Rabu, 10 Juni 2015

Güney Çin Denizi’nde Gündem / Agenda in the South China Sea

Mehmet Özay                                                                                                              10 Haziran 2015
Güney Çin Denizi’nde anlaşmazlıklar bağlamındaki bir süredir sessiz bekleyiş, yerini yeniden tartışmalara terk etmiş durumda. Bu noktada, 29-31 Mayıs tarihlerinde Singapur’da düzenlenen Asya Güvenlik Zirvesi’ne ev sahipliği yapan Shangri-La Konferansları ile 7-8 Haziran tarihlerinde Almanya’da gerçekleştirilen G-7 Zirvesi’nde konu bir kez daha gündeme taşındı. Özellikle G-7 Zirvesi’nde Çin’in bu deniz üzerindeki kurmaya çalıştığı hakimiyetin uluslararası deniz yasaları ve dünya denizlerinin serbest dolaşım hakkına müdahale olarak yorumlanması dikkat çekicidir. Konunun gündeme taşınmasında kuşkusuz ki, Çin’in söz konusu sularda teritoryal hak iddiasında bulunmasının ve donanması marifetiyle somut icraata girişiminin akabinde, geçen yıl Filipinler hükümetinin Birleşmiş Milletler Deniz Kanunu Sözleşmesi (UNCLOS) çerçevesinde uluslararası mahkemeye yaptığı başvurunun görüşülecek olmasının da bir rolü var.
Çin’in Malaka Boğazı-Hint Okyanusu-Körfez Bölgesi ve Doğu Afrika sahillerine açılan kapısı konumundaki Güney Çin Denizi çerçevesinde yaşanan anlaşmazlıklar, Soğuk Savaş döneminde “çözümü ileri bir tarihde bulunacak” denilerek belirsizliğe terk edildi. Ancak Çin’in, ekonomik kalkınma sürecinde özellikle son yirmi yıldaki performansına paralel olarak bu deniz yolu giderek önem kazandı. Tabii sadece Çin’in değil, aynı dönemde Güneydoğu Asya Ülkeleri Topluluğu’na (ASEAN) üye ülkeler için de, bölgesel ve küresel ilişkilerindeki yeni yapılaşmalar çerçevesinde deniz kara sahalarının ülke egemenliği ve ekonomileri için önemi daha da öne çıkmaya başladı. Sorunun bir yanını söz konusu ülkeler arasındaki bu etkileşim oluştururken, küresel plânda, ABD’nin dünya hakimiyeti projesinde başından bu yana uluslararası ticarete konu olan su yollarının önemi doğrultusunda Güney Çin Denizi’nde rakip güçlere imkân tanımama politikasının da kayda değer bir yeri var. ABD özellikle 2009’dan bu yana gündeme taşınan, ‘Asya Açılımı’ çerçevesinde donanma gücünü Güney Çin Denizi ve çevresindeki varlığıyla somut bir şekilde sergilerken, bir yandan da, adına “uluslararası yasalar” denilen unsurla Çin’in mevcut durum üzerinde değişimlere teşebbüs etmesinin önünü almaya çalıştı.
Güney Çin Denizi sorununa doğrudan taraf olan ASEAN’a üye Filipinler, Brunei, Vietnam, Malezya ile Çin’in gizli/açık kendi toprağı saydığı bununla birlikte bağımsız bir yönetimin hakim olduğu Tayvan, bugüne kadar Çin’in bölgedeki askeri güç gösterisinin yanı sıra, deniz ve hava limanı projelerine alt yapı oluşturuacak şekilde toprak kazanımı ve inşaı projeleri karşısında da kayda değer bir birlik sergileyebilmiş değil. Bu durum, ASEAN çerçevesinde ele alındığında bir siyasi irade zaafiyeti şeklinde tezahür ediyor. Kuruluşundan bu yana ASEAN’ın üye ülkeleri iç politikaları ile bölgesel ve küresel gelişmeler bağlamında uluslararası çapta kayda değer siyasi bir karar mekanizması oluştur(a)madığı dikkate alındığında, belki de bu yönde adım atılamamamış olmasında şaşılacak bir durum görülmeyebilir. Ancak, Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal hak meselesi, salt bir ‘sınır’ ve ‘ulusal güvenlik’ olgularıyla da ilintili değil. İşin bir tarafında, Çin milliyetçi damarı ile günün getirdiği küresel ekonomik ilişkiler  ağı oluşturuyor.
Şayet ortada bir Çin milliyetçi damarından bahsedilecekse, bunun dayanaklarını 19. yüzyıldaki İngiltere’yle yapılan Afyon Savaşları (1839/1842-1856/1860), Japonya’nın yüzyıl sonundaki (1894-5) ve 1930’lu yıllarda işgal girişimi oluşturuyor. Avrupa kıtasında bazı ülkeler bağlamında tarihe referansın güçlü bir şekilde gündeme getirildiği hatırlandığında, Doğu Asya’da da benzeri bir gelişme süpriz olmasa gerek. Bu noktada, siyasi bütünlüğe sahip Çin yönetimi, neo-liberal ekonomileri uygulamaya koymak suretiyle dünyanın ikinci süper gücü konumuna gelmesinin ardından, bir sonraki adım olarak tarihe referansdan ilhamla halkın önüne yeni bir hedefle çıktığı yolundaki yorumları da hesaba katmak gerekir. Şayet bu açıklama bir basit bir yorum olmanın ötesinde Çin yönetiminin ulusal politikasında kayda değer bir yere sahipse, o zaman Çin’i, adına uluslararası anlaşmalar denilen ilkeler bütününü kabule davet etmek için daha epeyce çaba sarf edilmesi gerekiyor.
