Selasa, 07 Oktober 2014

21. Yüzyıl Asya’sında Demokrasi Görünümleri / Democratic Outlook in Asian Century

Mehmet Özay                                                                                                                    8 Ekim 2014

ABD’nin Ortadoğu ile ve de bununla bağlantılı olarak Afganistan özelinde yaklaşık 15 yıldır sürdürdüğü sıcak hesaplaşmadan geriye ne kaldığı soruları ciddi bir şekilde gündeme getirilirken, yine bu ülkenin 21. Yüzyılda Asya’ya biçtiği rol üzerine de düşünmekte fayda var. Ortadoğu’da işler neredeyse diktatörler dönemini aratacak kadar içinden çıkılmaz bir hâl alırken; Sovyetler Birliği’ne karşı verdiği asil mücadele ile öne çıkmış Afganistan’da, ABD sonrası için sosyo-siyasi düzene çeki düzen verecek belirlenimlerden uzak bir görünüm sergiliyor.

ABD’nin bu hedeflere yönelik tuttuğu hesabın getirisinin ne olduğu bir yana, Asya kıtasının Doğu ve Güneydoğu’suna yönelik hesaplarını nasıl belirleyeceği de muğlaklığını koruyor. Çünkü, ABD dünyada kurulu düzenini devam ettirme mücadelesi verirken, tekil ülkeler ve bölgeler piyon oyuncular olarak varlıklarını sürdürüyor. Bazı ülkeler bu piyonluğu bile isteye kabul ederken, bazıları da buna zorlanıyor. Bu çerçevede ABD, Ortadoğu ve Afganistan’da demokratikleşme, sivil yaşam, liberal değerler ve ekonomi gibi olguları enjekte işinde başarısız olurken, Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri de benzer bir krizle karşı karşıya. Veya böylesi bir krizin yeniden nüksetmekte olduğuna tanık oluyor.

Tabii, şu gerçeği ortaya koymakta yarar var. Ortadoğu ve Afganistan ile Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin hangi parametrelerle karşılaştırılabilirliği konusu önemli bir çalışmayı gerektiriyor. Ancak özne olma koşulunu zorlayan ABD bağlamında bakıldığında, yukarıda da değinilen Batılı değerler silsilesinin, ya zorla ya gönüllü olarak bu toplumlarca kabulü yolunda bir beklenti söz konusu. Ancak bu beklentinin gerçeklikte nereye tekabül ettiğine bir bakalım.

Bütün bir 21. Yüzyıl için gelecek vaad ettiği vurgusu ile öne çık/artıla/n Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde demokrasinin geniş kitleler nezdinde ne şekilde teveccüh bulduğu; siyasi ve yönetimsel elitin gündeminde -Batı demokrasisi gibi olmasa da, buna yakın bir sosyo-siyasi rejimin varlığını hakim kılacak yapılanmaya dair ne denli ciddi çabaların sergilendiği konusu giderek şüpheli bir hâl alıyor. Bu durumda insan durup, acaba ABD’nin içine bulandığı Ortadoğu ve Afganistan’nın Doğu ve Güneydoğu Asya toplumları için gizliden gizliye bir modelliği mi söz konusu diye sormak istiyor. Öyle ya, olan bitenden hareketle değerlendirilecek olursa, tabiri caizse bir orman kanunu işlevselliğinin(!) arz-ı endam ettiğine tanık olunduğunu söyleyemez miyiz? Adı ve kimliği ne olursa olsun, Ortadoğu ve Afganistan özelinde vuku bulan gelişmelere konu olan halkların bir açmaz içinde olduğu epeydir gündemde yer işgal ediyor. ABD, bu iki bölgede ‘rolünü’ tamamlamamışken, birden gözünü Doğu ve Güneydoğu Asya’ya çevirmesi acaba bir kaçış olarak yorumlanamaz mı?

Bu çerçevede Doğu ve Güneydoğu Asya’ya biraz daha yakından bakalım...

Bir yanında küresel ekonomide ABD’nin ardından ikinci sırada gelmiş ve ardından yaklaşık yirmi yıllık durgunluk sürecine konu olmuş Japonya; öte yanda aynı süreci sürekli kalkınma hamleleri ile karşılamış ve Japonya’nın yerini almış Çin; ve bu iki gücün minyatürü bir gelişmeye konu olmuş Güney Kore ve Çin’in yavrusu Tayvan’ın yer aldığı Doğu Asya’ya bakarken; ASEAN ile belleklere kazınmış ve içinde on ülkenin yer aldığı Güneydoğu Asya’yı da unutmayalım.

