiyet kadar siyasi ve entellektüel birikim Çinli göçmenlere bizzat İngilizler eliyle tevdi edildiğinden Malay Müslümanların zaten azınlıkta olan varlıkları siyasi bir yapı olarak dikkate alınamayacak kadar cılızdı. Hemen yanı başındaki Malay Sultanlarınını ise Singapur’daki Malay kardeşlerine bakışının herhalde milliyetçilik veya İslam veya her ikisi karışımı bir siyasi mücadele veremeyeceği de ortadaydı. İngiliz sömürgeciliği 1957 yılında ‘fiziki’ olarak Malay Yarımadası’ndan çıkarken Singapur Adası “Crown Colony” statüsüyle krallığa bağlı bir siyasi yapı arz ediyordu. 

Adına Malay Federasyonu denilen bağımsız siyasi yapıya rağmen, 1948’de baş gösteren Çin Komünist Gerilla hareketi sadece Malaya topraklarında değil, Singapur’da da varlığını hissettirmesi ve bu hareketin İngiltere ve müttefiki ülkelerin tüm girişimlerine rağmen 1960’lara kadar devamı, önemli bir siyasi tehdidi ortaya koyuyordu. Bu tehdit, salt İngiltere’ye karşı değil, İngiltere’nin temsil ettiği Batı siyasi sistemine karşıydı. Dolayısıyla 60’ları siyasi şartlarında gene İngilizlerin inisiyatifiyle Borneo Adası’ndaki koloniler kadar, Singapur Adası’nın da Malaya Federasyona katılımı komünizmin bölgede olası bir siyasi rejime evrilmesinin önünü almanın çözümü olarak masaya getirildi. Bu süreçte, Singapur’un siyasi liderliğini yürüten ve halen hayatta olan Lee Kuan Yew, komünist ideolojinin yaygın olduğu işçi sendikaları ki, özellikle tersane işçileri arasında yaygındı. Ayrıca lise ve yüksek öğretim kurumlarında öğrenciler arasında büyük destek bulması, Malay Müslümanlarla hiç de istemediği bir birlikteliği zorunlu kılıyordu. 

Demek ki, önce Ada’nın tarihi hakkında sağlıklı bilgi edinmek gerekir ki, bugün geliştirilmesini istediğimiz ilişkiler yerli yerine oturtulabilsin.