Öte yandan, işin belki de bundan çok daha fazla dikkat çeken boyutu, uluslararası deniz ticaretinin üçte ikilik bölümünün gerçekleştiği ve buna ilâve olarak deniz tabanında petrol/doğal gaz ile su ürünleri kaynakları bakımından ekonomik değerinin öne çıkmasıdır. Çin’in bu deniz üzerinde yayılma politikasının tedrici bir gelişme sürecine tabi tutulduğu dikkate alınacak olursa, -ki bunun göstergeleri dev petrol sondaj platformunu Vietnam kıta sahanlığına sevk etmesi ve gene Vietnamlı ve Filipinli balıkçıları bölgeden sürmesinde ortaya konduğu üzere- hiç kuşku yok ki, Çin yönetimi orta ve uzun vadede bu deniz üzerinden edineceği ekonomik gelirlere odaklanıyor. Bunun somut adımı ise, yukarıda kısaca değinildiği üzere ekonomik ve askeri hedefleri gerçekleştirmeye matuf alt yapı çalışmalarına olanak tanıyacak şekilde bir dizi ‘kayalıklar’ üzerinde suni adalar oluşturmaya başlaması oluşturuyor.
Bu noktada, soruna taraf olan ASEAN ülkelerini söz konusu su yolunun ekonomik boyutuna dair kayda değer bir projekiyonları olup olmadığı da tartışmalı. Bu nedenledir ki, söz konusu dört ülke çıkarları çerçevesinde gerek kendi aralarında gerekse ASEAN bünyesinde ‘tek ses’ ve ‘tek güç’ oluşturamıyorlar. Bununla birlikte, Filipinler ve Vietnam’ın uluslararası kurumlar nezdinde bir girişiminden bahsetmek mümkünse de bu bile, bölge ülkelerinin aralarındaki siyasi etkileşimin zaafiyetine gönderme yapmaktan öte bir anlam içermiyor.
Tabii bu noktada Malezya’nın konumuna da değinmekte fayda var. ASEAN dönem başkanlığı öncesinde Güney Çin Denizi sorununa ve özelde Çin’le ASEAN ilişkilerine diyalog perspektifinden yaklaşacağı şeklinde sinyaller veren Malezya yönetiminden şu ana kadar konuyla ilgili kayda değer bir girişimin olduğunu söylemek mümkün değil. Kaldı ki, Çin sahil güvenliğine bağlı gemilerin iki bin kilometre uzaktaki Malezya’nın doğu eyaletlerinden Sabah’a bağlı sulara ‘nüfuz’ girişimi neticesinde Malezya hükümeti ilk defa Çin ‘tehdidini’ yakinen hissetmiş oldu. Bugüne kadar, soruna ‘diyalog’ çağrılarıyla yaklaşmayı tercih eden Malezya hükümetinin, Çin hükümeti nezdinde resmi girişimlerde bulunacağı belirtiliyor.
Malezya yönetiminin diyalog minvalli söylemine dair geçen birkaç yılda ne olup bittiğine bakıldığında, örneğin geçen yıl bunun bir şekilde provasını Malezya-Çin ilişkilerinin 40. Yılı münasabetiyle gerçekleştirilen bir dizi siyasi ve kültürel etkinliklerle ortaya koymaya çalıştığı görülür. Malezya yönetimi, bununla da kalmadı, Malay dünyasının 15. yüzyıldaki öne çıkan Malaka Sultanlığı döneminde Çin İmparatorluğu’yla geliştirilen ilişkileri de güncelleme temrinleriyle iki millet arasındaki “dostluğun” tarihsel kökenlerine dikkat çekti. Tabii bu noktada, Malezya’nın Malaka Sultanlığı’nı ne kadar temsil kabiliyetinde olduğu kadar, Çin İmparatorluğu’nun örneğin, 12-15. yüzyıllarda görkemli siyasi gücüne rağmen, teritoryal genişleme siyaseti gütmeyen Çin İmparatorluğu’nun bugünkü siyaseten komünist, ekonomide neo-liberal Çin Devleti’ne ne şekilde ilişkilendirilebileceği de üzerinde tartışılmayı hak ediyor.

Bugünkü konumda, bir yandan Çin donanmasına ait birimleri sahillerinde görmenin verdiği şaşkınlık ile ASEAN dönem başkanlığı yürütmenin verdiği ‘ağır yük’ün altından Malezya hükümetinin nasıl kalkabileceği de tartışmalı. Bu gelişme, uluslararası mahkemenin Filipinlerin yaptığı başvuruyu değerlendirmesine az bir süre kala Malezya’nın Filipinler ve Vietnam’ın çıkışlarını desteklecek girişimler için ASEAN’ı acil bir toplantıya çağırıp çağırmayacağını ise yakında göreceğiz.  




Tidak ada komentar:

Posting Komentar