ABD’nin bölgeye gelmesindeki başat neden olan ekonomik olarak yükselmekte olan Çin olduğu söylenegeliyor. Çin’in bugünkü ekonomik göstergelere ulaşmasında temel destekçisinin ABD olduğu ise es geçiliyor. Ancak ABD, yatırımları, fonları, destekleri ile gelirken öncelliğinin ‘insan hakları/demokrasi’ gibi değerler olduğu söylemi öne çıkarken, neredeyse son otuz yılda Çin’in yükselirken bu değerleri nasıl algıladığı ve pratikte nasıl bir yere oturttuğu sorusu hala ortada duruyor. Hem de Hong Kong’da Eylül ayı başından bu yana süren gelişmeler ışığında... Aslında Hong Kong’da sergilenen tutum yeni değil. 1989 yılında Tiannanmen Meydanı kuşatan bir milyona yakın ‘demokrasi bağlısı’ Çin’liye Çin Komünist Partisi’nin nasıl bir karşılık verdiği zihinlerde tazeliğini koruyor. O dönem, henüz Çin’in ‘otonom’ bölgesi değilken Hong Konglular Tiannanmen Meydanı özgürlükçülerine en büyük desteği veriyordu. Bugün aradan geçen süreye, Çin’in küresel ekonominin kurallarına bağlılığına, modernleşme sürecinde hızla adım atmasına rağmen, demokrasi ile barışamamış olması önemli bir handikap olarak beliriyor. Çin’in içinde bulunduğu handikabın daha da derinleşmesinde, Hong Kong’un otonom bölge statüsüyle İngiltere Krallığı’ndan 1997 yılında Çin’e geçmesinde vaad edilen kimi hakları vermemekte direnmesi yer alıyor. Hong Konglulara verilecek demokratik hak -ki, bugünlerde verilen mücadele 2017 yılında Ada Valisini halk mı seçecek yoksa Ada’da yaşam süren ancak ana kara parçasında komünist partiye endeksli bireylerin bulunduğu 1200 kişilik konseyce mi belirlenecek bağlamında sürüyor-, ülkedeki diğer eyaletler için de, örneğin başta Sincan (Doğu Türkistan), Tibet olmak üzere neredeyse tüm bölgeler- geçerli kılınmak istenebilir. Bu ise Çin siyasi sisteminin sonu anlamına gelir. Bu sonu getirmemek için sözde reformcu yüzüyle öne çıkan Xi Jinping yönetiminin gerektiğinde ‘Tiannanmen kuralını’ oynamaktan çekinmeyeceği de gözlemcilerin dikkat çektiği bir husus.

Buradan Güneydoğu Asya’nın iki önemli ülkesine yani Endonezya ve Tayland’a geçelim..

Endonezya tek parti değilse bile tek adam dönemini 1965 yılı Ekim ayından 1998 yılı Mayıs ayına kadar Suharto ile yaşadı. 1998 yılı ülkenin uzun 20. Yüzyılının sonu anlamına geliyordu ve adına ‘demokrasi’ denilen bir sisteme geçişi simgeliyordu. Bugüne kadar süren ve adına ‘reform’ denilen süreç bitmiş değil. Bitmediği gibi, kimilerinin sona erdiğini zannettiği Suhartolu yıllara, Suharto politikalarına dönüş anlamı taşıyan gelişmelere konu olmasıyla tedirginlik yaratıyor. Gene burada da bir ABD katışımına rastlanıyor. 1965 yılı 30 Eylül’ünde gerçekleşen askeri darbenin öncesi ve sonrası ABD’nin Endonezya siyasetine nüfuzunu epeyce güçlendiriyor. 1998 Mayıs ayından sonra ‘güçlü bir ülke’ olarak ortaya çıkma azmindeki ülke, bugün kısır bir döngünün içinde. Ülkenin ekonomik yapılanmasına bakıldığında, Çin gibi liberal ekonomik yapının var olup olmadığı gibi bir belirsizlikle karşı karşıyayız. Ekonomisine daha çok ‘yolsuzluk ekonomisi’ denilen ülkenin, önemli petrol ve diğer maden kaynaklarının işleticisi konumundaki şirketlere bakıldığında gene ABD kökenli oldukları görülüyor. Aynı ABD, insan hakları/demokratikleşmelerle başı epeyce dertte olan Endonezya’ya enerji kaynakları dolayısıyla ‘mahkum’ bir görünüm sergiliyor. ABD’de eğitim görmüş Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) devlet başkanı olması sadece ülke yönetiminin biraz daha ‘şirin’ görünmesine neden oluyor o kadar. Çünkü aynı SBY döneminde yolsuzluklar en küçük birim köylerden başkentin bakanlığın ‘aydınlık’ labirerntlerine kadar sınır tanımayarak ilerleyişini sürdürdü. Ve halkın ilçe/il belediye başkanları ve valilerini seçme hakkının geri alınması örneğinde görülen gelişmeler kar-topu modeliyle anlatılabilecek şekilde vücud bulurken, SBY tarih kitaplarına belki de, reformcu başkandan, Suhartolu yıllara geçişi olanak tanıyan başkan olarak geçecek.  
Üçüncü örneğimiz yine Güneydoğu Asya’dan...

Soğuk Savaş yıllarında, Filipinlerle birlikte ABD’nin en önemli müttefiki konumundaki Tayland. Budist-monarşi ve siyasi elit-asker yapılaşmasının gücünden pek de bir şey kaybetmediği ülkeden bahsediyoruz. Modern tarihi boyunca yirmiye varan darbe ve darbemsi girişim, anayasasının sürekli yeniden yazılma süreçlerine konu olduğu; Kral’ın siyasi yapıya müdahalesinin sanki bir Kutsal el’in dokunması gibi sabırsızlıklar beklendiği ve kutsandığı bir siyasi yapı. Adına nasıl bir siyasi rejim denilebileceği müşkül olan, Ordunun Kral adına hareket ettiği ve gerektiğinde, şu veya bu şekilde var olan ‘seçim hakkıyla’ mevcut yönetimi idare hakkı kazananların görevden alınabildiği ve her şeyin sıfırlandığı bir ülkeden bahsediyoruz. Bir karşılaştırma babında söylemek gerekirse, Çin’in imalat sanayiindeki gelişimini çok önceden yakalamış; bu bağlamda başta ABD’nin bölgedeki jandarması konumundaki Japonya olmak üzere Batılı ulusaşırı şirketlerin yatırımlarına konu olmuş; turizmi ile Avrupalıların cazibe merkezi haline gelmiş bir ülke. Özetle Kralın kutsallığının demokrasinin sekülerliğini yendiği bir Tayland var karşımızda.


Bu üç ülke özelinde bakarak, 21. yüzyılı temsil edebilecek bir Doğu ve Güneydoğu Asya yapısı karşımızda duruyor mu sorusu üzerinde düşünelim. 

Tidak ada komentar:

Posting Komentar